Sorulması gereken doğru soru şu olmalıdır: “Biz, geleneğimize ve ontolojik köklerimize yaslanarak yeni bir tecdit hamlesi nasıl başlatabiliriz; yeni bir irfani epistemoloji ve yeni bir insani teknolojiyi ortaya çıkartacak yeni bir medeniyet paradigmasını ve o paradigmaya dayalı yeni bir adil ve ahlaki medeniyeti nasıl inşa edebiliriz?”
Mehmet Akif Çeç, STAR gazetesinin Açık Görüş ekinde yazdığı “Entelektüel Cihad!” başlıklı makalesinde 200 yıl önce Müslümanların sormuş olduğu “İslam Dünyası Niçin Geri Kaldı?” sorusunun yanlış olduğunu belirterek bu soruya verilen cevaplarla çıkılan yolların yanlış olduğunu iddia ediyor. Makalede tartışılması gereken birçok nokta var. Bu noktaları okuyucularımızın ilgisine sunuyoruz:
Mehmet Akif Çeç’in makalesi:
“Aslında başımıza gelen her şey yaklaşık 200 yıl önce sorduğumuz yanlış bir soruyla başladı. Evet, hepimiz ve hatta tüm insanlık 200 yıl önce sorduğumuz o yanlış sorunun kurbanlarıyız. Eğer işe, önce doğru soruyu sorarak başlamış olsaydık, tarihin akışı da, insanlığın kaderi de, alem-i İslam’ın ahvali de bugünkünden çok farklı ve çok daha iyi bir durumda olabilirdi. Oysa soru yanlış olunca, o soruya üretilen bütün cevaplar, bütün çözümler ve bütün önermeler de yanlış olmaya mahkumdur. Üç asır önce, batının kuraldışı ve kulvardışı sıçraması sonucu ortaya çıkardığı modern/seküler uygarlıkla karşılaşan Müslüman entelektüeller, gördükleri büyüleyici tablo karşısında önce bir şaşkınlık ve panik, ardından kompleks ve eziklik, sonrasında da öykünmecilik, özürcülük ve ödüncülük hastalığına tutuldular. İnsanlık tarihi içerisinde ilk defa ortaya çıkan bu yeni ve bambaşka durum karşısında sordukları o yanlış soru şuydu: “İslam dünyası niçin geri kaldı?” Ve maalesef 200 yıldır hala aynı yanlış soruyu sormaya ve bu yanlış soruya sayfalar, kitaplar, ciltler dolusu yanlış cevaplar, önermeler üretmeye devam ediyoruz.
İki asırlık acı tecrübe
Peki bu soru niçin yanlıştır? Bu soru, soru olmanın ötesinde kendi içinde birden çok yargıyı barındırmakta ve ulaşılması gereken bir hedefi işaret etmektedir. Bu soruyu soran zihin, öncelikle karşısında ‘ileri’ olduğuna kesin bir biçimde inandığı, somut, mükemmel, ideal bir modelin varlığını kabul etmektedir. Sonrasında kendi durumunu onunla mukayese etmekte ve o modele göre kendisinin ne kadar geri olduğuna kesin bir kanaat getirmektedir. Ve üçüncü aşamada da ileri olarak idealize ettiği bu modele benzemeyi önüne bir hedef olarak koymaktadır. Bu soru aslında yenilmişliği baştan kabul etmek, tüm iddialarını yitirmek, insanlık için söyleyecek sözü kalmadığını deklare etmek, taklitçiliğe, teslimiyetçiliğe, edilgenliğe, uyduluğa baştan razı olmak anlamına gelmektedir. Bu soru, başka bir medeniyet paradigmasının üstünlüğünü, kendi paradigmasının artık işe yaramadığını kabul etmek ve üstün saydığı paradigmaya intisap etmek demektir. Aslında başlangıçtan beri, tutulan bu yolun yanlış olduğunu ve yolun sonunun bizi karanlığa götüreceğini savunan bir damar hep olagelmiş olmakla birlikte, modernliğin taşkın seli (seyl-i hurûşân) karşısında etkili olamamış; devleti ve milleti ve hatta ümmeti kurtarmak adına ortaya çıkan tarz-ı siyasetlerin yani Türkçülük, Osmanlıcılık, İslamcılık ve Batıcılık siyasetlerinin keskin hatlı ideolojik ayrışmalarına karşın; modernleşmeyi merkeze almış olmaları hepsinin temel ortak bir özellikleri olarak tebarüz etmiştir. Yani bu tarz-ı siyasetlerin hepsi de, farklı biçimlerde de olsa, o aynı yakıcı ve yıkıcı soruyu sorarak yola çıkmışlar ve çözümü de kendi ideolojileri ile moderniteyi sentezlemekte aramışlardır. Bu açıdan bakıldığında İslamcılık dahil hepsi modernleşmecidir ve yine bu yönüyle bakıldığında İslamcılık, sentezciliğin ötesinde özgün bir çözüm ve özgün bir damar ortaya koyamamıştır.
İslamcıları, modernite karşısında bu denli etkileyen şey Batı’da gördükleri bilim ve teknoloji alanındaki değişmelerdi. Onlar bu değişimi “gelişme” ve “ilerleme” (terakki) olarak okudular, zaten onlara öyle takdim edilmişti. Oysa gelişme ve ilerleme kavramları, bir ölçü ve kriter ifade eden, değer yüklü, sübjektif kavramlardır. Burada ölçü ve kriter olarak modern Batı medeniyeti bir “a priori” olarak kabul edilmiştir. Dolayısıyla gelişmişliğin ve ileriliğin ölçütü modern uygarlıktır, o kritere uymayan tüm toplumlar, uygarlıklar otomatikman gelişmemiş ve geri kalmış kategorisine düşmek durumundadır. Gelişmek ve ilerlemek isteyenlerse, önlerindeki bu modeli takip ve taklit etmek zorundadır. Bunun dışında bir gelişme ve ilerleme modeli ve metodu da yoktur ve olamaz. Modernitenin ortaya çıkarmış olduğu bu “yeni hal”in, eski hale ve kendi hallerine kıyasla ilerleme olarak okunması, moderniteyi ulaşılması gereken bir hedef haline getirmiştir. Oysa modernlik; dönemin İslamcılarını cezbeden, teknolojik yenilikler ve üstünlükler ile ekonomik zenginlikler değil arka planındaki rasyonalizm, sekülerizm, pozitivizm, materyalizm gibi dindışı (profan) zihniyettir. Bu teknolojik ve ekonomik durum, modernliğin kendisi değil sonuçlarıdır. Bizim entelektüellerimiz, modernliğin bu dindışı, asli kısmını modernliğin sonuçları olan kısmıyla ayrıştırarak, asli kısmı atıp sonuçlarını alarak Batı’nın ulaştığı noktaya ulaşabileceklerini zannetmişlerdir. Oysa Batı modernleşmesi, o teknolojik ‘gelişme’ye ve ekonomik zenginliğe, insanlık tarihinin doğal akışını bozarak, kuralların ve kulvarın dışına çıkarak, yani oyunbozanlık yaparak ve yoldan saparak ulaşmıştır. Batı uygarlığının kuralların ve kulvarın dışına çıkması şu anlama gelmektedir: Kendinden önceki medeniyetlere ait bilgi ve birikimi ele geçirdikten sonra, bu bilgiyi metafizik boyutundan arındırıp salt nesnel bilgiye indirgemiş, hiçbir ahlaki sınır, ölçü, değer tanımaksızın bu bilgiyi istismar etmiş; sömürü ve hegemonya aracına dönüştürerek kötüye kullanmış ve böylece diğer toplumlarla bir anda orantısız biçimde arayı açarak aşırı bir güç yığılması ve büyük bir maddi üstünlük elde etmiştir.
Paradigmayı değiştirmek
Tanrıyla ilişkisini kopartıp, tanrıyı hayatın ve tarihin dışına atan, böylece kutsal ve aşkın bir merkezden, her türlü sınırlayıcı ve bağlayıcı yüksek ilkelerden, ahlaki kurallardan, hesap verme sorumluluğundan sıyrılan bu zihin, ele geçirdiği bu bilgiyi kötüye kullanarak bir yandan ağır silahlar, nükleer ve kimyasal kitle imha silahları üreterek bunlarla işgaller, sömürüler yapmış; bir yandan doğayı bir meta olarak görüp sorumsuzca ve sınırsızca yağmalamış; tüm kaynakları tükenme noktasına getirmiş; toprağı, havayı, suyu kirletmiş; maksimum kazanç uğruna bitkilerin ve hayvanların genetiğiyle, kimyasıyla oynayarak ifsad etmiş; bir yandan da insanı ulvi bağlarından ve asli bağlamından kopartarak biyolojik ve zoolojik bir varlığa, üreten ve tüketen bir makineye indirgemiştir. Modern uygarlık yeryüzüne acı, gözyaşı ve mutsuzluk getirmiştir. Dolayısıyla, hangi sentezle olursa olsun, bir modernleşme macerasına dahil olmak bu süreci yaşamayı ve bu sonuca ulaşmayı zorunlu kılmaktadır. Yani, her Batı tipi modernleşme süreci ve serüveninin nihai olarak çıkacağı yer burasıdır.
Görüldüğü gibi 300 yıllık modern Batı paradigmasının ve seküler uygarlığın dünyayı ve insanlığı getirdiği nokta burası. Bütün bunlar 300 yıldır hala gelişme ve ilerleme olarak okunmaya devam ediyor. Ve alem-i İslam, iki asırdır hala o yıkılası yanlış soruyu sormaya devam ediyor. Oysa sorulması gereken doğru soru şu olmalıdır: “Biz, geleneğimize ve ontolojik köklerimize yaslanarak yeni bir tecdit hamlesi nasıl başlatabiliriz; yeni bir irfani epistemoloji ve yeni bir insani teknolojiyi ortaya çıkartacak yeni bir medeniyet paradigmasını; ve o paradigmaya dayalı yeni bir adil ve ahlaki medeniyeti nasıl inşa edebiliriz?” Bu soruyu soramamanın bedeli, bize asgari iki asra malolmuştur. Ve artık 200-300 yıl gecikmeyle de olsa doğru soruyu sorarak ve bu soruya doğru cevaplar üreterek yola koyulmanın vakti gelmiştir. Yeni bir paradigma inşasından yeni bir medeniyetin inşasına giden yolu açmak (fetih) için “entelektüel cihad dönemi”ni artık başlat-mak bizim için kaçınılmaz bir yazgıdır.
Cihad; bugün oryantalizmin ve Batı medyasının yeniden ürettiği; İslam’ı ve Müslümanları mahkum etmek üzere şiddet ve terörü içeren anlamlar yüklediği negatif bir kavram olarak siyasi literatüre dahil edilmiştir. Oysa cihad, Kur’an’da, emir kipiyle Müslümanlara defalarca yapmaları istenilen bir farzdır. Bu kavramı Kur’an’dan atmak ya da yapısöküme uğratmak gibi bir yetkimiz olmadığına göre, esasında onu doğru anlamamız önem arzetmektedir. Cihadın içerdiği ‘savaşma’ anlamı, kavramın en dar anlamıdır. Bir saldırı halinde, kutsal değerleri korumak amacıyla yapılan kutsal savaş zaten meşru ve yüce bir eylemdir. Fakat cihad emri sadece sefer halleriyle mukayyet bir emir değildir. Rasulullah Efendimiz (A.S.)’in savaştan dönerken “küçük cihattan büyük cihada gidiyoruz” sözleri cihadın asıl “ha-zar”da daha yoğun ve sürekli devam etmesi gerekliğini bizlere işaret etmektedir. “Cehd” (c-h-d) kökünden gelen cihad, etimolojik olarak “ var gücüyle çalışmak; istenilen sonuca ulaşmak için tüm imkanları kullanmak” anlamına gelmektedir. Bunu dini bir kavram olarak ele aldığımızda, Allah yolunda, insanlığa ve Müslümanlara faydalı ve hayırlı işler yapmak için var gücüyle çalışmak ve tüm imkanları seferber etmek olarak anlayabiliriz. Bu çerçeveden bakıldığında; 300 yıldır insanlığı felakete sürükleyen modern/seküler Batı medeniyetinin aşılması ve insanlığın adil, insani ve ahlaki bir medeniyete kavuşturulması için yapılması gereken (farz olan) tüm düşünsel, ilmi, entelektüel çabaları “entelektüel cihad” olarak isimlendirebiliriz. Bu doğrultuda, 200 yıl gecikmeyle de olsa, doğru soruyu sorarak, topyekun büyük bir entelektüel cihad hareketi başlatmak en temel görevimiz olsa gerektir.
İslam aklını inşa etmek
Bize göre, İslam alemini ve insanlığı sahil-i selamete ulaştıracak bir entelektüel cihad hareketinin yol haritası kısaca şöyle olmalıdır:
- Öncelikle entelektüel tutsaklıktan kurtulmak. En az 200 yıldır zihinlerimizi işgal eden, körelten, karartan özürcü, ödüncü, öykünmeci, taklitçi, sentezci tüm apolojist yaklaşımların yanlış olduğunu anlamak. 200 yıldır test edilip onaylanan bu yolun/sürecin bizi kör bir taklitçilikten öteye götürmediğini/götürmeyeceğini kabul etmek. Entelektüel kendilik ve özgüvenle yeniden ciddi bir entelektüel mesaiye başlamak.
- Adeta bir a-priori haline gelmiş olan zihinlerimizdeki modern, seküler virüsleri tamamen temizlemek ve “sahih İslami zihin”e ulaşmak. Aynı şekilde rasyonalizm virüslerini temizleyip, “İslam aklı”nı yeniden inşa etmek.
- Entelektüellerimizde bir saplantıya dönüşmüş olan, tek düşünme ve bilgi üretme/bilim yapma biçiminin modern/Batılı düşünme biçimi ve bilimsel zihniyeti olduğu şeklindeki yanlış dogmalardan kurtulmak.
- Modernleşme ve Batılılaşmanın tek yenileşme (tecdid) ve değişim yöntemi olduğu, bunun dışına çıkılamayacağı ve bundan vazgeçilemeyeceği şeklindeki kadim takıntıdan kurtulmak.
- Bilgiyi ve bilgiyle olan ilişkimizi yeni baştan tanımlayıp, sahih bilgiyi/bilimi üretebileceğimiz yeni bir İslami epistemoloji ve metodolojiyi inşa etmek.
- Bu doğrultuda, modern akademik zihinden bağımsız; dini ve beşeri ilimlere vakıf, zülcenaheyn, sahih alim-entelektüel-önderler yetiştirecek mekanizmalar, kurumlar, yapılar oluşturmak ve bu işin nüvesini oluşturan, bu kurumlarda talim verecek entelektüel üstatları bir araya getirmek.
- Yine bu doğrultuda çalışacak araştırma merkezleri, kütüphaneler oluşturmak.
- Sahih sünnet merkezli büyük İslam geleneğini, büyük İslami müktesebatı yeniden keşfetmek ve bu büyük geleneğin imkanlarını, potansiyelini ortaya koymak ve kendi dinamikleriyle geleneği yeniden inşa etmek.
- Bütün bunlardan yeni bir medeniyet paradigması inşa etmek. Ve insanlığın önüne adil, insani, ahlaki yeni bir medeniyet tasavvuru sunmak.
200 yıllık gecikmenin ardından kaybedecek zaman yok..”