Ahmet Yıldız / Zafer Dergisi
İslamofobya konusunda Avrupa Avrupa'ya karşı
“İslam, Tanrı’nın kendisi için oğlunu ölmeye gönderdiği bir dindir, Hıristiyanlık ise Tanrı’nın oğlunu senin için ölmeye gönderdiği bir inançtır.”
- John David Ashcroft
(2001-2004 dönemi ABD Adalet Bakanı, Los Angeles Time, 16 Ocak 2002)
“...Her Müslüman terörist olmasa da, her terörist Müslümandır.”
- Danimarka’da tepkiler üzerine kaldırılan bir din dersi kitabından alıntı.
YUKARIDAKİ alıntılardan birincisi korku ve nefret biçiminde kendisini dışa vuran İslam’a dönük olumsuz bir algılamayı, ikincisi ise, Müslümanlara dönük bir klişeleştirmeyi örneklemektedir.
İslam üzerinden geliştirilen olumsuzlamanın somut muhatabı, bu inancın taşıyıcıları olan Müslümanlar olmaktadır.
Antisemitizmin muhatabı dünya üzerinde sayısı 15 milyonu bulan Yahudi kitledir. İslamofobinin konusu olan İslam korkusu ve nefreti ise 1.6 milyar insanı ilgilendiren, dolayısıyla küresel barışla doğrudan ilintili bir konudur. Özellikle Avrupa ülkelerinde, Müslüman nüfusun önemli bir kesimi, kayda geçmeyen İslamofobik uygulamaların kurbanıdır.
Bu durum Müslümanların yaşadıkları topluma entegrasyon sürecini olumsuz etkilemekte, onların insan ve vatandaşlık haklarını kullanmasını engellemekte ve Müslüman dünyadaki Batı karşıtlığına olgusal bir zemin sunmaktadır. Irkçılığın ve yabancı düşmanlığının modern biçimlerinden biri olarak İslamofobya, bir inanç olarak İslam’ı şeytanlaştıran, Müslümanları ötekileştiren, medeniyetler çatışmasını körükleyen, devletlerarası sistemin barışını dinamitleyen, kitlesel manipulasyonları kolaylaştıran, bu yüzden de küresel olarak mücadeleyi gerektiren bir insan hakları olgusudur.
İSLAMOFOBYA NEDİR?
İslamofobiya, İslam’a ve Müslümanlara karşı duyulan temelsiz korku ve hoşgörüsüzlüğün yol açtığı ayırımcı ve dışlayıcı uygulamaları kapsayan bir bakış açısı ve dünya görüşünü ifade eder.
İslamofobik dünya görüşü, İslam’a dönük olarak şu iddiaları ileri sürer:
İslam, (1) değişime kapalı, monolitik bir mahiyete sahiptir; (2) barbar, irrasyonel, ilkel ve cinsiyetçidir; (3) bir terör dinidir, şiddeti teşvik eder ve medeniyetler çatışmasını destekler; (4) diğer inançlara hayat hakkı tanımaz, diğer kültürlerle etkileşime kapalıdır; etkilemez, etkilenmez; (5) vaz ettiği değerler ve uygulamalar demokrasi ve insan haklarıyla bağdaşmaz; (6) düşünce ve ifade hürriyeti ile diğer temel insan haklarını baskılar.
Bu tümü temelsiz iddiaların değerlendirilmesi bu yazının konusu olmadığı için, bunları değerlendirmeyeceğim. Tarihsel önyargılarla beslenen ve 11 Eylül'den sonra uluslararası sisteme güç kullanarak tek taraflı müdahale edebilme ve hem Müslüman toplumları, hem de Batı toplumlarında yaşayan Müslüman toplulukları ön yargı, dışlama, ayırımcılığa tabi tutma ve şiddete maruz bırakma şeklinde tezahür eden İslamofobya, günümüzdeki en yaygın insan hakları ihlallerinden birini oluşturmaktadır.
Müslümanların ötekileştirilmesi, hatta “şeytanlaştırılması”, bir taraftan Batı dışı Müslüman toplumlara ilişkin oryantalist bakış açısının yeniden üretilmesini, dolayısıyla, Müslüman toplumların “çevrelenmesi, yönetilmesi ve sömürülmesi” gereken, diyalog kurulamayacak ve bir arada yaşanamayacak toplumlar olarak sunulmasına, diğer taraftan Batı toplumlarında yaşayan Müslüman toplulukların temel insan haklarından yararlandırılmasının önlenmesine dönüşmektedir.
İlk elde faşist ya da milliyetçi sağ siyasi hareketlerin sahiplendiği İslamofobik yaklaşımların, giderek Batı’daki anaakım siyasi hareketleri de etkilediği görülmektedir. Hollanda, Almanya, Fransa ve İskandinav ülkelerinde aşırı sağ, merkez sağı ikame etmeye yönelmiştir.
‘İKİNCİ AVRUPA’DA İSLAM NEFRETİ
Medeniyetler çatışması yerine medeniyetler ittifakının, Müslüman inancına mensup insanların terörle ilişkilendirilerek potansiyel suçlu olarak görülmesi yerine, insan olma ortak paydasının harekete geçirdiği empatik bir bakış açısının konabilmesi, hem uluslararası, hem de toplumlararası barış ve refahın sağlanması için vazgeçilmezdir.
Buna rağmen, Said Nursi’nin “İkinci Avrupa” olarak adlandırdığı, hazcı, bireyi tanrılaştıran, hayatı dünyaya inhisar ettiren materyalist ve saldırgan Avrupa, önceleri yabancı düşmanlığı altında kamufle olan ama zamanla İslam karşıtlığına dönüşen nefret suçlarını ifade hürriyeti bağlamında görmeye devam ediyor.
Müseccel İslam düşmanı, Hollanda Özgürlük Partisi Başkanı “Fitneci” Geert Wilder’ın İslam’a ilişkin ırkçı, aşağılayıcı ve nefret doğurucu beyan ve eylemlerinden dolayı yargılandığı davada Hollanda Mahkemesinin beraat kararı vermesi ve İslam’a dönük nefret suçlarını ifade hürriyeti kapsamında değerlendirmesi, “denizin bittiği an”ı resmetmekteydi.
2009 yılında İstanbul’da katıldığım İslam, İnsan Hakları ve Seküler Değerler isimli uluslararası Çalıştaya bir tebliğle katılan Hollandalı akademisyenin İslam’a fütursuzca saldırabilme cesareti de, Avrupa ve ABD’de oluşturulan İslamofobik atmosferin somut bir tezahürüydü.
22 Temmuz 2011’de, ateist, homoseksüel, kültürel Hıristiyanlığa dayalı seküler bir Avrupa’da Müslüman göçmenlere yer olmadığını ve bunların Avrupa’dan kovulması gerektiğini düşünen, “şövalye” Donkişot Anders Behring Breivik, “bağımsız Avrupa”ya giden yolun ilk adımını Norveç’te attı ve 77 masum insanı öldürdü.
1500 sayfayı aşkın günlüğünü dolduran ve İslamofobik literatürün alıntılanması ve bunlara ilişkin notlarına bakıldığında, İslamofobik literatürün neden fikir hürriyetinin bir lazımı olmadığını görebilmek mümkün. Brevik’i bu eyleme yönelten saiklerin, bu literatürden kaynaklandığını görebilmek için, Hollanda’da hakim olmaya gerek yok.
Hıristiyanlık ve Yahudiliğe hakareti suç kabul eden, özel olarak da antisemitizmi ırkçılığın bir versiyonu olarak gören sözde “insancıl hukuk”un, Müslüman göçmenlere/vatandaşlara dönük eylemleri besleyen İslamofobiyi nefret suçları kapsamına almaması ve bununla mücadele için aktif politikalar üretmekten kaçınması, yeni Breivik’lere davetiye çıkarmak anlamına gelecektir.
Breivik’in Avrupa Birliği’ni, kültürel muhafazakarlığa dayalı seküler Avrupa’nın önündeki en önemli şeytani engel olarak görmesi ve çok kültürlülüğü Marksizmin bir tuzağı olarak değerlendirirken Müslümanları da bunun aracı olarak görmesi, aslında yoruma ihtiyaç bırakmıyor.
1980’lerden itibaren Amerikan siyaset sahnesine ağırlığını koymaya başlayan ve 1990’larda Amerikan dış politikasını Siyonist Hıristiyanlığa göre biçimlendiren neo-conların çizgisi ABD’de Obama ile kırılmaya uğrarken, Avrupa Birliğinin üç önemli ülkesi, Almanya, Fransa ve Britanya Başbakanlarının çok kültürlülük döneminin sona erdiğini ilan etmeleri, İslamofobi’nin esas itibariyle başarısız politikaların günah keçisi olarak kullanılmaya çalışıldığını belgeliyor. Nazilerin Yahudi karşıtlığı da böyleydi.
AB’nin bir bütün olarak İslamofobi konusunda tutarlı bir mücadele programını benimsemesi ve bunu üye ülkelere teşmil etmesi, Avrupa’da toplumsal barışın önemli anahtarlarından biri haline gelmiş bulunmaktadır.
İslamofobiya, yaygınlığı, derinliği ve yol açtığı insan hakları ihlalleri açısından düşünüldüğünde, çok az tanınan/farkına varılan bir olgudur. Bu olgunun tarafları üzerinden meseleye daha yakından bakalım:
TÜRKİYE, İSLAMOFOBİYE KARŞI MÜCADELE EDİYOR
Türkiye, demokrasiyle yönetilen en büyük Müslüman ülkelerden biri. Nüfusunun tamamına yakını Müslüman. Avrupa Birliği ülkelerinde, 3 milyondan fazla Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı yaşıyor. Balkan ülkelerinin tamamında azınlık ya da çoğunluk olarak Müslüman nüfus bulunmakta ve bunlar tarihi olarak Osmanlı-Türk kimliğiyle ilişkilendirilmekte. Küresel ölçekte, ABD, Kanada ve Avustralya’da da Türkiye’den giden önemli bir nüfus kitlesi yaşıyor. Bu kitlenin, yaşadıkları yerlerde kimliklerini yitirmeden geniş toplumla entegrasyonlarının sağlanması, eğitim, iş hayatı, aile hayatı ve günlük hayatlarında ayırımcılığa uğramalarının engellenmesi, bunların yaşadıkları yerlerde, İslamofobik eğilimlerin yaygınlaşmasını ve devlet politikalarına dönüşmesiyle mücadele edilmesini zorunlu kılmaktadır.
Türkiye dışında yaşayan vatandaşlar ile tarihi olarak kendisini Türkiye ile ilişkili gören toplulukların varlıklarını ve kimliklerini koruyacak hizmetleri bir devlet politikası olarak uygulayan Türkiye, genel olarak Batı kamuoyunda İslam’ın ötekileştirilmesine ve İslam karşıtı politikalar benimsemesine Avrupa Birliği’ne aday Müslüman bir ülke statüsü ile de karşı koymaktadır.
İslamofobik eğilimler, Türkiye’nin AB üyeliğine bir tehdit oluşturmaktadır. İslam dünyası ölçeğinde belirleyici bir bölgesel aktör olarak Türkiye’nin bu konumunu sürdürmesinde ve İslam-Batı medeniyetleri karşıtlığı üzerinde oluşturulmaya çalışılan “Medeniyetler çatışması” senaryosunun gerçekleşmemesi için İslam Konferansı ve Birleşmiş Milletler nezdinde aktif bir rol benimseyen Türkiye, bölgesel ve küresel barış için İslamofobi ile etkin bir mücadele içindedir; böyle de olmak zorundadır.
MÜSLÜMAN DÜNYA İSLAMOFOBİYİ DAHA FAZLA ÖNEMSEMELİ!
İslam dünyası açısından meseleye baktığımızda, karşımızdaki resim şudur:
İslam dünyası, 11 Eylül olayları sonrasında, Haçlı seferlerine kadar uzanan tarihi bir arka plan eşliğinde, dünyaya terör ihraç eden, bu terörü cihadla dolayısıyla İslam’la meşrulaştıran, barbar, geri kalmış, Batı’lı değerlerle uyum kabiliyeti bulunmayan bir dünya olarak sunulmaktadır.
Müslüman dünya, bu İslamofobik tasviri sorgulamak, terörle cihadın, dolayısıyla da İslam’ın ilişkilendirilmesini önlemek, Müslümanların ötekileştirilmesine karşı çıkmak, inançlarının saygı görmesini sağlamak ve İslam dünyası ile Batı dünyası arasında ortak çıkar ve barışa dayalı bir işbirliği ilişkisi geliştirebilmek için, İslamofobiyi önemsemek, bunun fark edilmesi ve bununla mücadele yöntemlerinin geliştirilmesi için mali, siyasi ve toplumsal düzeylerde çaba göstermek ihtiyacı içindedir.
İslam’ın doğru temsilinin sağlanması ve dinlerarası diyalog çabalarının desteklenmesi de, İslamofobi bağlamında, Müslüman dünyanın önemsemesi gereken hususlardır. Bu açıdan İslam İşbirliği Teşkilatının İslamofobik eylemleri izleyen bir merkez oluşturması ve bunu yıllık raporlar halinde yayınlaması önemli ama yeterli olmayan bir adımdır.
İslamofobinin doğurduğu sonuçların Dünya barışı açısından yol açtığı olumsuzluklar belki de daha vahimdir. 11 Eylül’den sonra, Amerika ve Avrupalıların gözünde İslam Orta Doğuyla, Müslümanlar şiddet ve terörle ve Müslüman kadınlar boyunduruk altında olmayla özdeş hale geldi. ABD’deki yeni muhafazakar çevrelerin desteğiyle, töre cinayetlerinin İslam’la ilişkilendirilmesi için bilinçli bir kitlesel manipulasyon programı uygulandı.
İslam adına yapılan herhangi bir eylem, Müslümanların baskı altına alınması, İslam’ın aşağılanması ve Müslüman dünyaya dönük ayrımcı ve şiddete dayalı politikalann hoş görülmesi gibi sonuçlar doğurmaktadır.
İslam’ın ve Müslümanların küresel bir tehdit olarak görülmesi, dünya barışı için büyük bir tehdittir. İslamofobik İslam ve Müslüman algısının küresel iletişim ağlarıyla yaygınlaşması, Müslümanların temel haklardan yoksun bırakılmasına, sırf Müslüman oldukları için aşağılanmalarına, buna karşılık da, İslam dünyasında Batı karşıtı radikal hareketlerin güç kazanmasına ve kitleselleşmesine yol açmaktadır. Bu yüzden, İslamofobiyle mücadele etmek, BM’nin temel hedeflerinden biri olmak zorundadır.
Medeniyetler İttifakı Yüksek Temsilcisi ve eski Portekiz Cumhurbaşkanı Jorge Sampaio bunu şöyle ifade etmektedir: “İnsanları eğitmeliyiz, insanları aydınlatmalıyız, farklılıkları anlamalıyız. Avrupa kentlerindeki çeşitliliklere, farklılıklara adapte olmalıyız. Bu uzun bir mücadele. Şu açık ki, nereden gelirse gelsin, İslamofobi’ye karşı siperler inşa etmeliyiz.”
YENİ BREİVİK’LER İSTENMİYORSA...
Avrupa Birliği İslamofobi ile mücadele konusunda kilit bir öneme sahiptir, çünkü İslamofobinin en yaygın olduğu kıta Avrupa’dır.
Avrupa’nın Haçlı geçmişi, oryantalist bakış açısının yaygınlığı ve bunun Batı sömürgeciliğinin meşruiyet zemini olarak görülmesi, ırkçılığın en yaygın olduğu kültürel havzaya ev sahipliği yapması, Avrupa Birliği gibi tarihin kaydettiği en başarılı barış inisiyatifinin evrensel hedeflerini, uygulamada sorgulanır kılmaktadır.
Runnymede Trust’ın 1997’de İslamofobi ile ilgili olarak hazırladığı çığır açıcı rapor ile, Avrupa Irkçılık ve Yabancı Düşmanlığını İzleme Merkezinin (EUMC) hazırladığı “11 Eylül 2001’den Sonra AB’de İslamofobiya Özet Raporu,” konunun Avrupa için önemini ve bu alanda yapılması gerekenleri tüm çıplaklığıyla ortaya koymaktadır.
AB, Müslüman nüfusunu ve İslam'ı ötekileştirmemek ve onları geniş topluma AB değerleriyle entegre edebilmek için İslamofobiyi önemsemek ve onunla her düzeyde mücadele etmek zorundadır.
Breivik’in insanlık dışı eyleminin ABD ve Avrupa medyasında hemen bir el-Kaide eylemi olarak sunulması, İslamofobik önyargıların derinliğini ve sığlığını, bütün çıplaklığıyla ortaya koydu.
İslamofoblar adına üzülerek belirtmek gerekirse, her teröristin Müslüman olmadığını artık herkes öğrendi. Geert Wilders’ların, Hirsi Ali’lerin ve Daniel Pipes gibilerin ektiği İslamofobik tohumlar zehirli meyveler vermeye devam edecek. Yeni Breivik’ler istenmiyorsa, bunları üreten İslamofobi ile mücadele, AB ve BM’nin antisemitizmle mücadele kararlılığı düzeyinde benimsemesi gereken bir önceliğe sahiptir.
Hukuk devleti, çoğulculuk ve demokrasi değerlerini evrensel düzeyde vaz eden ve bunu Hıristiyan kültüründen bağımsızlaştırarak yapma iddiasındaki “birinci” Avrupa’nın materyalist ve ırkçı “ikinci” Avrupa’ya karşı direnememesi, bu yaşlı kıtayı yeni insanlık trajedilerinin film platosuna dönüştürecektir.
İslam selam’dır. Birinci Avrupa’ya selam!