Amasya Özgür-Der ve İHH seminer salonunda gerçekleştirilen seminerde modern çağda sekülerleşmeyle birlikte İslam dünyasında müslümanlara düşen sorumluluklara değinen Toru, İslam dininin dinamik yönünün doğru bir şekilde kullanılarak Müslümanların İslam’ı temsil etmesinin önemli olduğunu ifade ederek şu hususlara değindi:
Kuşatıcı Bir Dil Kullanmalıyız
İslam dünyasının geleceğine çok farklı açılardan bir perspektif geliştirebiliriz. Bir iktisatçı ekonomik açıdan, bir siyaset bilimci siyasal açıdan, bir sosyolog sosyolojik açıdan bir projeksiyon tutabilir. Bir ilahiyatçı olarak ben İslam dünyasında İslam'ın geleceğinin ne olacağına dair bir projeksiyon tutmak, bu konudaki avantajlarımıza ve dezavantajlarımıza dikkat çekmek istiyorum. Çünkü İslam dünyasının yaklaşık bir asırdır kültür değişimi yaşadığı, modernleştiği ve sekülerleştiği öteden beri söylenegelen bir husustur. Dolayısıyla bu değişimin nereye kadar gideceği, bu toprakların geleceğinde inanç ve kültür inşa edici bir aktör olarak İslam’ın bulunup bulunmayacağı büyük bir merak konusudur. Bu konuda Garaudy gibi sadece İslam dünyasının değil bütün insanlığın geleceğinde İslam olduğunu, İslam’ın kendi içinde büyük bir potansiyel taşıdığını söyleyenler olduğu gibi seküler ve materyalist bir bakış açısıyla İslam’a, hatta dinlere bu konuda hiç şans vermeyenler de vardır. Yapılan bir takım istatistiki araştırmalar, Garaudy’nin projeksiyonunu desteklemektedir. Zira bugün dünya nüfusunun yaklaşık %25'i Müslümanlar'dan oluşmaktadır. Birtakım araştırmalar ise 2050 yılına kadar dünya çapındaki Müslümanların sayısının 2,8 milyara ulaşacağını ve bu sayının dünya nüfusunun yaklaşık %29,7'sine denk geleceğini tahmin etmektedir. Yani bugün her dört kişiden birisi Müslüman iken sadece çeyrek asır sonra her üç kişiden birisi Müslüman olacaktır. Bununla birlikte Müslümanların yaşadığı coğrafyalarda bilhassa "yüksek öğrenim görmüş " gençler arasında dine dair birtakım sorgulamaların yapıldığına dair veriler de mevcuttur. Bir ilahiyatçı gözüyle bu sorgulamaların dinin özünden ziyade siyasal ve sosyal hayattaki temsil ediliş biçiminden kaynaklandığını, bir de geleneksel bazı yorumlara ve kabullere yönelik birtakım itirazların dillendirildiğini söyleyebilirim. Dolayısıyla bu topraklarda dinin geleceğini konuşmak bir anlamda modern sorgulamaların ve itirazların önüne geçilip geçilemeyeceğini konuşmak anlamına gelmektedir. Bu konuda ben imkanları ve zaafları bir arada barındırdığımızı, zaaflarımızı aşabildiğimiz takdirde endişe edilebilecek bir durumun olmadığını, Allah’ın nurunu bir şekilde tamamlayacağını düşünüyorum. Ayrıca İslam dünyasında İslam’ın geleceğiyle ilgili imkanları ve zaafları konuşurken haricî faktörlerden ziyade iç etmenler üzerine odaklanmanın daha faydalı olacağı kanaatindeyim. Zira ister imkan isterse tehdit olarak ele alınsın dış etkenler üzerinde çok fazla durmak Müslümanları atalete sevk edecek, ne yapabiliriz diye düşünmekten alıkoyacak, hep dış gelişmeleri bekleyen edilgen bir ruh hali geliştirecektir. Bu yüzden iç faktörler üzerine odaklanıp öncelikle artılarımızı tespit etmek ve bunları muhafaza etmek, ardından da zaaflı alanları belirleyip bunları nasıl aşabiliriz diye düşünmek daha sağlıklı bir yol olacaktır.
Bir diğer önemli nokta da artı ve eskilerimizi tespit noktasında İslam tarihinin bize belli bir perspektif sunabileceği gerçeğidir. Zira Müslümanlar başka bir kültür ve medeniyet ile tarihlerinde ilk defa karşılaşıyor değildir. Bu karşılaşmaların her birinde İslam galip gelmiş, birbirlerinden tamamen farklı özelliklere ve bazen binlerce yıllık geçmişe sahip olan bu kültürleri bağrında eritmeyi başarmıştır. Bu yüzden onların bu başarısının nedenlerine odaklanmak belli ölçüde bizim için de yol gösterici olacaktır. Elbette çok sayıda etkenden bahsedebiliriz. Ancak ben önemine binaen daha çok iki nokta üzerine odaklanmak istiyorum.
1- Zamana ve Mekana Yabancılaşmama
Öncelikle ifade etmek gerekir ki tarih boyunca karşılaştığı bütün medeniyetlerin İslam’ı değil de İslam’ın bunları bağrında eritmeyi başarmış olması, her şeyden önce İslam'ın dinamik karakterinin ve o zamanların Müslümanlarının yerinde müdahalelerinin bir sonucudur. Müslümanlar buraları “yenerek” değil "yenileyerek" ve “yenilenerek” dönüştürmüştür. Hiç kuşkusuz yeni tanıştıkları kültür ve medeniyetleri iyi tanımaları, zamanın ruhunu yakalamaları, nassları yeni bilgiler ve bakış açıları doğrultusunda yeniden yoruma tabi tutmaları, zamanlarının bilimlerini kullanmaları bunda büyük rol oynamıştır. Yunanca ve Süryanice pek çok kitap Arapça’ya tercüme edilmiştir. Bu eserlerden istifade edilmiş, zamanın ve mekanın ruhuna uygun bir din dili geliştirilmiştir. Kelam, Tefsir, Fıkıh gibi İslami ilimler, bunun örnekleriyle doludur. Müslümanların dış dünya ile etkileşim kurması medeniyet havzasında yelerini almalarını kolaylaştırmıştır.
Yine yeni fethedilen yerlerin kendilerine özgü kültürel dinamikleri dikkate alınmış, İslam'a girmeyi ve Müslüman kalmayı kolaylaştırıcı bir dini söylem geliştirilmiş, sadece diliyle ben Müslümanım demenin bile gerçek Müslüman sayılmak için yeterli olduğu söylenmiştir. Bir alanda dinin toplumsallaşma sürecinde tedricilik ilkesine dikkat edilmiş, kolaydan zora doğru bir yol izlenmiş, insanların Müslümanlığıını beğenmeyen üstenci tutumlardan sakınılmıştır. Din, onların kazanılmış haklarını ellerinden alan değil tam tersine daha geniş haklar tanıyan ve yeni kazanımlar sunan bir unsur olarak takdim edilmiştir. Çoğunlukla Türklerin yaşadığı coğrafyalarda yayılan Hanefîlik ve Mâtürîdîlik, bu yolu izleyen mezheplerin başında gelmektedir. Gerçi tam tersi bir yol izleyen, yeni olana şüpheyle yaklaşan, içe kapanan, ya hep ya hiç diye davranan, geleneksel kabullerle insanların imanlarının kalitesini ölçen Müslümanlar da olmamış değildir. Ancak bu dil genelde azınlık kalmış, İslam dünyasının geneline sirayet etmemiştir. Neticede İslam değil onlar marjinal bir hale gelmiştir.
Günümüzdeki duruma baktığımızda ise biraz tersi bir durum söz konusudur. Geçmişteki yüzleşmelerin aksine günümüzde muhafazakâr ve reddiyeci dil baskın hale gelmiştir. Biyolojik, fizyolojik ve psikolojik boyutlarıyla insanı, sosyoekonomik boyutuyla da toplumu ihmal eden, hatta umursamayan bir dini söylem gelişmiştir. Geleneksel olanı korumak adına sürekli kural koyan, dinin helal dairesini haram dairesinin gölgesinde bırakan bir din anlatısı hakimdir. Bu anlatı, dünyevileşmeyle ve sekülerleşmeyle mücadele edeyim derken dinin insanı özgür bıraktığı alanlara bile müdahale edilebilmekte, kişisel ya da mezhebi hassasiyetleri dinin kuralıymış gibi ortaya koyabilmektedir. Bu söylem doğal olarak insan ile İslam'ı karşı karşıya getirmektedir. Oysa şahsiyeti modern kültürün etkisi altında şekillenmiş bireylere bugün farz ve haram dairesine girmediği sürece belli bir özgürlük alanı bırakmak en sağlıklı yol olacaktır. Dinî alan ile kültürel, mezhebî, tasavvufî ve düşünsel alan arasında sağlıklı dengelerin kurulamaması, dışlayıcı, hatta tekfirci bir dilin gelişmesine yol açmaktadır. Cemaati korumak adına sürdürülen sert tartışmalar, cemiyete zarar vermekte, insanların dinden uzaklaşmasıyla neticelenmektedir.
2- Ahlak Dininin Mensupları Olarak Ahlaka Odaklanma
İslam dünyasının en büyük avantajı ahlak üzerine kurulu bir dinin mensubu olmasıdır. Bu çerçevede birbirini tamamlayan 3 nass vardır. Bunlardan birincisinde Kur’an, peygamberimizin yüce bir ahlâk üzere olduğunu beyan etmektedir. İkincisinde Hz. Peygamber (as) “Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim.” buyurmakta, üçüncüsünde ise Hz. Aişe,. peygamberimizin ahlakı hakkında kendisine sorulan bir soruya "Onun ahlakı Kur'an ahlakıydı" diye cevap vermektedir. Hz. Peygamber güzel ahlakı tamamlamak için gönderildiğine ve ahlakı Kur'an ahlakı olduğuna göre demek ki Kur'an da güzel ahlakı tamamlamak için gönderilmiş demektir. Dolayısıyla Hz. Muhammed’i ahlak peygamberi, Kur’an’ı ahlak kitabı, İslam’ı da ahlak dini diye tanımlamada hiçbir beis yoktur. İslam’ın en temel ibadet esasları bile öncelikle ahlak inşa etmek ve ahlakı korumak için vardır. Mesela Kur'an'da namazın insanları hayasızlıktan (fuhşiyat) ve kötülükten (münker) alıkoyacağı ifade edilir. Oruç, nefse hoş gelen şeylerin esiri olmama bilinci kazandırır. Zekat, malımızda mülkünüzde başkalarının da hakkının olduğunu bize öğretir. Yani düzenli ibadetler, aslı itibariyle insan-insan ilişkisini düzenler ve hayatımızı ahlaki bir temele oturtur. Öyle ki ahlaksızlığın ve ahlaki zaafların, dinlerin var oluş gerekçesini teşkil ettiği bile söylenebilir.
İslam’ın her şeyden önce bir ahlak dini olması Müslümanlar açısında büyük bir avantajdır. insanlar arasındaki iki temel ortak paydadan birisi akıl, diğeri de ahlaktır. İnsanları ya aklen ikna edersiniz ya da ahlaken etkilersiniz. Hatta çoğu zaman ahlaken etkileyemediğiniz insanları aklen de ikna edemezsiniz. Bu yüzdendir ki tarih boyunca İslam’ın insanlar arasında sürekli yayılan bir seyir izlemesini sağlayan en temel dinamik kanaatimce ahlak olmuştur. Teolojisinden ve siyasetinden önce beldelere İslam'ın ahlakı girmiştir. Müslüman tüccarlar ve mutasavvıflar, bu ahlakın önde gelen taşıyıcıları olmuşlar, siyasetçilerden ve ilim adamlarından önce kalpleri İslam’a hazır hale getirmişlerdir. Onları İslam’ın ahlakına açık hale getiren ise kendi beldelerindeki ahlaksızlıklar olmuştur.
Ahlakın önemini herkes kabul etmesine rağmen bazı zamanlar ve durumlar, ahlakın paranteze alınmasını meşru gören hastalıklı ruh hallerinin gelişmesine yol açabilmektedir. Özellikle buhranlı dönemler, insanların ahlaki ilkeleri en fazla paranteze aldığı zaman dilimleridir. Mesela sosyolojik araştırmalar, gruplar arası rekabetin yoğun olduğu dönemlerde kendi gruplarının geleceğini tehlikede gören insanların grupları lehine bir tutum içerisine girdiğini, grubunun olumlu taraflarını abartırken olumsuz taraflarını görmezden gelebildiğini ortaya koymaktadır. Dinî ya da seküler gruplar ve ideolojiler arası rekabetin yoğun olduğu günümüzde Müslümanların, en iddialı oldukları alanda sergileyecekleri zafiyetler, doğrudan bu ahlakı ürettiği, en azından meşrulaştırdığı düşünülen inançların sorgulanmasına yol açacaktır. Ahlaki erdemler, haklı olarak bunu üreten inanca nispet edildiği gibi ahlaki zaaflar da bunu engellemeyen inanca mâl edilecektir. Ahlaki zaaflarımız, dünyevi hırslarımız nedeniyle imanımız ve ibadetlerimiz itibar kaybedecektir. Dolayısıyla en az muvakkat (belli zamanlarla kayıtlı namaz ve oruç gib) farzlara gösterdiğimiz özen kadar daimi farzlara da özen göstermeliyiz. Doğruluk, dürüstlük, güvenilirlik, vefakarlık, ölçülülük, hakkaniyet gibi ahlaki erdemler, dinimizin belIi bir zaman ve mekan ile kayıtlı olmayan farzlarıdır. Bu yüzden denilebilir ki İslam’ın en ihmal edilemeyecek şartlarından biri de ahlaktır. Nesillerimizi yetiştirirken İslam'ın şartları arasına ahlakın da eklenmesi, kaçınılmaz bir görevdir. Ahlakî ilkelerinin toplumsal hayatta görünür olmadığı bir dünya, İslam’ın metafiziğine yönelik saldırıların ve sorgulamaların en büyük meşruiyet aracı olacaktır.