İslam Siyaset Düşüncesini Nasıl Okumalıyız?

İslam’ın ilkelerine ve ideallerine en fazla yaklaşan model, sahih olana en yakın olan modeldir. Bu da şu demektir: Her önerdiğiniz ve ortaya koyduğunuz sistem formülasyonlarının her zaman mutlaka daha iyisi vardır…

Mehmet Akif Çeç, Star gazetesinin Açık Görüş ekine yazdığı makalede İslam siyasetini nasıl okumalıyız sorusunu analiz ediyor:

Öncelikle, sık vurgulandığı gibi, İslam’ın somut/klişe bir devlet ve yönetim modeli öngörmediği şeklindeki bir önermeye ilkesel olarak itiraz etme gereği söz konusu değilse de, bu iddianın, İslam siyaset düşüncesinin modern zihinle yeniden temellendirilmesi ve üretilmesi için bir argüman olarak kullanılmasını da kabul etmek mümkün değildir. İslam’ın somut bir model önermemiş olmasının, bu alanın tamamen başıboş bırakılmış beşeri bir alan olduğu sanısı, modernist zihnin din’le kurduğu nesnel ve dışarıdan ilişki biçiminin bir ürünüdür. Dolayısıyla, İslam’ın gerek Kur’an’da, gerekse sünnette somut bir devlet modeli/şablon önermemiş olmasından hareketle, modernist İslamcıların iddia ettikleri gibi, bu alanın, dinden arındırılmış, tamamen seküler ve rasyonel bir alan olduğu savı, temelde paradigmatik olarak yanlıştır.

Modern zihinle okuma

İslam tarihini ve İslam geleneğini modern zihinle okuma yanılgısı, her alanda olduğu gibi, İslam siyaset düşüncesini okuma ve yorumlama konusunda da sahih olmayan tezler, iddialar ortaya atılmasına zemin oluşturmaktadır. Bu yanılgılardan biri; dört raşid halifenin her birinin farklı usüllerle de olsa bir tür seçimle (şura-istişare-biat) işbaşına gelmiş olmalarına dayalı pratiklerin, sahih İslami yönetim örnekleri olarak okunup, “demokrasi” olarak nitelendirilmesidir. Esasında Batı tecrübesinde, göksel/ilahi otoritenin yerine yersel/beşeri/seküler bir otorite ikame etmeyi ifade eden demokrasinin, modern İslami zihinle dinsel bir temellendirme üzerinden yeniden üretilmesi çelişkili bir okuma biçimidir. İslam medeniyetinin hulefa-i raşidin dönemi siyasi tecrübesinin, en az bin yıl sonra, başka bir medeniyetin yani Batı’nın tarihsel, sosyolojik ve teolojik koşullarında ortaya çıkan bir tecrübe üzerinden okunması hem anakronizm, hem de paradigmal yanılgıdan başka bir şey değildir. Açıkçası, dört halife dönemini içeren tarihsel tecrübeyi, İslam geleneğinin üretmiş olduğu nev’i şahsına münhasır sahih ve özgün pratikler olarak okumak daha doğru bir yaklaşım olacaktır.

Dört halife dönemi

Bir diğer çelişkili yaklaşım ise, dört halife dönemi sonrasında ortaya çıkan, hilafetin veraset yoluyla intikalinin yani saltanata dayalı hilafet sisteminin, modern zihinle “monarşi” olarak tanımlanması ve “demokrasi” olarak nitelendirilen dört halife döneminden uzaklaşmanın da dinden uzaklaşma yani  “sekülerleşme” olarak yorumlanmasıdır. Oysa monarşinin, köken itibarıyla gerek Mısır, Yunan, Roma (Batı), gerekse Babil, Sümer, Pers-Sasani (Doğu) devlet geleneklerinde “tanrısal” bir mahiyet taşıdığı, kralların güç ve yetkilerinin tanrıya dayandırıldığı ve tanrının yeryüzündeki temsilcisi sayıldığı (divine rights of kings) ve “tanrı-kral”ların olduğu bir kökenden geldiği hesaba katıldığında, böylesine ruhani bir sistemin sekülerleşme olarak okunmasının ciddi bir çelişki oluşturduğu da ayrı bir sorunsaldır. Modernleşme öncesi tarihin hiçbir döneminde hiçbir topluluk modern dönemde olduğu gibi kutsaldan tamamen arındırılmış biçimde seküler ve profan olmamıştır. Dolayısıyla modern öncesi tüm toplulukların ister ilahi-semavi kaynaklı, ister beşeri menşe’li olsun mutlaka kutsalla ya da metafizikle bir bağı ve ilişkisi vardır. Ancak İslam toplumunun kendi dinamikleriyle ortaya çıkardığı hilafet/imamet/sultanlık kurumu, ne modernite öncesi dönemdeki Hıristiyanlık ve diğer kültürlerdeki gibi kutsal/tanrısal bir krala, ne de modern dönemdeki gibi tamamen seküler bir devlet modeline eşdeğerdir. Halife/sultan meşruiyetini dinden almakla birlikte bizzat kutsal ve tanrısal bir şahsiyet ya da tanrının temsilcisi ve vekili değildir, bazı istisnai yanlış pratikler hariç. Zira, İslam siyaset teorisinde halife/sultanlara yönelik azil (görevden alma) ve huruc (başkaldırma) hak ve yetkilerinin varlığı, saltanatın/otoritenin mutlak ve tanrısal vekalete dayalı olmadığının çok açık göstergeleridir. Halifenin eylem ve icraatlarının şeriatın denetimine tabi olması ve şeriat tarafından sınırlandırılması; yine halifelerin (sultanların) yargılanabilir olmaları, hilafetin/saltanatın tanrısal kaynaklı olmadığının diğer göstergeleri olarak değerlendirilebilir. Dolayısıyla İslam ümmetinin kendi zihinsel ve tarihsel koşullarında ortaya çıkan saltanata dayalı hilafet tecrübesini monarşi olarak okumak bir yaklaşım hatasıdır. Saltanatı Müslümanların zihninde problemli hale getiren asıl husus, bize göre, onun islamiliği/gayr-ı islamiliği ya da seküler olup olmaması meselesinden ziyade; dört halifenin de geliş usulünün, gerçekten dönemin tüm dünyada cari siyasi muhayyilesinin çok üstünde yöntemler olması ve dolayısıyla saltanat sistemine geçişle birlikte, yakalanmış olan bu yüksek siyasi bilincin birden bire çok gerisine düşülmüş olmasıdır. Nitekim Ümeyyeoğulları yerine Alioğulları geçseydi durum yine değişmeyecekti, sonrasında Abbasoğulları’nın geçmesiyle de durum zaten değişmemişti. Buna rağmen, saltanata dayalı hilafet sistemini de eksiği ve kusuruyla mutlak monarşi tecrübesinden farklı olarak, İslam toplumunun kendi tarihsel ve zihinsel koşullarının ürettiği bir tecrübe olarak okumak ve eleştiri ve değerlendirmeleri bu temellendirme üzerinden yürütmek paradigmatik olarak daha tutarlı bir yol olacaktır. Nihayetinde bunun arka planında fitne ve nifakın ortadan kaldırılması, ümmet birliğinin tesis edilmesi gibi dini gerekçeler ve sahabe içtihadı ve icma gibi dini argümanlar üzerinden bir meşruiyet üretilmesi söz konusudur. Yine bu sistemde, göstermelik ve sembolik de olsa, şura-istişare-biat gibi dinsel temelli siyasal değerler üzerinden bir meşruiyet oluşturma çabası her zaman olmuştur. Bugünden, bugünün zihninden, bugünün modern paradigması ve “modern zamanın ruhu” içinden geriye dönüp tarihsel olayları okuyan modernist zihnin, Emevi, Abbasi, Selçuklu, Osmanlı sistemlerinin demokrasi değil de saltanat/”monarşi” oluşlarına hayıflanarak bunları gayr-ı meşru yönetimler ilan etmesi de bir anakronizmdir. Bir yandan devlet ve siyasete ilişkin alanın insana bırakılmış seküler bir alan olduğunu iddia edip, bir yandan da saltanat/monarşi tecrübesini sekülerleşme olduğu gerekçesiyle eleştiren modernist zihnin; insana bırakıldığını iddia ettiği bu alanı doldurmak üzere yüzünü çevirdiği Batı medeniyet havzasında bugün bile hala pek çok devletin tanrısal kaynaklı monarşi ile yönetildiği gerçeğini görmezden gelmesi de bir başka tutarsızlıktır. İlk dört halifenin geliş usülleri, esasen son derece meşru ve bugünün muhayyilesinin bile üstünde yüksek bir pratik olmakla birlikte; bu usül yine de, özellikle son iki halifede, itirazların, nifakın ve fitnenin ortaya çıkmasına engel olamamıştır. Saltanat sistemi, bu yüksek siyasal bilinçten çok aşağılara düşme anlamına gelse de, sonrasında belli bir istikrar getirdiği de ayrı bir gerçektir. Sırf saltanatla yönetilmiş olmaları dolayısıyla tarihimizdeki islam’a büyük hizmetler yapmış devletleri seküler, dindışı, gayr-ı meşru yönetimler olarak görmek modern selefilikle modernist İslamcılığın kesiştikleri ortak noktalardan biridir aynı zamanda. Kısacası, dinsel olarak kabul edilen bir pratiğin (hulefa-i raşidin) demokrasi gibi seküler bir kavramla; dinden uzaklaşma ve sekülerleşme olarak kabul edilen bir başka pratiğin (saltanat) de monarşi gibi dinsel/ruhani bir kavramla ifade edilmesi ciddi bir zihinsel karmaşaya işaret etmektedir.

Siyasetin paradigması

İslam’da somut bir devlet modelinin olmadığı ve o alanın Müslümanların inhisarına bırakıldığı temellendirmesinin, bugünün modernist-liberal İslamcıları tarafından modern Batı siyaset düşüncesine ve modern-Batı tipi yönetim modeline İslami meşruiyet üretmek için bir argüman olarak kullanılması; bu temellendirmenin aynı zamanda başka siyasal modeller için, örneğin saltanat sistemi için de meşruiyet argümanı olarak kullanılmasına aynı oranda imkan sağladığı anlamına gelmektedir. Demek ki, meşruiyet için başkaca argümanlara ihtiyaç vardır. Bugünün reel koşullarında, İslam’dan nasıl bir demokrasi çıkartabilirim sorusundan ziyade, demokraside İslam’ı nasıl daha iyi yaşayabilirim, sorusunu sormak belki pratik hayat için daha gerçekçi çözümler ortaya çıkartabilir. Ancak medeniyet perspektifinden bakıldığında, kavramları ait oldukları medeniyetin dili ve paradigması içinde değerlendirmek ve konumlandırmak gerekliliği vardır. Batı’nın kendi toplumsal, tarihsel ve hatta teolojik koşulları içinde ortaya çıkmış olan demokrasi, modern Batı uygarlığına ait bir birikim ve tecrübenin kavramsallaştırılmış halidir. Dolayısıyla, günümüzün verili ve yaygın siyasal paradigması olan modern devlet açısından belki en kullanışlı ve elverişli yönetim şeklinin, galat-ı meşhur olarak “demokrasi” şeklinde ifade edilen mevcut vekalet/temsil sistemi olduğunu söylemek elbette yanlış olmayacaktır. Fakat modern paradigmayı bir kenara bırakarak, islam’ın kendi paradigması içinden baktığımızda, her iki paradigmanın kendine has dünya görüşleri ve kavramları olduğunu, hatta benzer ya da ortak görünen bazı kavramlara bile birbirinden çok farklı anlamlar yüklendiğini unutmamak gereklidir. Siyasal sistemler, ait oldukları medeniyetin ve paradigmanın bir parçasıdırlar ve o paradigmayla tutarlı biçimde kurgulanmak durumundadırlar. Modern Batı paradigmasının bir ürünü olan modern demokrasi; esası itibarıyla modern paradigmanın mikro-kozmozdan makro-kozmoza kadar insan, hayat, alem tasavvurundan bağımsız değildir. Çünkü, siyasal sistemler, salt siyasal yapılar ve varlıklar değil; ontolojik ve kozmolojik bir tasavvurun, bir dünya görüşünün, bir medeniyet paradigmasının ürünüdür. Bu bağlamda siyasal sistemler, daha en başında, en temelde, insana bakış ve insanı kavrayış noktasından itibaren bile bir ayrışma içerisindedir ve bu ayrışma hayatın her alanında devam eder. Dolayısıyla, İslam ve demokrasi kıyaslaması da bunları birbirine irca etme çabaları da paradigmatik yanlışlardır. Her iki paradigmayı kendi makuliyet ve meşruiyet alanları içinden okumak ve değerlendirmek doğru olandır. İslam geleneğini yeniden inşa etme süreci içinde Müslümanlar; İslam siyaset düşüncesinin potansiyeli ve imkanları içerisinde, modern devlet açısından en elverişli yöntem olan demokrasiden daha üstün, daha adil, insani, ahlaki siyasal modeller ve formülasyonlar ortaya koymanın arayışı içinde olmak durumundadırlar.

İslam’ın siyaset tasavvuru

İslam’ın somut bir devlet modeli önermemiş olması, İslam’ın, devlet ve siyasete ilişkin tasavvurunun olmadığı anlamına gelmemelidir. İslam’dan bir ruhban sınıfına dayalı teokrasi çıkması ne kadar ihtimal dışı ise, seküler bir siyaset ve devlet teorisi çıkması da aynı nispette ihtimal dışıdır. Oryantalistlerin yana yakıla tarihsel tecrübe içinden seküler motifler yakalama gayretleri, son tahlilde beyhude bir uğraştır. Sultanlara, örf ve maslahat kapsamında, tazire yönelik bazı takdir yetkilerinin tanınmış olmasının “siyaset” olarak nitelendirilmesi, siyaset alanının İslam siyaset paradigmasından bağımsız, sekülerleştirilmiş bir alan olduğu anlamına gelmemektedir. Yine kimi oryantalistlerin, halife ve sultan ayrımından İslami bir laisizm çıkarma çabaları; “şer’i ve örfi yasalar”, “şer’i ve sultani yasalar” türü ayrımları seküler ayrımlar olarak okuma gayretleri, en iyimser ifadeyle Batı paradigması içinden bakarak İslam’ı anlama, esasında anlayamama çabalarıdır. İslam’ın somut bir siyasal model önermemiş olmasını seküler bir siyaset tasavvuru için argüman yapmaktan daha garip olanı ise İslam’dan somut bir model beklentisi içinde olmaktır ve bunun olmayışını bir eleştiri konusu yapmaktır. Bu, hem Kur’an’ın ruhunu hem de İslam geleneğini anlayamamaktır. İslam’ın devlete dair görüşünü bir kalıbın içine sıkıştırmak ve sabitlenmiş bir modeli ya da tarihsel bir tecrübeyi aynen dondurarak İslami model olarak takdim etmek, geleneğin, kendini üreten, yenileyen, inşa eden dinamik ruhuyla mütenasip değildir. İslam’ın siyaset tasavvuru, İslam geleneğinin bir parçasıdır ve İslam’ın Allah, peygamber, vahiy, insan, bilgi, akıl, alem tasavvurundan bağımsız ele alınamaz.

İslam’ın somut bir model önermemiş olmasından çıkartılması gereken bize göre en doğru anlam şudur: İslam’ın İlkelerine ve ideallerine en fazla yaklaşan model, sahih olana en yakın olan modeldir. Bu da şu demektir: Her önerdiğiniz ve ortaya koyduğunuz sistem formülasyonlarının her zaman mutlaka daha iyisi vardır, hiçbir modeli mutlaklaştırmayın ve siz her zaman daha iyi olanı inşa etmenin peşinden koşun.

 

İslam Düşüncesi Haberleri

Felah; fıtrat ve vahiyle yeniden buluşmamızda!...
Diyanetten hatırlatma: Tüm kumarlar haramdır!
Kemalistlerin cehaleti uçsuz bucaksız saçmalama özgürlüğü sunuyor!
İ’tizâl ile itidal arasında Allah nerededir?
Mutlak kötüye karşı el-Kassam’ın özgürleştirici ribatı ve cihadı