İslam ne yapar?

Ali Bulaç

Muhammet İkbal "İslam tarihi ne İslam'ın aynıdır ne gayrıdır, ama hem aynıdır hem gayrıdır" demektedir. Bu bir paradoks gibi görünüyorsa da, özünde doğrudur.

Zira, özellikle Sünni bakış açısından ümmetin tarihte tecrübe ettiği hasıla Müslümanların örfüdür ve bu fıkıh sosyolojisi açısından icmadır. Başka bir ifadeyle Allah'ın iradesi tecelli etmiştir. Müslümanlar İlahi mesajın ruhuna, anlam bütünü ve maksadına yakınlıkları, bu alanda gösterdikleri cehd ve ihlasları oranında bu iradenin tecellisinde rol almış bulunmaktadırlar.

Bu, bize geçmişin gelecek hakkında da bir ışık tutacağını göstermektedir. Yani tarih içinde bugüne kadar İslam hangi hasılaları ortaya koyduysa, yarın da ortaya konulacak olan bundan tümüyle kopuk olmayacaktır.

Burada tamamıyla modern tarihle ilgili yepyeni kültürel ve sosyolojik bir vakıayla karşı karşıya bulunduğumuz gerçeğini göz ardı etmiyoruz. Bu yeni vakıayı doğru anlayabilmek için, hem bir miktar Batılı sosyal bilimlerin "gelişme teorileri"nden sarf-ı nazar etmek, hem de 19. yüzyıldan kalma "pozitivist paradigma"yı ve sömürge tipi laikçi perspektifi bir kenara bırakmak icap edecek. Dahası, 21. yüzyıla, kentleşme, bölgesel entegrasyonlara katılma ve küresel sürece dahil olma özgüveni içinde hareket eden İslami entelektüel akımlara ve cemaatlere farklı açılardan bakmak zarureti bulunmaktadır. Çünkü dinin motive edici zemininde tarihsel örgütlenme modellerinden ilham alan -tam olarak ve aynıyla tekrar eden değil- cemaatler, Türkiye'yi 150 senedir geç kaldığı modern sürece dahil ediyorlar; başka bir ifadeyle modernleştiriyorlar, sivilleştiriyorlar ve demokratikleştiriyorlar.

Bu açıdan baktığımız zaman Radikal gazetemiz "Bu gidişata dikkat! Türkiye Denizli olmasın" türünden yersiz korkular (fobi) üretip yaymasın. Bu, 'küresel İslam korkusu'na içeriden besleyici kaynaklar tedarik etmekten başka işe yaramaz. Hiçbir din, kendi tarihini olduğu gibi tekrar etmez ve buna karşılık kendi tarihî tecrübesinden bütünüyle kopuk olmaz. Deneysel olarak şunu söyleyebiliriz: 150 yıllık otoriter modernleşme politikaları bizi tarihin geri sıralarına itti, model işlemez haldedir. Bundan sonra yeni faktörler devreye girecekse ve bunların Müslümanlıkla ilişkisi olacaksa -ki bu kaçınılmazdır- bu durumda İslamiyet geliştirici rol oynayacaktır. Zira;

1) İslamiyet şehre aittir. Medine'de kurumsallaşmıştır, tarih içinde medenilerin, şehirlerin dini olmuştur. İslam'ın kurup geliştirdiği veya kurulu olup da koruduğu şehir merkezleri İspanya'dan Çin sınırına kadar uzanır ki, bu İslam medeniyetinin bölgesel ve lokal olmadığının göstergelerinden biridir. İslam tarihindeki iki büyük sancı şehirle ilgilidir. İlki (7. ve 8. asır), göçebelerin yerleşik hayata geçmesiyle; ikincisinde (20. asır) kırsal kesimlerden, köylerden veya küçük yerleşim birimlerinden büyük kentlere taşınmasıyla ortaya çıktı. İlkinin sancıları Emevi ve Abbasiler'de yaşandı, ikincisinin sancıları modern zamanlarda el'an bütün İslam dünyasında derin bir şekilde yaşanıyor.

2) Şehir dini olması hasebiyle İslamiyet çoğulcudur, birden fazla dini, inancı, kimliği ve yaşama biçimini bir arada ve barış içinde yaşatabilme konularında hem teorik hem pratik -tarihî modeller- olarak zengin stoklara sahip bulunmaktadır. Huntington'ın, işaret ettiği 9 büyük medeniyetten 6'sı İslam'ın yayıldığı ve hükümran olduğu coğrafyalarda bulunmaktadır. İslam, başka dinleri ve medeniyetleri korudu, yaşamalarına imkân tanıdı; Batı uygarlığı gibi asimilasyona başvurmadı.

3) İslamiyet harici etkilere açıktır, inter-aktif ilişkiyi (tearuf, müzakere ve muahadeyi) teşvik ederek şehrin gelişmesini sağlar. Geçmişte özellikle Abbasi modelinde gözlendiği üzere İslam, kadim Hind, Çin, İran, Babil, Mısır ve Yunan'dan önemli transferler yaparak, kendi medeniyet şemsiyesi altında birden fazla medeniyetin bir arada yaşamasını sağladı.

Kimse korkmasın, modern zamanlarda da İslam, benzer bir tecrübeyi yaşamaktadır.

Zaman Gazetesi