Hayrettin Karaman - İslâm ve İnsan Hakları / Yeni Şafak
Demokrasilerdeki bireyin hak ve özgürlüğü ile İslâm'daki ahlâkî denetim vazifesi yan yana geldiğinde bir çatışmadan söz etmemek mümkün değildir. Demokrasilerde laiklik, bir anayasa maddesi olarak düzenlenmiş olsun olmasın, bireyin hak ve özgürlükleri içinde “söz ve din hürriyeti” de vardır ve bu iki hürriyetin sınırı, hem tarihî uygulama hem de teorik tanımlama bakımından İslamî yönetim ve toplumda olandan daha geniştir. Gerçi demokrasilerde de bir “umumi âdâb ve ahlâk” kavramı vardır ve bu sebeple de bireyin özgürlükleri kısıtlanır, fakat bu “umumi âdâb ve ahlâk” kavramı oldukça müphemdir, anlamı ve sınırları tartışmalıdır, görecelidir ve her hâl ve kârda kaynağı din değildir; yani dînî naslar değildir, toplumdur. Toplum dün bir davranışı ahlâka ve âdâba aykırı bulurken bugün değişir, aykırı bulmaz ve bu yüzden (değişen ahlâk anlayışına bağlı olarak) bireyin özgürlüğü kısıtlanamaz hâle gelir.
Benim çocukluğumda ve gençliğimde küçükler büyüklerin yanında içkiyi bırak, sigara bile içmezlerdi; şimdi ise içki, birçok ailenin sofrasında, düğün, eğlence ve piknik yerlerinde... ailece içiliyor. Benim gençliğimde birbirini sevenler ama henüz evli olmayanlar, uzaktan bakışıp gülümsemek için bile etraflarını kollamak durumunda idiler, şimdi ise sokakta sarmaş dolaş, yanak yanağa birlikte oluyorlar...
Peki bir Müslümana göre demokrasi ile ahlâkî denetim vazifesi nasıl yan yana yürüyecek?
Demokrasi ile İslâm arasındaki çatışma yalnızca Müslümanların ahlâkî denetim vazifelerinde değil, daha başka alanlarda da vardır. Bunların başında da meşrûluğun kaynağı (delili, referansı) olarak vahyin esas alınıp alınmaması gelir. Bu bakımdan vahyi esas almayan, vahye (Kur'ân'a ve onun açıklanması, açılması mahiyetinde olan Sünnet'e) itibar etmeyen, daha da ilerisi vahyi karşısına alan bir sistemle İslâm'ın uzlaşması, anlaşması, birleşmesi, aynı kaba konması mümkün değildir.
Bu sebeple bazı yazarlar İslâm ile demokrasi kavramlarının yan yana getirilmesi hâlinde bilinen “laik, seküler” demokrasi yerine farklı ve özel bir demokrasiden söz etmişlerdir. Merhum Mevdûdî “ilâhî demokrasi, teo-demokrasi” terimini kullanıyor, daha doğrusu bunun kullanılabileceğini söylüyordu.
S.P.Huntington da İstanbul'da verdiği konferansta şöyle diyor: “Demokrasi ve ekonomik kalkınma Müslüman toplumlar arasında nadir görülmektedir. Türkiye başararak Müslüman toplumlara onların da başarabileceğini göstermelidir. İnanıyorum ki Türkiye bu yüksek gayeye sahip çıkacaktır ve eğer İslâmî bir anlayışla demokrasiyi birleştiren bir model olabilirse bundan hem Türkiye hem de dünya faydalanacaktır... Doğu Asya ülkelerinin de demokrasiye doğru hareket ettiklerini görüyoruz. Bu onların Batılı liberal bir demokrasiyi kabul edecekleri anlamına gelmez. Onlar kendilerine has bir demokrasi şekline varacaklardır. Fakat daha önce de işaret ettiğim gibi ülkeler ekonomik olarak kalkındıkça demokrasiye doğru hareket etmek zorundadırlar; çünkü kendi toplumlarında gücün kullanımı problemini çözmek için istişare mekanizmaları oluşturmaları gerekir.” (Medeniyetler Çatışması, Ankara, Aralık, 2001, s.172, 179).
Bu noktada en önemli çağdaş soru “İslâmî demokraside, farklı inanç ve hayat tarzına sahip bulunan bireyin hak ve özgürlükleri ne olacaktır?” sorusudur. Bu sorunun cevabı bir kitaba konu olabilir. Bir köşe yazısında kısaca şunu söylemek mümkündür: Bireyin hak ve özgürlükleri bakımından dünyada tek tip bir demokrasi uygulaması mevcut değildir. Çeşitli kriterlere ve esaslara göre kısıtlamalar söz konusudur. İslâmî yönetim (demokrasi) ancak toplumun çoğunluğunu şuurlu, duyarlı ve dinini hayatında uygulayan bireylerin teşkil ettiği bir zeminde gerçekleşebilir ve böyle bir toplumun ”umumi ahlâk ve kamu düzeni” de liberal demokratik toplumlarda olandan farklı olur; işte bu kriterlere göre uygulanacak bazı kısıtlamalar sistemi demokrasinin dışına çıkarmaz.
Müslümanlara mahsus bir demokrasi ve toplum modeli ortaya çıkarsa burada ahlâkî denetim ile bireyin hak ve özgürlüğü arasındaki gerilim veya çatışma, toplumun genel kabulü, konsensüsü ile kendiliğinden çözülebilir.
Türkiye'deki demokrasi anlayış ve uygulamasında ise Müslümanların, gönülden karşı çıkma, protesto etme dışında ahlâkî denetim vazifelerini yerine getirmeleri mümkün değildir. Zâten Hz. Peygamber de çeşitli imkân ve durumları göz önüne alarak bu vazifeyi tanımlarken “Gücü yetmezse diliyle, ona da gücü yetmezse kalbiyle yapar; bu da imanın en zayıf olanıdır.” buyurmuşlardır.
Hadîste geçen imanı, Müslüman ferdin imanı olarak da, toplumun imanı olarak da anlamak mümkündür; ikinci anlayışın içinde, “Toplumda İslâm imanı belirleyici olacak kadar güçlü değilse fert ahlâkî denetim vazifesini eliyle ve diliyle yerine getiremez, ancak düşünce ve duygu olarak getirebilir.” manası da vardır.
Genel kural olarak dinî vazifelerle yükümlü olmanın şartı imkân ve güçtür; bunların bulunmadığı yerde yükümlülük de yoktur. Buna göre ahlâkî denetim vazifesinin, güçsüzlük ve buna bağlı olarak imkânsızlık yüzünden yapılamadığı yer ve zamanlarda “bilgi, hüküm, şuur ve inanç olarak” vazife değişmez, olduğu gibi kalır ve durur, “Bugün İslâm değişmiştir, şu değil, budur.” denemez; çünkü beşerin böyle bir yetkisi yoktur, ama icrası imkâna bırakılır. Bu durumda da Müslümanlar laikleşmiş filan olmazlar, İslâm'ın ne kadarına imkân buluyorlarsa o kadarını fiilen, diğer kısmını ise “bilgi, iman, şuur, duygu...” olarak yaşarlar.