Sovyetlerin dağılmasından sonra Ortadoğu’da iki kutuplu dünya’nın dengeleri topyekûn değişti. Suriye ve Irak Baas, Mısır Nasır Hareketi, Cezayir’de, Sudan’da, Tunus’ta ve Libya’da benzer Arap Milliyetçisi Sosyalist yapılara dayalı iktidarlar iki kutuplu dünyada az ya da çok Sovyetler eğilimli Totaliter yönetimlerdi. Suud, Ürdün Krallıkları ve diğer Körfez ülkeleri gibi Monarşik yapılar ise, yine iki kutuplu dünya’da Batı Blok’una eğilimliydiler.
Sovyet yönetimlerine yakın daha kitlesel hareketlere karşı Batı Blok’unun Cento gibi Türküye, Irak, İran ve Pakistan’dan oluşan Körfez krallıklarına nazaran daha kuvvetli ordulara sahip Ülkelerle oluşturduğu Sovyetler karşı bir cephe oluşturma çabaları gözleniyordu. Sosyalist ve Liberallerin “Yeşil Kuşak” olarak lanse edip, İslami hareketleri de kolaylıkla etiketledikleri bu durum, aslında Türkiye Laikliği, İran Şahı’nın seküler hayalleri ile tam tersine İslami yapılanmalarla kavgalı hatta sosyalistlerin devrimci tezlerinden çok daha kadim çatışmanın ürünüydü. Ve İslamcılık Batı emperyalizmi ile çok daha köklü, kültürel boyutu da içeren çatışması ile Batı’nın karşısında daha büyük bir potansiyel tehdit içeriyordu. Batı, Doğu Bloğuna karşı İslami bazı propagandist söylemi kullandı ama bu yönetimsel ve organizasyon alanında hiçbir zaman olmadı. Hatta bu Ortadoğu Ülkelerinde Sosyalist Ulusalcıların Emperyalizm karşıtı mücadelelerinde kurumsal olarak bazı İslami yapılarla olan ittifakları kadar bile değildi. 20 Yüzyıl Ortadoğu siyasal tarihini birazcık karıştıranlar İhvan kökenli hareketlerin Filistin’de, Mısır’da ve Sudan’da her zaman Batı emperyalizm, ile kavgalı olduğunu ve yer yer Ulusalcı, Sosyalist hareketlerle Batı emperyalizmine karşı ittifak yaparak savaştıklarını görebilir. Oysaki, her seferinde bu Ulusal Sosyalistler ihanet etmiş güçlü oldukları anda İslami hareketleri ezmiş ve git gide güç kaybettikçe de Batı Emperyalizmi ile anlaşır, uzlaşır noktaya gelmiştir.
Sovyetler hızla çözülmeye doğru giderken, İran İslam İnkılâbı ve Sovyet yayılmasının karşısındaki Afganistan direnişi bu İslami potansiyel’in patlak verdiği cephelerdi. 20 yüzyılın ilk devletleşme tecrübesi ile İran İslam İnkılâbı ve SSCB’nin çözülmesinde başat rol oynayan Afganistan direnişi, İslam ülkelerinden Afganistan’a yönelik başlayan Küresel boyuta taşınan direniş yaygınlaşması bu potansiyelin gitgide yayılmasını sağladı. Soğuk savaş yıllarında Batı emperyalizmine karşı sıcak çatışmaların merkezinde yer alan ve iki kutuplu dünyada Sovyet desteği ile de bunu daha görünür kılan Sosyalist eksenli direniş hareketlerinin yerini İslami hareketler almaya başladı. Gerçekte, İslami direniş hareketleri Sosyalist hareketlerden hem daha eski hem de daha kitlesel potansiyele sahip olmasına rağmen iki kutuplu dünyanın dengeleri ve entelijansı arasında bazı medyatik alanda görünmez kılınmıştı.
Sovyetlerin çözülme aşaması ve sonrasında hızla İslam dünyasında İslami hareketler güç kazandı ve yaygınlaştı. Çözülen Doğu Bloğunun Bosna’dan Çeçenistan’a oradan Orta Asya’ya, Güneydoğu Asya’dan Afrika’ya kadar her alanda artık İslami direniş hareketleri etkinlik göstermeye başlamıştı.
Nitekim Ortadoğu-Arap coğrafyasında totaliter yönetimli ülkelerinde bu kitleselleşme hız kazandı. Cezayir’de FİS hareketi ve Filistin’de Hamas hareketi ilk kuşak hareketlerdi ve aslında Cezayir kurtuluş savaşında ve El Fetih’in bünyesinde zaten var olan İslami potansiyellerden hareketle görünür hale gelmişlerdi. Sosyalist ve Liberallerin yansıttıkları gibi sonradan çıkan hareketler değildi. Öyle ki, gerek Cezayir Kurtuluş Savaşında gerekse Filistin mücadelesinde yerel halk kitlelerinde daha baskın eğilimler İslami kökenliydi. Ama İki kutuplu dünya’nın destek Doğu Bloğu destek kanalları ve örgütlenme olanakları ile her iki mücadele de Sosyalist kadroların tahakkümündeydi.
Sosyolojik olarak boşluk kabul etmeyen toplumsal hareketlenmelerin Sovyetlerin çözülmesi ile İslami eksene yönelmesi, köklü İslami hareketlerin tedrici gelişmesi ile de iktidar olanaklarına da ulaşması son derece doğal bir süreçti. Batı’nın kendi demokratik ve Liberal değerlere yönlendirme çalışmaları da toplumsal olarak başarısız olacağı açıkça ortadaydı. Nitekim Batı paradigmasına bağlı ve siyasal yönetim tarzları, halk tabakalarından kopuk elitist bazı kesimlerden ve Enver Sedat gibi Sosyalist Totaliter yönetimlerin devşirilmesinden öte gidemedi, kitleselleşemedi. Öyle ki ilk çatışma noktalarından olan Cezayir FİS tecrübesi eski kadroların, Ordu ve Ulusalcı Milislerin sert müdahalesi ile çıkmaza girdi. Filistin’de denenen seçim eksenli demokratik denemelerde tıpkı FİS hareketi gibi bölge halklarının siyasal tercihlerde İslami yapılanmalara yöneleceğinin ortaya çıkması BOP denilen bazı girişimleri daha doğmadan rafa kaldıracaktı. Batı, Ortadoğu’nun çözülen totaliter sistemlerinin seçim eksenli demokratik dönüşümünü tehlikeli görüyordu. Hamas’ın yalnızlaştırılması ve Cezayir FİS hareketine karşı soyutlayıcı, yalnızlaştırıcı tavırları ile çoktan cephe almıştı.
Sosyal sürecin bu ön sinyallerinden sonra Kitlesel ve zincirleme İntifadalar zinciri Tunus, Mısır, Libya ve Suriye ekseninde gelişmesi aslında Batı dünyasını da hazırlıksız yakalamıştı. Afganistan, Irak müdahalelerinin savaş yorgunluğu ve Neoconların iktidardan inişi, şahin politikalar yerine Demokratların gelişi ile ABD yeni politikasını tam olarak şekillendiremeden hızlı bir dönüşümle karşılaştı. Halk hareketlerinin Eski Sosyalist totaliter ülkelerde daha hızlı gelişmesi bir tesadüf değildir. Batı yanlısı tüketim kültürüne alıştırılmış monarşik yapılar yerine halklarını tüketimden bile soyutlayarak demir yumruklarla yönetmiş totaliter yönetimlerin öncelikle düşmesi son derece doğal toplumsal hareketlerdi. Ama bu intifadaların ardından kitlelerin daha kadim, köklü, güvenilir buldukları ve bölge halklarının değer yargılarına (ki bunun özü de İslam Din’idir) yönelmesi Batı değer yargısı olan Demokratik Kültür ve Liberal değerler etrafında olmayacağı Batı için biraz ümit kırıcı oldu. Bir Batı’lı düşünce tarzında sekülerdir, ilerlemecidir, Sosyalist, Liberal ya da Milliyetçi fark etmez tamamı, kendi düşün yapılarına göre modern denilen çağda kendi değerlerinin Din’i değerlere üstün geleceği onlar için bir çeşit tabu’ydu ve bu tabu İntifadalar zincirinin bütün halkalarında İslami iktidarların oluşumu ile bir çeşit travmatik yıkıma uğradı.
Bu travmanın atlatılması ile demokrasinin değer boyutu keşfedildi ve zaten derinlerde ana etken olarak duran bu boyut onlar tarafından da dile getirilmeye başlandı. Asıl tehlike ise totaliter yönetimlere başkaldırı olarak başlayan ama siyasallaşan, toplumsallaşan İslami hareket’in Batı güdümlü monarşik yapılara yansıyacağının görülmesi ile ortaya çıktı.
Ölü doğmuş BOP projesi yerine şimdi çok daha komplike bir proje; devrimlerin çalınması, gerekirse diktatoryal yönetimlerle, eski totaliter dönemin bürokratik, oligarşik kadroları ile, Milliyetçi, Liberal, Sosyalist ve ufak tefek bir sürü Batı Paradigmasının ürünlerini bir araya getirme çalışmaları bilinçli yada doğal tepki ile oluştu. Doğal tepki diyorum zira Yükselen İslami potansiyel karşısında güç kaybeden bütün Batıl ideolojilerin birbirine yaklaşması kaçınılmazdır.
İşte tam burada, BOP diyerek intifadalar zincirine mesafeli duran, halk taleplerine cevap vermek yerine bunları yargılayan kimi radikal, kimi mezhepçi, kimi entelektüel Batı Kültürü kurbanı kesimler göze çarpıyor. Batı yanlısı karşı devrime yol açan, planlı ya da doğal projeye teşne olanlar da bizim bir travmamız da bu İslam ahlakından kopan bazı odaklar. Bu odakların birisi “Devrimcilik” denilen, acilci ve kolay manipüle edilen Batı Paradigmasının, zihninin ürünleri, Bir diğeri kadim, geleneksel entegrist, “Tekfirci Yapılanmaların” Ve üçüncüsü, Devrimin Üst İlkelerini erozyona uğratarak karşı devrimini gerçekleştirmiş, Safevi Şia’sı diyebileceğimiz, İslam dünyası genel panaromasında “Azınlık Mezhepçiliği”. Ve bu üç odak basiretsiz, kendi dar çaplarında ve çıkarcı yapılanmaları ile çok kullandıkları BOP projesi hikâyesine bizzat kendileri alet oluyor ve Batı çıkarlarına hizmet eder konuma düşüyorlar.
Büyük çaplı potansiyel, kurumsal güçlü geçmişe sahip, gerek teşkilatlanma gerek düşünsel seyrini geliştirmiş ve kitlelerle bağlantısını da sağlamış Global (Ümmet) eksenli bir hareketlenme, bir yandan Batı Emperyalizmi’ni diğer yandan çözülen Doğu Bloğundan çıkan, pazar ve alan kapma kavgasına dönüşen Rus ve Çin emperyalizmini tehdit etmektedir. Emperyalizm için, bu büyük tehdit’in yanında yukarıda söz ettiğimiz üç provakatif işlerlik kazanan odağın tehdit potansiyeli çok daha küçüktür. Mısır İhvanı, Suriye İhvanı, Libya ve Tunus’taki hareketlerin İhvan kökleri, Hamas, FİS ve körfezin Monarşik Devletçiklerindeki İhvan’ın yaygın gücü şu anda Ümmet eksenli direnişin merkezine İhvan hareketini yerleştirmiştir.
Burada, Ümmet eksenli İslami hareketlenmenin önüne çıkan çıkar eksenli koalisyon ile karşılaşıyoruz, Mısır Cunta hareketinde iyice süblimleşen bir koalisyon: Sosyalist, Liberal, Ulusalcı (Milliyetçi) ittifak Körfez’in işbirlikçi rejimleri ve Batı’nın pragmatik desteği yanında bu üçlü provakatif odağın Ümmet eksenli direniş hareketine karşı konum almaları. Söylemlerini, stratejik ortaklıklarını, siyasi tavırlarını dikkatle takip edenler, bu koalisyon’un entelijans kaynaklarına, değerlendirme ve siyasal tavırlarına kadar etkilerini rahatlıkla görebilirler.
Birbirlerini tükete kadar bu kesimleri çatıştırma politikasından söz ediliyor. Bu sığ bir yaklaşımdır ve bizim mahallemize birbirimizle savaşmak olarak servis ediliyor. Basiretli ve Kur’an perspektifli düşünen bir Müslüman, bu sağlıksız yapıların koalisyonu ile Ümmet eksenli direniş’in mücadelesini iç çatışma değil, Zalim-Mazlum çatışması olarak görür. Diğer yandan; Rusya, Çin, İran ve bölgenin finans zengini Monarşilerinin bütün desteklerine karşı, Ümmet eksenli intifadalar zinciri karşısında bu koalisyonun potansiyel geleceği yoktur. Ve emin olun ki, önümüzdeki dönemlerde Emperyalist odakların bölgeye müdahalelerinin ana ekseni de; Ümmet eksenli direniş, uyanış hareketlerini engellemeye yönelik olacaktır.