Şehit Mustafa Yaman İmam Hatip Lisesinde düzenlenen panelin konuşmacıları Star Gazetesi yazarı Selahattin Eş Çakırgil ve Haksöz Dergisi yazarı Hamza Türkmen idi. Berat Şerbetçi’nin moderatörlüğünde gerçekleşen panelde konuşmacılar İslam dünyasındaki sosyal ve siyasal konulara değindi.
Konuşmacılardan Selahattin Eş Çakırgil şunları ifade etti:
‘’Müslümanlar bugün 1 milyar sekiz yüz milyonluk bir kalabalığa sahipler. Nasıl ki bir mümin bir camide münferit olarak namaz kıldığında bir ‘’cemaat’’ olamıyorsa bizler de bu kalabalığa rağmen şer’an bizi bağlayan ve etkili bir cemaat olamıyoruz.
Ümmet olma konusunda aramızda şer’i, itikadi, fıkhi bağlılıklar olmadı, oluşmadı. Riyaset (yönetim isleri) konusu bu yönleriyle gündemimizde bile değil.
Rasulüllah dönemi ve dört halife dönemi hariç sultanlar kılıçlarıyla geldiler, kılıçlarıyla gittiler.
İngiliz Emperyalizmi ‘hilafet’i Müslüman Dünyayı bölmek, parçalara ayırmak ve ortadan kaldırmayı hedeflemişti. Ta Meşrutiyet yıllarında Osmanlı içinde kurtuluş ve yeniden muasırlaşmak için batılılaşmayı öngören gençler eliyle bunu hedefleyen adımlar atmıştı. Maddi yardım, diplomatik destek ve Osmanlıya müsaadeli tutumla bu amaca dönük çalıştı.
300 milyon İslam dünyasında emperyalizme karşı direniş hilafet bağı üzerinden yürüyordu. En azından bu bağ Müslümanların ruhaniyetini yaşatıyor, irtibatları diri tutuyordu. Batı bu yüzden meşrutiyete bile tahammül edemedi. Meşrutiyetten 13 sene sonra Osmanlı hilafetle birlikte yıkıldı, İslam dünyası küçük parçalara ayrıldı ve darmadağın oldu. Batılılar bundan sonra kolayca işgale yöneldiler. Artık önlerinde engel kalmamıştı.
Hilafet belki çok nitelikli özelliklerle yürümedi, hatta Osmanlının bir siyaset aracı bile olduğu zamanlar vakiydi. Ama Müslümanlar ihtilaflarını onunla çözüyor, birliği dirliği hatta huzuru güveni ona binaen yaşatıyorlardı.
Parçalanan coğrafyamızda ulus devletler, küçük emirlikler kuruldu. Başlarına konumlananlar batıyla müttefik, diktatörler oldular.
2011 Arap Devrimleri halkın, baskıya, yokluğa, zulümata, hiç yerine konulmaya isyanıydı.
Arap halklarının bu ayaklanmalarıyla 30, 40 yıllık diktatörler devrildiler. Suriye’de 50 yıla yakın iktidarını sürdüren Baas rejimi de yıkılacaktı ama onu ayakta tutmak için İran sonra İran’ın davetiyle Rusya devreye girdiler ve onu yaşatıyorlar. Devrimi katliamla durdurdular. Batı İslam’ın iktidarı gelmesin diye ölümlere göz yumdu. Bu rejim 9 yıldır kendi halkına karşı onları Rusya ve İranla bilik olup katlederek ayakta duruyor.
İranlı yetkililer bir açıklama yapmışlardı. Tüm Ortadoğu’da Şiileştirme projesini örgütleyen ve doğrudan Hamaney’e bağlı, saha aktörü, geçen hafta başında ABD tarafından öldürülen Kasım Süleymani o açıklamada ‘’Biz 2 gün gecikseydik Esed rejimi çoktan devrilirdi’’ demişti. Yine İranlı yetkililer devamla ‘’Süleymani olmasaydı Bağdat IŞID’ın eline geçerdi. Yine o olmasaydı Rusya Suriye’ye gelmezdi ve Şam kaybedilirdi’ demişlerdi. Müslüman olmayan ve emperyalist olan bir ülkenin lideriyle dost olduğu söylenen kişi Müslüman ise bu konuda iki defa düşünmek lazım.
İran’da 1979 da halk devrimi olduğunda ‘La şarkıyye la garbiyye vahde İslamiyye’ deniliyordu. Ama şimdi?
Sonradan İran İslam’ı tek bir ağaç olarak tarif ederek bunun da ana ekseninin Şiilik üzere olduğunu söyler oldu. Başlangıçta devrimin ön saflarındaki bazı şahıslardan bu tarifi beğenmeyenler çıktılar ama onların sesi kısıldı. Rafsancani ‘Biz mezhebi İslam’ın önüne geçirdik, ittifak da ittihad da sağlanamadı. Gücümüzü kaybettik, ümmetin kudreti bu taassup yüzünden kaçtı gitti. İşgalcilerin zulmü karşısında sesimiz çıkmaz oldu. Bu hal ihtilafların, hizipçiliğin sebep olduğu dermansızlıktan dolayı böyle olmadı mı?’ demişti.
İran için Şiilik ana eksendir. Bu uğurda artık yalnız İran’da değil birçok İslam ülkesinde Şiileştirme süreçlerinde İranlıların öldürülmeleri karşısında ölenler Hz Hüseyin’in şehadetiyle özdeşleştirilerek tanımlanır oldular. Böylece Kudüs’ün özgürleşme davası da vahdet de sözde kalmış oldu.
‘Beş başkente biz hükmediyoruz’ diyen K. Süleymani’nin kendisiydi. Halk Süleymani’yi İran’da benimser görünüyordu ama onu Iraklılar hiç benimsemediler. Şimdi İran’da da durum karışık. Sokak protestolarında durum aşikâr.
İran’da sokak gösterilerinde devlet dahil tüm yöneticiler ve Hamaney protesto ediyor. Ama protestolar çok acımasızca bastırılmakta. Ve İran bunları gizliyor.
O beğenmediğiniz Osmanlı hiçbir zaman merkeze ne bir mezhebi, ne bir hamiyet ihtirasını yerleştirmedi. 600 yıl hükmettiği Irak’ta Necef’te Şia mekteplerine hiçbir zaman dokunmadı. Balkanlarda Hristiyan okullarına da dokunmadı. Balkanlarda yaşayan hakkaniyet sahipleri şunu ifade ederler; ‘biz 300 yıl Osmanlı hakimiyetinde yaşadık ama ne dilimizi ne dinimizi hiç unutmadık’.
Osmanlıda gayrı müslimler her zaman huzur içinde yaşadılar. Araştırın bakın hiçbir kavmiyetçilik ve ırkçılık emarelerine rastlamazsınız.
20 yy da İslami yönetim hiçbir şekilde başarılamadı. Mezhepçilik, fırkacılık, güç sarhoşluğu her zaman devleti zehirledi.
İnsanlık âlemi ve Müslüman dünya azade olacağı günleri beklemekte.
Maalesef ne doğu ki kastım İslami yönetimlerdir, ne de batı insanlığın yarasına merhem üretmedi. Sekülerizm ve dini dar taassup arasında insanlık sıkıştı. Adalet, insaniyet, paylaşım, hoş görme, sabır, huzur, selamet ya kitap arasında ya da sadece küçük çevrelerin ideallerinde ve çabalarında yaşamakta.
Allah kitapla, Rasullerle çıkış yollarını gösterir ama zorla bunu dikte etmez. Felahı ve zulmü insan eliyle inşa edecektir. Kurtuluşumuz rabbimizin kitabında buyurduğu İslam’la olsun inşallah.’’
Konuşmacılardan Hamza Türkmen kısaca şunları ifade etti;
‘’Birinci Dünya savaşı sonrası kurulan yeni cumhuriyetle birlikte kaldırılan halifelik konusunu geçemeyiz. Bu konu son derece önemli ve kendi açımızdan bizim meselelerimizden, maslahatlarımızdan birisiydi.
Halife etrafında olmak emperyal dünyayı tedirgin ediyordu. Hilafet saldırılara karşı bir dayanışmayı ifade ediyordu.
Osmanlıda hilafet bir ‘tarzı siyasetti’. Onun varlığı Müslümanlar arasında dayanışmayı, güveni, nisbi de olsa ümmet birliğini ifade ediyordu.
Şimdi ümmet dendiğinde geçmişe bakılıyor, ‘ittihadı İslam’a dönük özlem ifade ediliyor.
Laik Cumhuriyet batıyla rekabet etmeyi, muasır medeniyetler seviyesine çıkmayı, diplomaside ve ekonomik pazarda yer almayı en baş hedefe yerleştirdi.
30’ lu yıllar 40’ lı yıllarda Müslümanca yaşayalım hayali kuranlar ‘’millici yaklaşımları’’ başlarda, dinimizi hiç olmazsa yaşayabiliriz kablinden önce zaruretten sonra gönülden benimser oldular.
Kuran’da tarif edilen İslam anlamında en net çıkış, 1976’da yayın hayatına giren ‘Düşünce Dergisi’yle yakalandı. Dergide yazanlar ele aldıkları konularla ‘biz sadece Müslümanız’ çağrısını yükselttiler.
Dergi çevresinde Arapça bilen gençler vardı. Onlar İslam Dünyasını takip ediyor, Islah Ekollerinin neşrettiği yayınları tercüme ederek yayınlıyorlardı.
Sonra sonra şehirleşme oranı yükseldi. İslami dayanışma, kardeşlik zayıfladı. Modern yaşam bireyselliği artırdı, yaygınlaştırdı.
Sosyalleşme dinimizin esas amaçlarındandır. Kültürel paylaşım, yazma çizme fikir üretme şehirlerde gerçekleşen bir olgu. Ama biz henüz kültürü, toplumu, sosyal hayatı etkileyen seviyeleri tutturamadık. Gençler iyi ama duyarlılık derecesindeyiz henüz. Bilinç seviyesi açısından, birikim açısından henüz gerilerdeyiz. Sanat, edebiyat, düşünce, sinema, musiki, kültür ve algı inşasında daha başlardayız.
Modernitenin temeli din temelli değil, seküler temellidir ve o da şehirleşmeyi ve şehirleri hedefler.
Toplumu din temelli bir toplum olmaktan çıkarıp seküler temelli bir toplum haline dönüştürmenin en temel aracı şehirleşme oluyor. Güçlü kim ise kültüre, davranışa, eğitime, plan-programlara o hükmediyor. Bugün seküler kültür karşısında Müslümanların konumlanışı işte bu verili zeminde sürmekte.
İnsanların kırsal yaşamda sahip oldukları asli unsurlar arasında olan aile yaşamı, akrabalık ilişkileri şehirleşmeyle birlikte iyi bir örgütlenme bağı yoksa ve kurulması için çaba da gösterilmiyorsa kaybolup gidiveriyor.
Biz ıslah fikrine sahip Müslümanlar halkın arasında, günlük yaşam çeşitliliği içinde var olma konusunda çok yeniyiz. Mescitler, buluşma mekânları, çay ocakları bizim gündemimize daha yeni yeni dâhil oluyor. Bakıyoruz bu alanlarda yıllardır varlığını sürdüren kökleşmiş geleneksel, tasavvufi cemaat yapıları son derece başarılı çabalar ortaya koymaktalar. Evet din anlayışları eksikler, aşırılıklar içinde olabilir, günlük hayatın sorunlarını okumak yolunda yetersiz de kalabilirler, entelektüel bir dil noktasında zayıftırlar ama hayatı hiç ıskalamamışlar. İslam’ı yaşamak isteyen modern insana kısmen yuva sıcaklığı sunabiliyorlar, bunu görelim.
Mesela televizyonun her evde başköşeyi işgal ettiği modern kültürü ve alışkanlıkları bu kesimler içerisinde sorgulayanlar çıkmış. Kendi alternatifleri üretmeye kafa yormuşlar. Çözülmeye dur diyen fetvalar üretmişler, tartışmışlar konuyu.
Son olarak bize düşen; bu birikimimizle yeniden sabikun olma yolunda ceht etmektir. İktisadi, sosyal, kültürel olarak nasıl bir model ortaya koyacağız sorusunu sormamız ve buna dair cevaplar çözümler üretmemiz gerekiyor.’’
Program soru cevap faslının ardından son buldu.