İslam düşüncesinin zirvesi İmam Gazzali

Yusuf Genç, İmam Gazali'nin hayatını inceliyor.

Yusuf Genç'in CİNS'te yayımlanan araştırması İslam düşünce geleneği içinde müstesna bir yere sahip olan İmam Gazzali'ye odaklanıyor. "İslam'ın delili" (Huccet'ül İslam) lakabıyla anılan Gazzali'nin çabaları Müslümanların bugün hala uğraştıkları problemler için önemli çözüm önerileri sunuyor. İmam'ın mantık ilmine karşı gösterdiği hassasiyet bunlardan en önemlisi olarak gösterilebilir. Okurlarımız için iktibas ediyoruz.


İslam düşüncesinin zirvesi İmam Gazzali

Bundan yaklaşık bin yıl önce Büyük Selçuklu Devleti topraklarındaki Tus’da dünyaya geldi. Yıl: 1058. Doğduğu kasabaya nispetle Tusi diye anılsa da şu anda olduğu gibi, o kasabadan, o şehirden hatta belki Büyük Selçuklu Devleti’nin kendisinden bile daha büyük bir şöhrete kavuştu. Ortaçağ’daki Batılı dünyanın, Algazal diye tanıdığı Gazzali, hiç tartışmasız İslam düşüncesinin zirve isimlerinden biridir.

Ailesi hakkında çok da ayrıntılı bilgi yok aslında. Ancak bin yıl önce yaşamış biri için hayatının pek çok detayının kayıt altına alındığı düşünülürse, etkisi ve önemi de anlaşılacaktır. Hikâyesi, yoksul babasının çocuklarını okutma tutkusuyla başlıyor aslında. Kur’an-ı Kerim, dil bilgisi ve aritmetik eğitimini henüz çocuk yaşlarındayken tamamlıyor. İleri düzey eğitimi için doğduğu yer olan Tus yakınlarındaki Gürcan’a giden Gazzali, burada çeşitli hocalardan pek çok ders alır.

Gürcan’dan tekrar Tus’a dönerken eşkıyalarca yolunun kesilmesi, genç Gazzali için hayatının en önemli kırılma noktalarından biri olur.

Beş yıllık eğitimin ardından Gürcan’dan tekrar Tus’a dönerken eşkıyalarca yolunun kesilmesi, genç Gazzali için hayatının en önemli kırılma noktalarından biri olur. Her şeylerine el koyan eşkıyaların reisine giden Gazzali, hiç olmazsa defterlerini almamalarını ister. Çünkü beş yıllık bütün birikimi o kitaplardadır. Eşkıya reisinin, “bu nasıl ilim ki kitapları senden alınca ilim de senden gidiyor” diyerek alay etmesini Allah’ın bir ikazı kabul ederek, 3 yıl içinde bütün kitaplarını ezberleyecektir.

İçinde yaşadığı yüzyıl, bilgiye ve bilginlere kıymet verilen bir yüzyıldır. Okumak, sadece imkânı olanlar için değil, o yıllarda da var olan burs sistemiyle fakir öğrencilerin de imkânı dâhilindedir. Genç Gazzali de girdiği dünyayı daha da derinleştirmek için 23 yaşında, bir grup arkadaşıyla ilim tahsili için Tus’tan Nişabur’a gider ve burada Büyük Selçuklu veziri Nizamülmülk’ün kurduğu Nizamiye Medresesi’ne kayıt yaptırır. Burada dünyanın en büyük âlimlerinden Cüveyni’nin talebesi olma imkânı bulur.

Tüm insanlık tarihi boyunca eşine az rastlanır bir dehanın karşısında bulunuyoruz. 23 yaşındayken girdiği Nizamiye Medresesi’nden, başta fıkıh olmak üzere, hadis, akaid, gramer gibi geleneksel bilgi dallarında uzmanlık derecesinde yetişmiş olan Gazzali, ayrıca mantık ve felsefeye de epey aşinadır. Burada, çok sıkı bir eğitime başlayan genç Gazzali’yi hocası, “Gazzali, derin bir denizdir” diyerek tanımlayacaktır. Daha henüz gençliğinde “mantık, zekâ ve tabiat itibariyle benzeri görülmemiş bir kişi” olarak nitelenecektir.

  • Büyük âlim hocası Cüveyni’nin 1085 yılındaki vefatı üzerine vezir Nizamülmülk’ün karargâhına gitmesi, hikâyesini bütünüyle başka bir şekle getirecektir. İlim adamlarına çok yüksek bir saygı ve ilgiyle yaklaşan Nizamülmülk’ün, henüz 28 yaşındaki Gazzali’yi saygıyla ayakta karşılaması, ilmini ve zekâsını keşfettiğini ortaya koyar niteliktedir. Nizamülmülk’ün meclisinde pek çok başka kıymetli âlimle tanışan Gazzali, ilmini ve ufkunu daha da artıracaktır.

1071’de Malazgirt’te Anadolu’yu vatan kılmamızın üzerinden yirmi yıl geçtikten sonra 1091’de Bağdat’taki Nizamiye Medresesi’ne müderris olarak tayin edilen Gazzali, burada müderris olarak geçirdiği dört yılda, onlarca kitap kaleme almıştır. Burada aynı zamanda Meşşai-İşraki felsefeyi de yakından inceleme fırsatı bulmuş ve filozofların doğru ve yanlışlarını tartışmaya yer bırakmayacak netlikte tespit etmişti.

Bağdat Nizamiye Medresesi’nin şöhreti emirlerin bile şöhretini geride bırakan bu ünlü hocası, dışarıdan bakıldığı gibi başarılı ve mutlu değildi.

Bu yıllarda kelam, felsefe, Batınilik ve tasavvuf hakkında yoğun ve derin bir anlama çabasına girişen Gazzali, çok geçmeden zihin ve ruh dünyasında tam anlamıyla bir bunalıma saplanacaktır. Bağdat Nizamiye Medresesi’nin şöhreti emirlerin bile şöhretini geride bırakan bu ünlü hocası, dışarıdan bakıldığı gibi başarılı ve mutlu değildi. İçindeki derin şüphelerle çöküyordu. Ancak kendi otobiyografisinde belirttiğine göre zaten “şüphe, onun tabiatında vardı.”

İlmi başarı ve ülke dışına taşan şöhretinin bir müddet üzerini örttüğü şüpheciliği, dört yıllık müderrisliğinin ardından derinlemesine anlamaya çalıştığı tasavvufla ilgilenmesinden sonra yeniden ortaya çıkmıştı. Üstelik kendi ifadesiyle şüphesi, sadece metafizik ve bilgi problemleriyle ilgili de değildi, ahlaki bakımdan da kendini sorguluyordu artık. Makam ve şöhret arzusunun niyetine karıştığını, ahiret yolu için faydası olmayan ilimlere uğraştığını üzülerek fark ediyordu. Bugünkü modern insanın sancısına ne çok benziyor.

Tüm bu sancılardan kurtulmak için Bağdat’tan ayrılmayı düşünse de bunu başaramadı. Nihayetinde 1095 yılıyla başlayan şüphe krizi, giderek psikolojik rahatsızlıklara evrildi. İştahsızlık ve hazımsızlık yanında ders de anlatamıyordu. Uzun süre hastalığıyla meşgul olan hekimler, rahatsızlığının psikolojik olduğunu fark ettiler. Ve tedavisinin de ancak bu yolla mümkün olabileceğini belirttiler. Sonunda epeydir düşündüğü şeyi gerçekleştirebilme imkânı buldu. Bağdat’la bütün ilişkilerini sona erdirdi.

Ayrılmasına izin vermeyeceklerini bildiği için, ‘Hacc’a gidiyorum’ diyerek medresedeki görevini de kardeşine bırakarak 1095 yılının sonlarına doğru Bağdat’tan ayrıldı ve Şam’a gitti. Burada Emeviyye Camii’ne çekilerek nefsini terbiye etmek ve ahlakını güzelleştirmekle meşgul oldu. Oradan Kudüs’e gitti ve inzivasına devam etti. Sonrasında Mekke ve Medine’ye gittikten sonra tekrar doğduğu topraklara geri döndü.

Gazzali, toplamda 11 yıl sürdüğünü söylediği bu inziva ve seyahat döneminde, baş eseri İhya’u Ulumid’din başta olmak üzere, bir kısmı Batınilik ile ilgili olan pek çok kitap kaleme aldı. 1106’da Nişabur’a döndükten sonra tekrar Nizamiye Medresesi’ndeki görevine gelmiş ve bu kez: “Önceden mevki kazandıran ilmi öğretiyordum, şimdi mevki terk ettiren ilmi öğretiyorum” diyecekti. Dönüşünü, Sultan’ın bu denli ısrarını geri çevirmenin nezakete sığmayacağı, şeklinde açıklayacaktır.

İkinci hocalık dönemi kısa sürecek ve yaklaşık 3 yıl sonra görevini bırakıp doğduğu yere, Tus’a geri dönecektir. Bu üç yıl içerisinde de yine pek çok kitap kaleme almıştır. Tus’a döndükten sonra evinin yanında fakirler ve sufiler için bir medrese yaptıran Gazzali, ömrünün son günlerini burada gönül sohbetleri yaparak ve eksik bıraktığını düşündüğü hadis imiyle meşgul olarak geçirdi. Nihayet, 18 Aralık 1111’de burada vefat etti. Firdevsi’nin mezarının yakınına defnedildi.

400’ün üzerinde eseri günümüze ulaşmış olsa da toplamda binin üzerinde kitabı olduğu düşünülmektedir.

Gazzâlî’nin İḥyâʾsının en eski nüshalarından biri olan Muḫtaṣarü’l-İḥyâʾın ilk ve son sayfaları.

Hemen tüm kaynaklar, Gazzali’nin tüm insanlığın bilim ve düşünce tarihinde eşine az rastlanır bir âlim olduğu konusunda hemfikirdir. 400’ün üzerinde eseri günümüze ulaşmış olsa da toplamda binin üzerinde kitabı olduğu düşünülmektedir. Ona göre şüphe, gerçeğe ulaşmanın tek yoluydu. Çünkü şüphe etmeyen gerçeği göremeyecektir. Gazzali’nin sistemli şüpheciliği, eşyanın gerçek mahiyetinin ne olduğunu sorması ve bu konuda kesin bilgiye ulaşmak istemesiyle başlamıştır.

İsmi etrafında asırlardır tartışmalar yapılan İmam Gazzali’nin felsefeyle çok derinlemesine ilgilendiğini biliyoruz. Gazzali, felsefeyi asla bütünüyle reddetmiyordu. Aklı çalıştırma sistemi olarak felsefeye itirazı yoktu ama aklı mutlaklaştırmaya varan felsefeye itiraz ediyordu. Gazzali, felsefecileri temel olarak aslında üç başlık dolayısıyla küfre düşmekle itham etmişti. Birincisi, âlemin bir başlangıcının olmadığı ve zamanda yaratılmadığı düşüncesiydi. Aristo’ya göre olan “Âlemin ezeliliği’ fikri, onun ifadesiyle tevhid inancıyla bağdaşamazdı. İkincisi, tanrının bilgisinin cüzi olanı kapsamayacağı fikri idi… Üçüncüsü ise, ahiret hayatının ‘cismani değil ruhani’ olduğu fikri, bütünüyle sorunluydu.

Kaynak: Yusuf Genç / CİNS

Biyografiler Haberleri

"Afiye Sıddıki'ye yönelik Amerikan zulmü sürüyor"
İşgal rejimi Gazze kuzeyinde 20 günde 770 kişiyi katletti
Türkiye Yazarlar Birliği Kurucu Başkanı Mehmet Doğan vefat etti
İşgalci İsrail’in kabusu Yahya Sinvar kimdir?
Filistin cihadına adanmış bir ömür: İsmail Heniyye