Önce, bir okuyucu e-mailini buraya dercetmek istiyorum.. Şöyle deniliyor:
'Selamunaleykum.. 'Uludere- NewYork hattında 'sezarien ve curetagage' tartışmaları' başlıklı ve 3 Haziran tarihli yazınızdaki bir cümle için kaynak isteyecektim... Çünkü, orada,
'Sakat doğacağı anlaşılan (ki, şimdilerde bu genellikle doğum öncesi anlaşılabiliyor) bir takım bedenî veya zihnî fonksiyonel bozukluklarla dünyaya geleceği anlaşılan fetus’ların, ceninlerin doğum öncesinde tıbbî gerekçelerle alınması, hayatına son verilmesi, öldürülmesi yolunun caiz olup olmadığın fıqhî /hukukî tartışmalarını konunun uzmanlarına bırakmak en iyisi.. (...) Elbette, böyle bir durumda karar vermekte, anne-babanın rızasını almanın bile yeterli ve geçerli olamıyacağı bile tartışılmıştır.. ‘Efendim, öyle bir yavruya bakacak ve zahmeti çekecek olan, ana-babadır, karar da onlara aiddir!‘ diyenlere, ‘Öyleyse, anne-babalara çocuklarını dünyaya getirdikten sonra da öldürme hakkı tanınmalı!.‘ diyenler de olmuştur, kinayeyle.. Çünkü, perdenin öte tarafındaki hayatı öldürmek hakkının anne-babaya tanınması haliyle, o canlının perdenin bu tarafına geçtikten sonra, aynı anne-baba tarafından öldürülmesi arasında bir fark yoktur..‘ da denilmiştir..
Son 100 yıl buna şâhiddir.. ' diyordunuz, ama, bu hususta daha fazla bilgi vermemiştiniz..
Ama, Hilal Kaplan'ın 8 Haziran günlü Yeni Şafak'taki yazısından anlıyorum ki, bu tartışma gerçekten de ciddî olarak varmış.. Çünkü, o yazının ilgili bölümü şöyleydi:
"Felsefeci akademisyenler Alberto Giubilini (Milan Üniversitesi) ve Francesca Minerva(Melbourne Üniversitesi), 2 Mart 2012 tarihinde Journal of Medical Ethics adlı akademik dergide yayımlanan makalelerinde, konunun bu yönüne (yeni doğanların bilinç seviyesinde olmamasına- H.K.) değindiler. Tıpkı fetüsler gibi, yeni doğmuş bebeklerin de sadece birer potansiyel kişi olduklarını ve dolayısıyla da gerçek kişilerle aynı ahlaki statüye sahip olamayacaklarını belirten akademisyenler, annelerin talepte bulunmaları durumunda yeni doğmuş bebeklerin öldürülmelerinin de etik olarak kabul edilebilir olacağını ileri sürdüler. Bu operasyon için seçtikleri isim, "doğum sonrası kürtaj" oldu."
Konunun, gerçekten de günlük tartışmaların ötesinde insanlığa temelden bir bakış açısını gerektirdiğini bir kez daha anlamış oldum.'
Evet, bu okuyucuyu mesajını aktarmakla yetiniyorum..
*
İslam ve Demokrasi üzerine bir iddialı konferans..
Geçtiğimiz günlerde, Almanya'da konusu çok iddialı bir konferans verildi..
İlahiyat prof.'u olan bir isim, (A. B.) tarafından verilen bu konferans, 'Ist Der Islam Eine Gefahar Für die Demokratie? (İslam, demokrasi için bir tehlike mi?) başlığını taşıyordu..
*
Burada önce, yapılması gereken birkaç tesbit.bulunuyor..
İslam bir inanç sistemidir; demokrasi bir yönetim şeklidir..
İkincisi, İslam kendi inananları, müminleri için hayatın her sahasında, tek temel ölçüdür..
'Demos- cratos' kelimelerinden oluşan ve halk yönetimi mânâsına gelen 'demokrasi ise, asırlardan beri her kılığa bürünmüş bir yönetim tarzıdır, ve en büyük özelliği, felsefî- fikrî açıdan, her şeyin değişken olduğu ve mutlak/ kesin bir doğru anlayış ve ölçüsünün olduğu gibi bir görüşün kabul edilemezliğini kendisine temel edinmiştir..
Ayrıca, demokrasinin anavatanı sayılan antik yunanda, Atina'da 16 bin hür insan vardı, ve onların 250 bin kadar da kölesi.. Kendilerini hür ilan eden zorbalar, oy sahibi idi; ama, 'köle'lerinin oy ve söz hakkı yoktu, tabiatiyle...
Hâlâ da, direkt ve de gerçek demokrasinin sadece Atina'da yaşandığı, bugünkü demokrasinin temsilî demokrasi olduğu söylenir.. Hak ve doğrunun kriterleri de yapılan irade beyanlarında, seçimlerde ortaya çıkar..
Köleleri yok sayarsanız, diğerlerinin görüşlerine doğru denilebilir..
Yani, gerçek demokrasinin ilk vatanında, kölelik kurumu, o düzenin aslî unsurlarından birisi idi..
O demokratik uygulama yüzündendir ki, Socrates'e tahammül edememiş ve onu ölüme mahkum etmiştir, antik Yunan..
*
Ve daha sonraki tarih dönemleri boyunca ise, inisiyatifi eline geçiren güçler, yönetilenlerin ne istediğini ortaya koyan sistemlerden birisi olan demokrasiden söz edilmemiş ve bu konu ancak,
son 200 yıldır istenir olmuştur..
*
Şimdi, İslam'ın demokrasi için bir tehlike olup olmadığının Almanya'da bir konferansda ele alınmasına maslahat açısından bir itirazda bulunulmayabilir..
Çünkü, Selefîlik denilen bir cereyanın mensublarının, hele de yeni müslüman olmuş bazı almanları da aralarına alarak ve fıqhî gerekçelere dayandıkları iddiasıyla, Almanya'da (ve keza bazı Batı Avrupa ülkelerinde de) son derece keskin söylem ve eylemlerle toplum meydanına çıkmalarının oluşturduğu bir tedirginlik sözkonusu.. Hele de, bu hareketin mensublarının son iki -üç ay içinde, olarak, Kur'an-ı Kerîm'in almanca mealinin büyük merkezlerde dikkat çekecek şekilde ve parasız olarak dağıtılmaya başlanması medyada yoğun olarak tartışılmaya başlanınca, sözkonusu hareketini mensubları adına yapılan açıklamalarda, Almanya çapında 2,5 (bazı söylemlerde de 25) milyon adet Kur'an meali dağıtılacağı bildirilerek, sosyal planda bir panikleme meydana getirilmesinin hedeflendiği anlaşılıyordu.
Bu da, hemen bütün Batı Avrupa ve İskandinav ülkelerinde İslam karşıtlığını kendilerine temel davranış sebebi olarak gösteren sağcı ve ırkçıların daha bir azgınlaşmasına gerekçe oluşturuyordu..
Bu durum öyle bir tuhaf gelişiyor ki, yüzlerini peçeyle tamamen örten hanımlar birkaç adedi geçmezken, bu yolda bir kanûnî yasaklama ve para cezası vs. düzenlemesi geritirildiğinde, yüzlerini peçeyle tamamen kapayan hanımların sayısında bir artış gözlendiği, yani psikolojik bir zıdlaşma ve inadlaşma havasına girildiği ileri sürülüyor ve bunun da toplum düzeni ve güvenliği ve toplumun demokratik yapısı ve geleceği için tehlike teşkil edebileceği daha bir vurgulanıyordu..
Böyle bir gerilimli atmosfer esnasında, T.C.'den bir ilahiyat prof.'unun yoğun almanca el ilanları ile duyurularak verdiği bu konferans, bir açıdan, hele de günlük maslahat açısından tam zamanında yapılmıştır denilebilir..
Çünkü, İslam ve müslümanlar aleyhinde giderek ağırlaşan bir aleyhde propaganda sürecinde düzenleniyordu bu konferans, Wuppertal Üni'de..
Ancaak, üzerinde asıl durulması gereken nokta, herhalde başka bir nokta idi..
Yani, böylesine aqîdevî, ideolojik, felsefî veya fikrî bir konuya sadece maslahat açısından yaklaşılıp yaklaşılamıyacağı üzerinde durulmalı idi..
Çünkü, 'İslam, demokrasi için bir tehlike midir?' sorusuna genel hatlarıyla iki türlü cevab verilebilir..
Evet, tehlike teşkil eder!..
Hayır, tehlike teşkil etmez!..
Şimdi, böyle bir konferansı veren veya verdirenler, herhalde, bu o sorunun cevabını, 'İslam, demokrasi için, elbette bir tehlike teşkil eder..' şeklinde vermek isteseler bile, bunun söylenmesinin maslahat gereği hiç de münasib olmayacağını bilirler..
Ama, o zaman da fikrî, ideolojik, aqıdevî bir konu, sağlıklı bir mantıkla tartışılamayıp maslahata fedâ edilmiş olur..
O halde, bu sorunun cevabının, daha o konferans verilmeden bilinen cevabı, maslahat gereği ve elbette, 'Hayır, İslam demokrasi için tehlike teşkil etmez..!' şeklinde olacaktı..
Yani, cevabı, iadeli taahhüdlü olarak, önceden belirlenmiş bir soru..
Konumuz, sadece bir konferans konusuna değinmek değil..
Bu gibi tartışmalarda, 'İslam, şuna karşıdır, buna değildir, şunun için tehlikedir, bunun için değildir..' gibi, şu veya bu, yığınla sistemin, ideolojinin, yöntemin ismi zikredilerek, hergün bunların herbirisine, maslahat gereği, mantıkî açıdan tutarlı cevablar bile verilemez ve gelişigüzel ve maslahat gereği verilen cevablar arasında bile tutarsızlıklar ortaya çıkabilir..
O halde, o gibi mantıken sağlıklı olmayan soruların temel alındığı konuların konferans konusu yapılması mahzurludur.
İslam, bir bütüncü sistemdir..
Kendisinin anlaşılması için, kendi kültür ve medeniyetinin çerçevesi içinde, kendi ölçüleri ve kendi tarihî şartları içinde şekillenmiş terimlere göre konuşulmalıdır, o.. Sadece İslam değil, her düşünce veya inanç sistemleri de, karşıtlarının ıstılahlarına, terimlerine göre değil, ancak kendi terimlerine göre anlaşılabilir..
Bunun yerine..
İslam, demokrasi için tehlike midir?
Kapitalizm için tehlike midir?
Komünizm için tehlike midir?
Sosyalizm için tehlike midir?
Cumhuriyet için tehlike midir?
gibi sorular sorulmaya başlandı mı, işin içinden çıkılmaz ve İslam karşı olduklarıyla tanımlanmaya başlanınca, kendi aslî temelinden çarpıtılmış bir şekilde anlaşılmak noktasına bile sürüklenebilir..
Elbette, İslam'ın da bir 'Hayır!'ı vardır ve temelden, 'Lâ!?Hayır!'la başlar..
Lailaheillah'la.. Allah'dan başka bir ilah yoktur..
Yani, bütün ilahlık verilenlere, ilahlık taslayanlara karşı, Allah'ın varlığını ilan eden bir manifesto halinde bir 'Lâ!'dır bu..
İlah'ın ne mânaya geldiğini ise tekrarlamaya gerek yok.. Mükevvenatı, hayatı yaratan, tanzim eden her bir güç veya gücün kaynağı olarak, her ne esas alınmışsa, o!..
İslam ve müslümanlar, insanları köle eden, her ilah düşüncesine karşıdır ve kendisine düşmanlık besleyenler için evet, bir tehlikedir..
Ama, İslam ve müslümanlar, kendilerine saldırılmadıkça saldırmaz.. Saldırı olursa, onun da karşılığını verir, vermek zorundadır..
Üstelik de, bir toplumun nasıl yönetileceğinin cevabını arayan ve her ideolojiye göre bir ayrı kılığa bürünen ve tarif ve tarzı değişen 'demokrasi için İslam bir tehlike midir, değil midir' diye bir soru karşısında, İslam'ın tehlike olmadığı, maslahat gereği de olsa, bir kez dile getirilince..
Bunun sonu gelmez..
O halde, İslam'ın ne olduğunu anlatmak yerine, ne olmadığını anlatmaya kalkışmak, maslahat gereği bir ihtiyaç sanılsa bile, yine de itibar görmemelidir, herhalde..
Kaldı ki, demokrasi, mutlak/ kesin doğru inancını kabul eden bir kimsenin veya toplumun asla demokrat sayılamıyacağını esas almaktadır, kendi mantığı gereğince.. Çünkü, demokrasi açısından her şey değişkendir.. Demokrasinin tek değişmezi, herşeyin değişken olduğu şeklindeki temel düşüncesidir, ideolojik açıdan..
Ve sadece İslam değil, vahye dayalı bütün dinler de, inanç temelleri açısından, insanlara mutlak doğru ölçüleri sunmaktadırlar ve bu bakımdan, vahye dayalı hiçbir din deideolojik açıdan asla demokrat olamaz. Ve, demokrasi ideolojik, fikrî temelleri ve prensipleri açısından, mutlak doğru prensibi, inancı sunan her inanç sistemi için bir tehlikedir..
İslam ise, kendi hâkimiyetini sağladığı devlet düzenlemelerinde de, müslümanların hâkim olmadığı sosyal düzenlemelerde de saldırıya uğramadıkça, başkalarının yaşayış tarzlarına, hayata bakış açılarına, inançlarına, ideolojilerine müdahale etmez, karışmaz..
*
'Velayet-i faqih'e bağlılık adına ortaya çıkan tuhaf bir tablo..
4 Haziran günü, İmam Rûhullah Khomeynî'nin vefatının 23. yıldönümü dolayısiyle, İran'da ve İran'ın dış temsilciliklerinde anma törenleri tertib olundu..
Ancaak, bu anma merasimlerinin problem olmaya başladığına dair ciddî emareler, İran medyasında da üstü kapalı olarak dile getiriliyor..
Nitekim, 5 Haziran 2012 tarihli Cumhurî-i İslamî gazetesinde yayınlanan bir 'özel haber' şöyle idi:
'Bir güvenlik mekanı olması gereken İmam Khomeynî' Haremi'nde (mezarının bulunduğu mekanda) son yıllarda yükselen sloganlar, 4 Haziran günü ve gecesi de tekrarlanarak, bu mekan, intikam alma yerine dönüştü.. 4 Haziran gecesi, Cumhurbaşkanı'nın konuşması, 'Bütün bu askerler ki buradalar, Rehber aşkına buradalar!!.' şeklinde yükselen feryadlarla birlikte oldu.. 'Haber Online'ın bildirdiğine göre, bu sloganlar o kadar tekrar edildi ki, Radyo-Televizyon İdaresi, bu slogan seslerini kesmek ve sadece Ahmedînejad'ın sesini yayınlamak zorunda kaldı..
Bu merasim esnasında, Mahmûd Ahmedînejad'ın bürosunun (Özel Kalem'inin) başkanı olan Meşaî aleyhinde de sloganlar işitildi..
Benzer durum, 4 Haziran günü, (merhûm İmam'ın torunu) Seyyid Hasan Khomeynî için de tekrarlandı..
İSNA Ajansı'nın bildirdiği göre, Seyyid Hasan Khomeynî'nin konuşması esnasında da, hazirûn tarafından, defalarca, 'Merg ber zıdd-ı Velayet-i Faqih' (Velayet-i Faqîh'e karşı olanlara ölüm!) 'Hûnî ki, der reg-i mast.. Hediye-i Riehber-i mast..' (Damarlarımızdaki kan, Rehberimize hediyedir,..' sloganları tekrarlandı.. Aynı şekilde, 'Mâ ehl-i Kûfe nistim, İmam tenha bemaned..' (Biz Kûfe ehli değiliz ki, İmam' ıyalnız bırakalım..)
Bu eğri ve çirkin binanın temeli, Qum'da Hazret-i Mâsûme Haremi'nde 5 yıl önce, 5 Haziran gecesi, Âyetullah Hâşimî Refsencanî'nın konuşması sırasında atılmıştı..
Bu aykırı usûlle, her yerde ve hele de vahdet sembolü ve, sukûnet, emniyet ve kalblerin birbirine yakınlaştırılması mekanı olan Harem-i İmam'da ve her zaman ve her yerde mücadele edilmelidir..'
Evet, o mekanda cereyan edenler, yine de son derece frenli ifadelerle anlatılmıştır..
Nasıl, beğendiniz mi?
*
Bu vesileyle bir diğer noktaya, Huccetiye'nin sahneye yeniden çıkmakta olduğuna dair iddialara da değinelim..
7 Mayıs günü, İran medyasında yer alan bir beyanname ilginçti..
Bu beyanname, medreselerdeki bir kısım üstadlar ve talebeler tarafından yayımlanmış..
Encumen-i Huccetiye isimli bir cereyanın giderek tehlikeli bir durum arzetmesi üzerine, 1984 yılında, İmam Khomeynî, bu cereyana karşı kendilerini derhal feshetmedikleri takdirde, sert tedbirlere başvuracağını açıklayınca, o teşekkül de kendilerini feshettiklerini açıklamıştı.
Halbuki, sözkonusu cereyanın nizamnâmesinin 4. maddesinde, bu teşekkülün 'Mehdî zuhûr etmedikçe asla feshedilemiyeceğini' belirtmekteydi..
Böyleyken, şimdi nasıl olmuştu da, feshedilmişti?
Bir taqıyye mi yapıyorlardı, yoksa, İmam Khomeynî'yi de Beklenen Mehdî gibi göstererek durumu atlatabileceklerini mi düşünüyorlardı; bu husus henüz de net değildir.. (Ki o sıralarda, duvarlara yazılan, 'Khudayâ Khudayâ! Tâ inqılab-ı Mehdi, Khomeynî ra nigehdar!' (Allah'ım, Allah'ım.. Khomeynî'yi Mehdî'nin inqılabının gerçekleşmesine kadar koru!) şeklindeki sloganlarda, Mehdi ve Khomeynî isimlerini, yazının diğer kısımlarından tamamen farklı bir renkte, aynı renkte yazarak, adeta, İmam Khomeynî'nin ın Mehdi olabileceği gibi bir kanaat yaymaya çalışıyorlardı ki, İmam Khomeynî ve çevresi, bu taktiği hemen farkedip, bu tür yazıları engellemişlerdi..)
Şimdi, artık, İmam Khomeynî'nin vefatı üzerinden 23 yıl geçmişken.. Huccetiye Hareketi cesaretini yeniden toplamışa benziyor..
Nitekim, yayımlanan sözkonusu son beyannameye göre, aynı cereyanın medreselerde ulemâ ve talebeler arasında yeniden ve gizlice faaliyet gösterdiği ve bir kısım ulemâ ve talebeyi kendilerine cezbettiği anlaşılıyor..
Bu beyannamede, şu üç hedefin gözlendiği de belirtiliyordu:
1- İmam Khomeynî'nin düşünce tarzının genel çizgiden bir sapma olduğuna dair bir kanaati yaygınlaştırmak..
2- İnqılab'ın itiqadî ve ideolojik çizgisini belirleyenlerle savunucularını yalnızlığa sevketmek..
3- İtiqadî bir savaş başlatmak ve ulemâyı ulemâ eliyle vurmak..
'Encumen-i Huccetiye', 1957 yılında, Bahaîliğe karşı mücadele fikriyle ortaya çıkan ve daha sonra ise, zuhûr edeceği Mehdî-y'i Muntezer (Beklenen Mehdî) için sosyal hayatı ve toplumu hazırlamak adına oluşturulmuş bir cereyan idi.. Ve Mehdî'nin zuhûr edebilmesi için, dünyanın fesadla dolması gerektiğine inanılıyor ve İslam İnqılabı uygulamasıyla ise, dünyanın fesadla dolmasının ve dolayısiyle de, Mehdî hazretlerinin zuhûrunun önlendiği' görüşü / inancı kitlelere yayılmaya çalışılıyor ve bu iddia, daha çok da inqılab ve savaştan durumları sarsılan -ekonomik açıdan orta ve üst sosyal- kesimlerde daha bir ilgi görüyordu.. (Merhûm) İmam Khomeynî, bu görüşün saçma olduğunu belirtip, kendilerini feshetmeleri için bir mühlet tanıyınca, bu cereyanın mensubları da, kendilerini feshettiklerini ileri sürerek, yeraltına inmişlerdi..
Ama, mütedeyyin insanlar oldukları ve müslüman halkın diğer kesimlerinden ayırd edilmeleri zor olduğu için, devlet idaresinin çeşitli etkili kademelerine sızmakta yine de zorlanmamışlardı.. (T.C.'deki bazı cemaat hareketlerinin mensublarının da yönetim içinde zâhiren çok mâsûmâne bir görüntüyle, müslüman olarak, pek çok etkili vazifelerde yer almalarında olduğu gibi..)
Şimdi, yayımlanan bu son bildiri de gösteriyor ki, zemini ve zamanı müsaid bulunca, Huccetiye'ciler, meydana yeniden çıkmaya hazırlandıkları anlaşılıyor..
*
Ve, Abdurrahîm Karakoç ağabeyin ardından...
O hep geri planda kaldı.. Solcu-laik-kemalist güçlerin safında olsaydı, baştâcı ederlerdi mutlaka..
Aynı gazetede yıllarca birlikte yazdık..
Ama, temelde aynı aynı kalkış noktamız olsa bile, algılayışta, farklı noktalarda olduğumuzu her halde ikimiz de biliyorduk..
Birkaç defa bazı görüşlerine katılmadığımı yazıp özel mesajla bildirmek istedim..
Ama, nedense, onu da istemedim..
Çünkü, fikirlerinde samimî olduğuna inanıyordum..
En fazla karşı çıktığım görüşlerinden birisi, 2007'deki cumhurbaşkanlığı seçimleri sırasında, Cumhurbaşkanı olacak kişinin türk olmasını dile getirdiği satırlardı..Bunu daha başkaları da yazmıştı, müslüman kesim arasından..
O konuda kendisine bir şeyler yazmak istedim, ama, 'türk' ten maksadının, yabancı olmaması olduğunu söyleyeceğini kestirebiliyordum.. Bu da beni asla ikna etmiyecekti. Çünkü, eminim ki, o isimle, türk etnisitesine, kavmine, ırkına mensubiyetin gözetleniyordu..
Ben ise, insanların etnisitesinin, kavminin, ırkının asla sözkonusu edilemiyeceğine, insan olanlar arasında ancak, fazilet ve taqvâ açısından bir derecelendirme yapılabileceğine inanıyordum- inanıyorum.. O ise, 1970'lerdeki sağcı- solcu ayırımında, solda olmayan; ve de türkçü söylemin yanında yer almış olsa bile, orada da, üç hilalci-bozkurtçu ayırımında üç hilalciler tarafında yer almış birisi olarak kalmıştı ve o tercihini hep korudu..
Abdurrahîm ağabeyde bu hassasiyet, onun değerler dünyasına her ne kadar yabancı olsa da bu yaklaşım vardı.. Oğlunun adını da 'Türk İslam' şeklinde koymuştu, pek alışılmamış bir şekilde...
Abdurrahîm bey'in kendi fikrî dünyasında sert, tâvizsiz, katı gibi gelen görüşlerine rağmen, Âşık Mahzunî vefat ettiğinde, onu tezkiye edici, temize çıkarıcı, ondaki bir çok hassasiyetlerin Anadolu insanının ortak değerleri olduğuna dair şahidlikleri de olmuş ve bu beni şaşırtmış ve de memnun etmişti.. Çünkü, Âşık Mahzunî'nin müslümanlar açısından çok yadırganacak, hattâ ateizm'e varan söylemleri bile vardı.. Ama, Abdurrahîm Bey, onun, İslam'a değil, müslümanların sergilediği yanlışlara karşı çıktığını söylüyordu.. Ve eğer onun itirazı bu çerçeve idiyse, elbette olabilirdi..
Yani, yazılarındaki o tâvizsizliğe rağmen, karşıtları olduğu sanılanlarla dostluk derecesinde bir bağ kurabileceğinin işaretlerini de veriyordu, o.
Kimi ajanslar, haber kaynakları, onun soyadındaki benzerliğe bakarak, Sezaî Karakoç'un vefat ettiğini bile yazdılar..Yani, o, o kadar arka planda kalmayı başardı..
Halbuki, şiirleri solcu -laik olmayan kesimden hemen herkesin dilinde idi..
'Mektup yazdım Hasan'a, /Ha Hasan'a, ha sana..' şeklindeki şiiri de, yoksul halkın dertlerini yansıtan diğer şiirleri de, dillerimizde idi..
Hemen herkesin bildiği ve türkü olarak seslendirilmiş 'Mihriban' şiiri sadece şiir ve kafiye olarak yazılmış olmayıp, bir kalbin en sancılı köşelerinden kopup gelmiş gibidir..
Hele, 1970'lerde müslüman gençlerin marşı haline gelen, 'Hak yol İslam' şiiri, bir ayrı etki yapmıştı gençliğin duygularında... Nasıl olmasın ki, genç dimağlara hedef bile gösteriyordu..
*
(...)
Memurların masasına,
Zenginlerin kasasına,
Masonların locasına
Hakyol İslam yazacağız..
Herkes duyacak bilecek,
Saklanmaz gayri bu gerçek,
Yaprak yaprak, çiçek çiçek,
Hakyol İslam yazacağız..
gibi mısralar hangi genç insanı yerinden oynatmazdı ki?
*
Abdurrahîm ağabeye ebedî yolculuğunda hayırlar, rahmetler niyaz ediyorum..