Islak dut

Olayı, 'biz ne demiştik, onlar ne sallamıştı' boyutuna taşımayı sevmem. Çünkü biz de kendimizi biliyoruz, bu ülkeyi babalarının malı gibi zannedip her türlü entrikayı 'meşru' gören müptezeller de kendilerini çok iyi tanıyorlar.

Haktan, hakikatten, vicdandan bahsetmek abes bu nedenle.

Yığıldıkları mevzilerinde uyduruk bir gerçek üretmek ya da gerçeği çarpıtmayı bir hayat tarzı yaptıklarını da tarih biliyor ve yazıyor zaten.

Hangi izbelerde bir araya gelip 'sen şöyle, şuradan saldıracaksın, biz böyle buradan bindireceğiz' türünden taktikler ürettiklerini, olmadı ortada çarpıtacak bir şey yoksa birbirlerini yıkayıp yağlayacaklarını filan da görüyoruz artık.

Sayısal olarak azalsa da mevzilerini koruma uğruna gözlerinin nasıl dönebileceğini de Ergenekon soruşturması tüm çıplaklığıyla gösteriyor zaten.

Hasta ruhların tepesine dikilen kafanın ürettiği paranoyak düşmanlıkları en bayağı yöntemlerle ortaya atıp, sonrasında milleti korku içinde susturacakları psikolojik bir ülke onların tek hayali. Ürettikleri bir milyon imajiner iç ve dış düşman ile yıllar boyu milletin tepesine çökmüşler zira. Çok fazla uzak geçmişe gitmeye bile gerek yok.

'Bilmem ne belgesi' dolayısıyla avaz avaz bağırıp, gerçeği bulandırmak istediklerinde de belirtmiştik. Ha diyelim ki biz bu gerçeğin gerçekliğinden emin olmamalıyız, peki nasıl oluyor da siz gerçek olmadığından bu kadar emin olabiliyorsunuz?

Ergenekon'un kızıl, sert ve yumuşak tosuncukları her ortamda üfledikçe salladılar, salladıkça üflediler. 'Yok efendim sahte belge yapmak kolaymış da, yok isterseniz biz de yapalım da' bir sürü zırva. Oysa 28 Şubat'ın üzerinden daha bin yıl filan geçmedi. Bu tür belgeleri üretenler de, onu gazetelerinde, televizyonlarında yayınlayanlar da hâlâ hayatta. Gerçi muazzam bir pişkinlikle hâlâ eski saz ile eski türkülerini söylemeye devam etmeye çabalıyorlar ama nafile. Mutlak gerçeğin böylesine ezici bir yönü vardır. Bir gün çıkıyor karşınıza ve ıslak bir zemheri yeli gibi suratınıza iniyor. Ha, pişkinliğin, utanmazlığın zirvesi belli de olmadığı için buna anlamazdan, görmezden geldiklerini/geleceklerini de çok iyi biliyor bu millet.

Normal bir ülkede bunlar yaşansa yer yerinden oynayacakken, arsız bir pişkinlikle susmak, topu başka sahaya atmaya çalışmak bunların ortak karakteristiği. Dün 28 Şubat'ta da böyle yaptılar, 27 Nisan'da da, 26 Haziran'da da. Şimdi en azından susarak olayı geçiştirmeyi deniyorlar.

Fakat böyle yağmanın olmayacağını da bilmeliler. Zaten onları kudurtan, akıllarını dumura uğratan şey de bu.

Gerçek ile paranoyak göz arasındaki fark en son ne zaman bu kadar büyüktü inanın hatırlamıyorum. Siyasisinden medyasına, askerinden güdümlü sivil toplumcusuna kadar bazı kesimlerin gerçeği bu kadar farklı algılamasının nedenini iyi araştırmak lazım. Nasıl bir algı ki bu, topraktan fışkıran binlerce mermiyi, bombayı, tüfeği, topu, tabancayı 'av tüfeği' olarak görebiliyor? Nasıl bir ruh halidir ki, suikast planları eşliğinde ele geçirilen LAW silahlarını 'boru' diye küçümseyebiliyor? Ve bu nasıl marazi bir özgüvendir ki, meşru hükümeti ve halkın bizzat kendisini düşman olarak görüp, kendince strateji üretmeyi salık veren andıçları 'Kâğıt parçası, sahte' diye yaftalayabiliyor.

İlk gün ne dediysek o; bu belgeyi kim üretmişse ortaya çıkarmak lazım. Sadece çıkarmak yetmez tabii, neyse kanunlar çerçevesinde gereken ceza verilmeli. Ki gerçeğin mutlaka ortaya çıkmak gibi bir huyu olduğunu da hatırlatmıştık. İstediğiniz kadar imha etseniz de, format atsanız da, ayakçılarınızla dezenformasyon yapsanız da ortaya çıkar gerçek. Ve ıslak olsa da dut, bülbülü susturuyor bir şekilde!

ZAMAN