İslam Tarihinde Din-Devlet İlişkisi ve Diyanet
Prof Dr. Adnan Demircan / Karar
Tarih boyunca dinlerin otoriteyle ilişkileri inişli çıkışlı olmuş, bazen dini temsil eden kişi ya da kurumlar etkili olurken, çoğu zaman siyasî otorite önemli bir belirleyici olmuştur. Peygamberler, sadece -insanların farklı anlamlar yükleyebildikleri- “din” dediğimiz bağımsız bir alanı korumak üzere mücadele etmemişler; insana, hayatı dinî olan ve dinî olmayan şeklinde parçalamadan yaklaşmışlardır. Bundan dolayı peygamberlerin yerleşik düzenle, statükoyla ve dolayısıyla otoritelerle başları dertte olmuştur. Muhtemelen Kitab-ı Mukaddes’te peygamberler hakkında anlatılanlardan haberdar olan Varaka b. Nevfel, Hz. Peygamber’in (SAS) ilk vahiy tecrübesini öğrendikten sonra ileride tebliğe başlayacak olan Hz. Peygamber’e kabilesi olan Kureyş’in tepki göstereceğini ifade etmiştir. Ardından Mekkelilerle o güne kadarki ilişkilerini düşünerek onun sözlerine şaşıran Hz. Peygamber’e, yükümlü kılınacağı görevi yerine getiren bütün insanların benzer tepkilerle karşılaştığını söylemiştir.
Hz. Muhammed (SAS) döneminde İslâm dinini temsil eden bir kurumun yanında ve ondan bağımsız bir otorite düşünülemezdi. Ancak dinî ilimler şekillenmeye ve bir ilmiye sınıfı oluşmaya başlayınca otorite ile -dinî konularda görüşlerine başvurulan- âlimler arasında zaman zaman görüş ayrılıkları ve bundan kaynaklanan sorunlar yaşanmıştır.
İslâm medeniyetinde ilmî hayat otoriteden bağımsız gelişmiş gibi görünse de âlimlerin kâhir ekseriyetinin kendilerini himaye edecek yöneticilere ihtiyaçları vardı. Zira maddî güç, otoritenin kontrolündeydi. Âlimlerin ise maddî imkânlara ihtiyaçları vardı. Öte yandan otorite açısından halkın dinî hayatlarında örnek alacakları, ihtiyaç duyulduğunda bilgilerine başvurulan ilim adamlarının destekleri kıymetliydi. Kuşkusuz ilmiye sınıfının desteği, sosyal düzeni tesis açısından da önemliydi. Bu çerçevede siyasî otoritenin dinle kurduğu ilişki, birkaç boyutlu olmuştur. Muhaliflerin muhalefetine dinî argümanlarla cevap verme ihtiyacı, tebaanın isyana teşvik edilmesinin engellenmesi, dinî hizmet ve görevlerin yerine getirilmesinde bilgiye duyulan ihtiyaç bunlardandır. Kuşkusuz siyasî erki ellerinde tutan insanların kendileri de toplumun ve dinî çevrenin bir parçasıydılar. Ancak dinle kurdukları ilişki tercihlerine bağlı olarak değişiyordu.
Dört halife döneminde özellikle Hz. Osman’ın katli sürecinde ortaya çıkan Hariciler, otoriteyi dinî referanslarla eleştiriyorlardı. Emeviler döneminden itibaren daha belirgin bir şekilde görülen eleştirilere cevap üretilmesi gerekiyordu. Bundan dolayı erken dönemlerden itibaren otorite, âlimleri göz ardı etmemiş, hem ilmin gücünü kullanmak istemiş hem de ilimle çatışmak istememiştir.
İslâm tarihinde siyasî otoriteler şerî hukukun uygulanmasını sağlamak amacıyla Hz. Peygamber döneminde ilk örneklerini gördüğümüz bir gelenek çerçevesinde kadılar tayin ederken dinî hizmetlerin yürütülmesi için bazı görevlilere saygınlık unvanları verilmiştir. Hüccetülislâm [İslâm’ın delili], Şeyhülislam [İslâm’ın bilgesi] gibi unvanlar, âlimlerin otorite ve halk nezdindeki itibarlarını gösteren unvanlar olarak Abbasîler döneminden sonra bazı bölgelerde kullanılmaya başlanmıştır.
Vakıflar, otoritenin ilmî hayatı destekledikleri önemli bir zemin olmuştur. Vakıfların kuruluşunda farklı birçok sebep olmakla birlikte, medreseler ve camiler üzerinden ilmî hayata büyük katkılar sağlanmıştır. Kuşkusuz bu destekler, âlimler arasında rekabet doğururken otorite ile ilişkilerinde dikkatli olmalarını sağlamışlardır.
İslâm medeniyetinin önemli temsilcilerinden olan Osmanlılar döneminde âlimleri vakıfların desteklediği ilmiye kurumları olan medreseler yetiştirdiği gibi, fetva makamında olan Şeyhülislam ve ona bağlı görevliler de medreselerden yetişmiştir. Şeyhülislam, özellikle dinî konularda görüş beyan etmek suretiyle otoriteye yardımcı olan önemli bir görevlidir. Ancak devlet yönetiminde belirleyici bir gücü yoktur. Şeyhülislam, siyasî otoriteyi elinde bulunduran sultan-halife tarafından tayin edildiği için etkisi, kişisel ilişkilerine ve şeyhülislamın yeteneğine bağlıydı. Bazı şeyhülislamlar güçlüyken, bazıları oldukça silik kişiliklerdir.
Osmanlı döneminde şeyhülislamlığın dinî hayat üzerindeki etkisi, devletin merkezlerinde ve önemli şehirlerde mevcuttu. İletişim imkânlarının oldukça sınırlı olduğu bu dönemde nüfusunun çoğunluğu köylerde yaşayan Osmanlı Devleti, dinî hizmetlerin tamamını karşılayacak ve yönetecek bir kurumsal yapı yerine, bu hizmetlerin bir kısmını kadılık teşkilatı üzerinden, bir kısmını ise vakıflara bağlı veya bağımsız medreselerden yetişen insanların -ücretleri kendileri tarafından ödenmek üzere- köylüler tarafından istihdamıyla yürütmüştür.
Cumhuriyet döneminde devlet yapılandırılırken Osmanlı sistemindeki şeyhülislamlığın yerine Diyanet İşleri Teşkilatı ihdas edilmiştir. Diyanet teşkilatı şeyhülislamlıktan mülhem olarak oluşturulmuştur. Buna karar veren dönemin otoritesinin amacı dini siyasî alanın dışında tutacak ve kendisine bağlayacak hassas bir denge kurmak olsa gerektir. Kuşkusuz atamayla göreve gelen Diyanet İşleri Başkanlarının bağımsız bir otorite gibi hareket etmesi, siyasî tutum belirlemesi söz konusu değildir. Zira kurumsal yapı buna uygun değildi.
Teşkilat, bir taraftan dinî hizmetlerin yürütülmesini sağlamak üzere taşradaki, öncelikle de illerdeki görevlileri tayin ederken bir taraftan da otoriteyle çatışma alanlarına girmekten kaçınmak durumundaydı. Tek parti döneminde göreve getirilen teşkilat başkanlarının daha pasif bir pozisyonda olması takdir edilmişti. Cumhuriyet döneminin ilk Diyanet İşleri Reisi Börekçizade Rıfat (ö. 1941), Ankara Müftüsü iken Milli Mücadele’ye destek olmuş, hatta ilk mecliste Menteşe [Muğla] mebusu olmuştur. Ancak altı aylık mebusluk görevinden sonra istifa edip Ankara Müftülüğü görevini yürütmüştür. Soyadı Kanunu’ndan sonra Börekçi soyadını alan Börekçizade Rıfat, 02 Mayıs 1920’de kurulan ve 03 Mart 1924 tarihinde kaldırılan Şerʻiyye ve Evkâf Vekaletinin yerine Diyanet İşleri Reisliğinin kurulmasıyla birlikte 31 Mart 1924’ten 05 Mart 1941 tarihinde vefatına kadar yaklaşık 17 yıl başkanlık görevini yürütmüştür.
Tek partili dönemde, hizmet alanı ve performansı düşük olan kurumun çok partili dönemde siyasî tartışmaların konusu olması kaçınılmaz olmuştur. Bazı Diyanet İşleri Başkanlarının görev süresi kısa sürerken bazıları siyasetle daha uyumlu ilişki kurdukları için uzun süre görevde kalabilmişlerdir.
Teşkilat bir taraftan devasa bütçesiyle muhalefetin eleştirilerinin konusu olurken, zaman zaman ihtilallerle otoriteyi belirleyen ihtilalcilerin görüşleri doğrultusunda fetvalar yayınlanması istenmiştir. Genellikle kurumsal kimliğiyle siyasetten uzak durmayı başaran teşkilat, dönemsel tartışmalar çerçevesinde baskılara maruz kalabilmiştir.
MEVCUT ROLÜ KRİTİK
Son yıllarda laik devlet sistemi içinde devletin din işlerine karışma hakkının olmaması gerektiği, Diyanet’in ülkemizdeki bütün mezhepleri ve dinleri temsil yeteneğinin olmadığı, devletin ve siyasetin müdahalelerine açık olduğu ve batı ülkelerinde diyanet benzeri kurumların bulunmadığı gibi eleştirilerden hareketle Diyanet İşleri Başkanlığının kaldırılmasını talep edenler olmaktadır. Ülkemizde bu görüşleri daha güçlü bir şekilde sol cenah seslendirse de farklı siyasî eğilimlerde olan insanlar tarafından da kuruma yönelik eleştirilerle karşılaşılmaktadır.
Din hizmetinin sivil alana bırakılması gerektiğini savunanlar da buna karşı çıkanlar da farklı açılardan dikkate alınması gereken önemli deliller ileri sürmektedirler. Bir taraftan laik bir ülkede devletin dini yönetmemesi ve dinin sivil alana terk edilmesi gerektiği söylenirken, öte yandan ülkemizin yakın zamanda karşı karşıya kaldığı akim darbe girişimi, dinî alanın din üzerinden güç devşirmeye çalışan grupların insanları yönlendirebileceği bir alan olduğu gerçeğini hatırlatmaktadır.
Öte yandan, cemaatler arasındaki rekabetin bazen nahoş bir mücadeleye dönüşebildiği bir ortamda Diyanet’in sahip olduğu geniş alana hâkim olabilecek cemaatlerin mevcut dinî hizmetlerin yürütülmesine zarar verebilecek bir tutuma girebilecekleri, mevcut Diyanet yerine birden çok diyanet benzeri yapının ortaya çıkacağı tahmin edilmektedir.
Bireylerin sorumluluklarının bilincinde olduğu bir toplumda devletin küçültülmesi, bireyin ve toplumun sorumluluklarının arttırılması düşüncesi cazip ise de bunun yakın zamanda ülkemizde karşılık bulması pek mümkün görünmemektedir. Bunun için toplumun bu açıdan ciddi bir eğitime ve birikime sahip olması gerekir. Batılı ülkelerin bu konuda örnek alınması kısa vadede güç görünmektedir. Hem Hristiyanlığın İslâm dininden temel farklılıklarının bulunması hem de batıda dindarlığın oldukça zayıf ve dinin, toplumun büyük kesimi arasında şeklî kültürel bir aidiyete dönüşmesi sebebiyle ülkemizde Batı benzeri bir yapılanmanın gerçekleşmesinin kolay olmayacağı söylenebilir.
Siyaset-din ilişkisi açısından Diyanet, önemini bir süre daha muhafaza etmeye devam edecek gibi görünmektedir. Bu çerçevede Diyanet’in konumu, görev ve yetki alanı da tartışılmaya devam edecektir.