İslam Düşüncesinde Mutezile Semineri Yapıldı

15 günde bir Bingöl Bilgi ve Düşünce Derneğinde yapılan İslam Düşüncesi Seminerlerinin bu haftaki konusu "İslam Düşüncesinde Mutezile" idi. Seminer, Bülent Şahin Erdeğer tarafından sunuldu.

Bülent Şahin Erdeğer, sunumunda öncelikle Mu'tezile'nin doğuşunu hazırlayan sebepler üzerinde durdu. Hz. Osman, Hz. Ali ve arkasından gelen Emevi saltanat ideolojisinin bu tarihsel süreçte oynadığı role değindi. Bu bağlamda Erdeğer, Mutezile'yi anlamanın onu hazırlayan tarihsel, toplumsal ve düşünsel süreçlerle sıkı bir ilişkisinin olduğunu, bu anlama çabası için tarihsel arka planın mutlaka iyi irdelenmesi gerektiğini vurgulayarak şöyle devam etti:

"Müslümanların, olaylar veya göstergeler arasında bilinçli bir bağ kurma çabası, kısacası Kur'an merkezli sosyallik, cahiliyye ile yer değiştirinceye kadar topluma hakim olmuştu. Ancak Muaviye iktidarı gasp edince her şeyi Allah'ın takdirine veren kaderci söylemin sahibi Cebriyye'yi desteklemişti. Çünkü Cebriyye'nin görüşlerinde hile ve darbeyle gasp ettiği hilafetin kendisine ilâhi bir takdir olarak verildiği mesajı da bulunmaktadır. Buna karşı Muaviye'ye karşı olanlar ise halifeliğin ilâhî takdirle bir alakasının olmadığını, tam aksine insanların kendi isteklerinin bir sonucu olduğunu ileri sürerek Muaviye'ye ve şahsında saltanata karşı çıkmışlardır. Kader tartışması fildişi kulelerde üretilmiş teorik bir zihin jimnastiği değil bilakis İslam'ın yaşamsallaştırılmasında devlet ve bağlılarının yönetim sorunundan çıkmış aktüel bir tartışmadır. Bu siyasal ortam daha sonra muhalefetin düşünsel altyapısını oluşturmuş ve sonuç olarak diğer bazı faktörlerle birlikte Mutezile'nin beş temel ilkesini vücûda getirmiştir. Kısaca, Emevilerle muhalifleri arasındaki çatışmalar devam ettikçe bu tavır da devam etmiştir. Vasıl b. Ata ve Amr b. Ubeyd'in (Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun) siyasal mücadeledeki tutumlarına paralel olarak geliştirdikleri düşünsel çerçeve işte bu süregelen tavrın entelektüel bir ifadesi anlamını taşımaktadır.

Hz. Osman'ın iktidar dönemindeki cahili sapmalarla ortaya çıkan anlaşmazlıklar İslâm toplumunda bazı iç savaşların doğmasına sebep olmuş, buna bağlı olarak da "katl (öldürme)" işinin fazlaca işlenmesi Müslümanları farklı yaklaşımlar geliştirmeye yöneltmiştir. Diğer taraftan bu savaşlara katılan taraflar, çeşitli eleştirilere tâbi tutulmuş, bu konularda değişik fikirler ortaya atılmıştır. İşte Mutezile de bu siyasî –fikrî problemler hakkında kendine has görüşler ileriye sürmüş ve yeni bir ekol olarak ortaya çıkmıştır. Kısaca sahabe döneminde ortaya çıkan bazı siyasi olayların yorumlanması, bu olaylarla bağlantılı fikrî tartışmalar ve ileri sürülen görüşler Mutezile'nin doğmasında etkili olmuştur."

Sonrasında Mutezile'nin 5 temel ilkesi ile, bu ilkelerin soyut tartışmalardan çıkmadığını, toplumsal gerçeklikle sıkı bağlantısının olduğunu, zalim iktidarların dini kendi ikballeri için araçsallaştırmalarına karşı Mutezile'nin getirdiği beş ilkenin hayatta karşılığı olduğunu belirten Erdeğer beş ilkeyi şöyle açıkladı:

 

Tevhid:

Tevhid, Mutezile'nin özünü ve görüşlerinin esasını oluşturmaktadır. Mutezile'ye göre, Allah'ın birliği, O'nu insan beyninin tasavvur edebileceği her türlü sıfattan tenzih etmeyi gerektirir. Allah'ın bir olması ve O'nun kâdîm bulunması, Allah'a mahsus özel bir sıfattır. Allah'ın sıfatları vardır, zatından ayrı düşünülebilen şeyler olmayıp, zatının kendindendir. Buna göre Allah (c.c.) için "âlim, semî, basîr'dir" denilebilir. Ve dolayısıyla Allah zatıyla alim, zatıyla kâdîr ve zatıyla diridir, başka bir ilim, kudret ve hayat sıfatıyla değil. Böylece "O'nun ilim, semi, basar vb. sıfatları vardır" denilemez. Çünkü ikinci anlayışa göre, Allah'ın sıfatları da zatı gibi kadîm olacağı ve birden fazla kadîm kabul edilmiş olacağından dolayı bu anlayış, tevhit esasına aykırı düşmektedir. Yine Kur'an'ın mahluk olması problemi, ilahi sıfatlar probleminin bir parçasıdır. Bu konuda yapılan tartışmalar bizzat yazılmış ve okunmuş Kur'an'la alakalıdır. Ancak Mutezile'yi, kelam sıfatı dahil, ilahi sıfatları Allah'ın zatı ile aynileştirmeleri, İslâm'daki Allah'ın birliği akidesini müdafaa gayreti sebebiyle olmuştur.

Kelam'ın Allah'ın bir parçası/oğlu olduğu iddiasıyla teslis doktrinini savunan Hıristiyan kelamcılarının tezleri karşısında susmayı seçen hadis ehlinden farklı olarak Allah-kelam ilişkisini masaya yatırmışlardır. Hıristiyanların Müslümanlara karşı geliştirdikleri temel tez Kur'an'da da Allah'ın Kelimesi/Kelamı olarak tanımlanan İsa Mesih (as)'in Allah'la niteliksel bir bağı olduğu (oğulluk) iddiasıydı. Bu tartışma bağlamında İlahi Kelam'ın Allah'ın bir parçası olamayacağını İhlas Suresi ışığında aklen ispatlayan tevhit ve adalet ehli alimler teslis şüphesini gidermişlerdir. Mutezile'nin Allah-kelam ilişkisi arasındaki ayrıma vurgu yapması tevhit akidesini korumaya yönelik bir çaba mahiyetindeydi.

Mutezile, teslisçi mahluk olmayan kelam tezinin yanı sıra yaratılmış alemin Allah'ın kendisi olduğunu savunan vahdet-i vücutçu görüşlerden, imam'ın Allah'ın cisimleşmiş zuhuru olduğunu söyleyen gulat fırkalara kadar kuşatma altına alınan Kur'an akidesini, nübüvveti, ahireti Kur'an'ın çizdiği akli yöntemlerle savunmaya çalışmıştır.

 

Adalet:

Mu'tezile'nin bir diğer adı da Ashabu'l-Adl'dir. Onlara bu isim şu anlayışlarının bir neticesi olarak verilmiştir: İnsan kendi fiilinin yapıcısıdır. Allah insana bir işi yapıp yapmama kudretini vermiştir. Eğer böyle olmasaydı, insan yaptığı işlerden sorumlu olamazdı. İnsanın ahirette sorumlu tutulması tam bir hareket hürriyetine sahip olmasına bağlıdır. Bir kimseye ihtiyarı olmadan yaptığı bir işten dolayı ceza verilmesi, Allah'ın adaletine aykırı düşer. Oysa Allah kimseye zulmetmez. Mu'tezile bu hususu bazı Kur'ân ayetleriyle de delillendirmiştir.

Mutezile, adalet prensibine bağlı olarak, Allah'ın kulları için şerri murat etmediğini, dolayısıyla kulların fiillerini yaratmadığını, şayet yaratmış olsaydı kul fiili cebir altında yapmış olurdu, fikrini savunmuştur. Bundan hareketle, kul için hayırlı olanı yaratmanın Allah'a vâcip olduğunu ifade etmiştir. Çünkü Allah kendisine şer ve zulüm isnat edilmesinden münezzehtir, şayet zulmü yaratsaydı zalim olurdu, şeklinde bir anlayışı savunmuşlardır. Yine bu esasa bağlı olarak, Mutezile, kaderi de Allah'ın koyduğu ölçüler dairesinde tarif etmiştir. Burada Mutezile'nin dini meselelere, özellikle, şerrin Allah tarafından yaratılması hususuna yaklaşımları, büyük ölçüde, onların ahlakî muhakemelerine dayanmaktadır. Çünkü Mutezile'ye göre, Allah kullarını sadece iyilikleri için yaratmıştır. Kötülük bir zaaf olup insanların iradeleri sonucunda açığa çıkar. İnsanlar yaradılışlarına yani iyiliğe/fıtrata ters davranışlar irade ettikleri için adalet gereği cezalandırılırlar.

 

Va'd ve Vaîd:

Mutezile, kâmil imandan çıkan, fakat tamamen küfre sapmayan ona doğru ilerleyen, fasıkların cezalandırılmasını ve mümin olup taat üzere bulunanların mükafatlandırılmasını Allah için vacip saymıştır. Onlara göre bu görüş Allah'ın âdil olduğu ve kullarına zulmetmeyeceği fikrine dayanmaktadır. Zira Allah, Kur'an'da insana iyi şeyleri yapmasını ve kötü şeyleri terk etmesini emretmiştir. Bu ayetlerin Allah için uygulanmayacağını düşünmek bir nevi iftira demektir. Çünkü Allah insanlara emir ve nehiyleri ayırıcı bir lütuf olarak aklı vermiştir. Dolayısıyla insanın sevap ve ceza görmesi ameliyle olacaktır. Kur'an'da defalarca yinelenen bu gerçeğin ifade edilmesi, günahları başkalarının boynuna yükleyen, sorumluluktan kaçan kitlelere bir uyarı niteliğindeydi.

Mutezile, bu esasla, Allah'ın suçluyu affetmemesi, tövbenin gerekliliği ve kul hakkına taalluk eden konularda şefaatin bir tesirinin olmayacağı, gibi konuları ele almıştır. Buna göre, va'd ve vaîd muhal değildir, gerçektir. Allah'ın sevapla va'di ve azapla da vaîdi mutlaka gerçekleşecektir. Böylece iyilik yapan sevapla mükafatlandırılacak, kötülük yapan da azapla cezalandırılacaktır.

Bu ilke ile toplumda doğan suç işleme ve günahı küçümseme eğilimlerinin önü alınmaya çalışılmış, insanın salih amelle kurtulacağı vurgusu öne çıkartılmıştır.

 

El-Menziletu Beyne'l-Menzileteyn:

Toplumsal ıslahtaki tebliğ söyleminin iyi yakalanması gerekmektedir. Tüm muhatapları toptan tekfir etmekle, toptan ideal görmek ifrat-tefritine düşmemek için Mutezile, "Büyük günah işleyen sosyolojik olarak ne kafir ne de mümin muamelesi görmelidir" düşüncesini öne sürmüştür. Bu bakımdan bu gibi insanlar kafirle mümin arasında manevi bir dereceye sahiptir. Bu kişi fâsıktır. Allah onların günahlarını affetmez. Tövbe etmeden ölürlerse cehenneme giderler. Ölmeden önce tövbe ederlerse mümin sayılırlar. Ancak cehennem azabı bakımından fâsıkla kafir denk değildir. Mutezile bu prensibe bağlı olarak büyük günah işleyenin imandan çıkacağını, çünkü amelin imandan bir cüz olduğunu iddia etmiştir. Ancak bu kişinin bu haliyle küfre de girmeyeceğini, imanla küfür arasında bir yerde bulunacağını benimsemiştir. Mutezile'ye göre bu kişiye ölünceye kadar sosyolojik anlamda Müslüman muamelesi yapılır, şayet bu kişi şartlarına uygun tövbe ederse imana dönmüş, tövbe etmeden ölürse öldüğü andan itibaren kafir sayılır. Kısaca, Mutezile'ye göre bir insan Allah'a peygamberlere ve kitaplara inanır, helali helal, haramı haram sayar ve bu imanı ile birlikte büyük günah işlerse, o kişi fasık olur. O sadece fasıklığa adım atmıştır, tövbe ederse imanı ona tekrar döner. Tövbe etmeden ölen büyük günah işleyenin dünyada iken müminlik ile kafirlik arasında bir derecede bulunması anlayışı, kelam tarihinde, sadece Mutezile'ye has bir anlayıştır. Burada dikkat çeken husus, Mutezile'nin kebîre işleyeni kafir sayan Haricilik ile iman sahibine küçük-büyük günahların zarar vermeyeceğini ileri süren Mürcie arasında orta bir yol tutmuş olmasıdır. Böylece Mutezile, bu konuda, ne Hariciler gibi katı davranmış, ne de Mürcie gibi İslâmî prensipleri hafife almıştır. Bu bağlamda Kur'an'da ifade edilen "fasık" kavramının imandan küfre doğru amelle ilerleyiş olduğunu görüyoruz. Rabbimiz, fasık kavramını Mekke'de müşrikleri, Medine'de de münafıkları tanımlamak için kullanmıştır. Dolayısıyla amelsiz Müslüman gibi İslam'da bulunmayan durumun ilerleyen zamanlarda doğurduğu sosyolojik bunalımı Mutezile bu yaklaşımla çözmeye çalışmıştır. Ayrıca ekol, bu ilkesiyle Kur'an'da imanı kalplere yerleşmemiş, İslam devletinin kanunlarına teslim olmuş bedevî gruplarla iman ve salih ameli bütünleştirmiş müminler arasındaki ayrıma dikkat çekmek istemiştir. Müslümanlık iddiasını sürdüren salih amelsiz kitleleri toptan tekfir etmeksizin iman-amel bütünlüğüne çağırmanın bir formülü olarak El-Menziletü Beyne'l-Menzileteyn düşüncesi işlenmiştir.

 

Emr-i'bil-Ma'rûf ve Nehy-i ani'l-Münker:

Bu prensip, iyi ve doğru şeyleri emretme, kötü ve çirkin şeylerden de men etme prensibidir. Mutezilîler, Kur'an'da iyiliklerin emredildiği ve kötülüklerin yasaklandığı düşüncesinden hareketle, iyiliği emretmeyi ve kötülükten alıkoymayı, kendilerine vacip saymışlardır. Buna göre her Müslümanın iyiliği emretmesi ve kötülüğü yasaklaması onun için bir görevdir. Bu da Mutezile'nin üzerinde ittifak ettiği beşinci husustur. Mutezile bu esasın bütün müminler üzerine İslam davetini yaymak, sapıkları hidayete kavuşturmak ve Müslümanları devrin emirleri üzerinde ifsada sevk etmek gayesiyle hakkı batılla karıştırmaya çalışanların hücumlarına karşı çıkmak için, bir vazife, bir mecburiyet olduğunu kabul eder.

Daha sonra genel bir değerlendirme ile Mutezile'nin icra ettiği fonksiyona ve bazı yanlış anlamalara değinen Bülent Şahin Erdeğer şöyle devam etti:

"Mutezile'nin inanç ve düşünce anlayışının temelini oluşturan esaslar dikkatle tetkik edildiğinde bu beş esasın insanın özgürlüğü problemiyle ilişkili olduğu görülmektedir. Onlara göre bu esaslar değişmeyen temel ilkelerdir. Ölçü de bu beş esastır. İlkeler Kur'an'ın temel öğretilerini özgün bir açıyla kategorize edilmesinden ibarettir.

Mutezile mektebi klasik mezhep tanımından daha çok "cephe" ya da düşünce platformu sözcükleriyle tanımlanabilir. Çünkü Mutezilî imamlar "Usul-i Hamse" yani temel beş fikir dışında birbirinden genelde farklı düşünmüşlerdir. Nitekim Ehl-i Rey'in önemli bir temsilcisi olan İmam Ebu Hanife, Mutezile'nin sistemleşmesine ciddi katkılar sağlayan Ebu'l-Huzeyf el-Allaf gibi diğer Mutezilî imamlar bazen uhrevi bazen de kelami konularda birbirlerinden farklılaşmışlardır. Bu farklılaşmanın en temel nedeni ise Mutezile'nin düşünce okulu niteliğinde bulunması ve taassup sahibi olmamasıydı. Elbette ki bizim için bu ekolün tümüyle hak mezhep olması diye bir durum söz konusu olamaz. Sonuçta Kur'an merkezli kalmaya azami gayret göstermiş olan bu ekol de Müslümanca beşeri bir çabadır ve kimi zaman hata ve eksikliklere duçar olmuştur.

Dönemin beyin fırtınası zemini olan ve bu sebepten dolayı da tekdüzelik taşımayan yapısından dolayı Mutezile'nin temel ölçütleri bir kişi tarafından ortaya konulmamış, tarih içerisinde aşamalı bir gelişim göstermiştir. Örneğin bu ekolün kurucusu olarak bilinen Vasıl b. Ata temel ilkelerden sadece üçünü tanımlamış ama sistemleştirmemişken, Amr b. Ubeyd "tevhid ve adl" ilkesi ile ilgili temel bir perspektif yakalamış, İbrahim Nazzam ve Allaf da "va'd ve vaid"den, "emr-i bi'l-maruf"a kadar birçok noktayı belirginleştirmiş, Cubbai felsefi nitelikleri netleştirmiş, Kadı Abdülceb-bar da Mutezile'yi sistemleştirme çabalarına önemli rötuşlar yapan kişi olmuştur. Bundan dolayı Mutezile diğer gruplar gibi bir mezhep olarak değil bir düşünce platformu olarak değerlendirilebilir.33Yine Mutezile'nin adl ilkesini sistemleştiren Cehm b. Safvan, "el-Milel ven'Nihal" isimli eserinde adl ilkesine dair görüşleri aynen kabul edilirken yine aynı kişinin cebri görüşü reddedilmiştir. Dolayısıyla bizler de Mutezile'ye ilişkin değerlendirmelerimizi –Mutezilî olalım ya da olmayalım– eleştirel bir bakış açısına oturtmak durumundayız.

Döneminde daha sonra salt akılcılık taraftarlarının sistemleşmesini önemli ölçüde etkileyecek Yunan felsefi eserlerinin çevirilerinin yoğunluklu olarak yapıldığını bildiğimiz Mutezile dönemi; Yunan filozoflarının alem, madde, insan ve ruh gibi konularda ortaya attıkları teorilere reddiye yazarak ün kazanmıştır. Meşhur olanın aksine Mutezile, Yunan felsefesinden baskın ölçüde etkilenmemiş; aksine bu konuda en sert tavrı gösteren grup olmuştur. Bu konunun en iyi dayanakları daha sonraki dönemlerde İbn-i Sina, Farabi gibi filozoflarca da kabul edilen; alemin ezeliliği fikri, maddenin varolmadığına ilişkin şüpheci yaklaşımlar ve deist fikirlerin Mutezile tarafından kabul edilmediği hatta dönemin bir çok Mutezilî alimi tarafından (Cahiz, Cubbai, Kadı Abdülcebbar, İbrahim Nazzam gibi) bu konuda bir çok reddiye yazılmış olmasıdır. Ayrıca Mutezilî düşünce mektebi, içerden ve dışardan gelen cahili eğilimlerin İslam'ın temel tezlerine karşı başlattığı yoğunluklu kelami saldırıları bertaraf etme görevini de icra etmiştir.

Mutezile'nin yanlış anlaşılan tanımlarından biri de akıldır. Mutezilî alimlere göre "akıl" nakli bilgiden (öncelikli olarak fıtrat; daha sonra da kendisine ulaşan vahiy) bağımsız olmayan; insanın bilgileri değerlendirip; doğru ile yanlışı, güzel ile çirkini ayırt etmede (furkan) kullanılan bir araçtır. Sanılanın aksine Mutezileaklı vahye alternatif bir kaynak olarak görmez. Maalesef Mutezile'nin akıl teorisi bugünün alimlerince Batı'daki "rasyonalizm" ile karıştırılmaktadır. Rasyonalizm; akla bir çeşit uluhiyet yükleyerek; aklı tanrılaştırmakta ve hayatta tek "kaynak" kabul etmektedir (sekülerizm). Ancak Mutezile'nin akıl tanımı bundan farklı olarak vahiy temelli ve vahyi anlamaya, hayatı ve evreni sorgulayarak; bu bilgileri vahiy ışığında hayatta uygulamak suretiyle öze ulaşmak demektir. Mutezile buna "İslami akıl" demektedir. Kuşkusuz İbn-i Sina, Farabi ve İhvan-ı Safa gibi yukarıda belirttiğimiz rasyonalist tavra sahip olan filozoflar da (Bunları Mutezile'den ayıran en temel nokta bu kişilerin ve grupların fikirlerini oluştururken Yunan felsefesini esas almalarıdır.) İslam tarihinde Mutezile ile eş ve yakın zamanlı olarak yaşamışlardır. Ancak bunlar "kesinlikle" Mutezile'nin akıl anlayışını savunmamışlardır.

Tevhid ve adalet ehlinin aklı vahye tercih ettikleri iddiası da gerçeği yansıtmamaktadır. Akıl, ayetler/göstergeler arasında tutarlı bağlantılar kurabilme kabiliyetidir. Bağ kurabilme yetisi anlamına gelen "İslami akıl", nitelik olarak Rabbimizden insanlara inzal olmuş; beşer, akıl nimetiyle insan konumuna yükselmiştir. Ayrıca insanı insan kılan aklın dinde birincil delil olması, vehbi/vahiy olarak tanımlanan nakli bilginin ondan aşağıda olduğu anlamına gelmez. Aklın nitelik olarak önce olmasının yanında vahyi bilgiyi anlama açısından da vahiyden öncelikli konumu olduğu reddedilemez. Aklı olmayanın vahye ulaşması ve sorumlu olması mümkün değildir. Dolayısıyla dinde öncelikli kaynak akıldır. Kur'an, aklın temel ilkeleri dahilinde çelişkisiz bir kitap olarak (Nisa, 4/82) inzal edilmiştir. Aklen muhal olan, abeslik barındıran hiçbir şeyi akılla aynı kaynaktan gelen vahiy söylemez. Allah bu gibi zaaflardan münezzehtir. Vahiy ise gayb alanı denen aklın bağlantı kurması yine aklen imkansız olan bölgede akla yol gösterir. Özetle akıl, vahiyden üstün değil öncelikli bir konuma sahiptir. Vahiy ise akla yol göstericidir.

Tarihin bir kesitinde Kur'an merkezli ıslahat çabalarından birisi olarak görebileceğimiz Mutezile mektebinin olumluluklarından istifade edip, düştükleri hataları tekrarlamamak, ıslahat bilincimizin tarihi arka planını kavramak için gereklidir. Islah bilinciyle toplumsal dönüşümü hazırlamak, tarih okumalarımızın da ana eksenini oluşturmalıdır."

Dinleyicilerin soru ve katkıları ile seminer son buldu.

Etkinlik-Eylem Haberleri

Bursa’da Gazze nöbeti devam ediyor
Çocuklar "Hayat Namazla Güzeldir" sloganlarıyla yürüdü
Aksa Tufanı ve kazanımları
Özgür-Der Üniversite Gençliği programlarına başladı!
Diyarbakır Özgür-Der Gençlik Çalışmaları başladı