Islah Edeyim Derken İfsat Etmemek İçin

MUSTAFA SİEL

Dimyata Pirince Giderken Evdeki Bulgurdan Olmak

Önceki yazımızda, halkımızın (ve ümmetimizin) en temel sorununun İslam’ı doğru bilmemesi ve (bu nedenle) yaşayamaması nedeniyle İslam ve İslam Devleti nimetinden mahrum olması olduğu ve bu nimetin ancak bir ıslah süreci ile geri kazanılabileceğini söylemiştik.

Islah süreci ise, buna önderlik ve örneklik edecek ehil ıslah önderleriyle mümkündür. Islah sürecine önderlik edecek kişi ve grupların ehil olmaması ve yanlış yol ve yöntemler kullanması halinde ise, ıslah edelim derken ifsat etmeleri riski çok yüksektir ve tarih boyunca bu olumsuz durum pek çok defa yaşanmıştır.

Yüce Allah 2.Bakara Suresi 204’ten 206’ya kadar olan ayetlerde, insanlardan kalbindeki marazlar nedeniyle ıslah edeceğim derken ifsat edenlerin olduğunu bildiriyor ki, kanaatimce İslam tarihinde bunun ilk önemli misali Muaviye olmuştur.

Ali (ra) zamanında ortaya çıkan Haricilerin samimi olmalarına rağmen çapsızlık ve hikmetsizlikleri nedeniyle ıslah edelim derken nasıl büyük bir ifsada sebep oldukları ve Muaviye’nin saltanatının yollarını istemeden ve bilmeden nasıl döşedikleri tarihi bir vakıadır.

Kaş Yapayım Derken Göz Çıkarmak

Kendisine yaptığı bir iyilik nedeniyle dost edindiği adam uyurken rahatsız eden bir sineği öldürmek için eline aldığı bir kayayı, uyuyan dostunun başındaki sineğe vuran ayı misali de, ıslah edelim derken ifsadın nasıl olabileceğini çok güzel anlatmaktadır.

Bunun en güncel ve çarpıcı misali ise IŞİD olup, aynen hariciler gibi ıslah edelim derken ifsat etmekteler ve bu şekilde farkında olmaksızın kendilerine düşman gördükleri İslam düşmanı kafirlere, Müslüman kılıklı Sisi gibi münafıklara ve kalplerindeki maraz nedeniyle Müslümanlara ihanet etmekte olan mevcut İran yöneticileri gibi şer odaklarının çıkarlarına hizmet etmekteler. Tıpkı Haricilerin aslında gerçek düşmanı oldukları ve öldürmeye çalıştıkları Muaviye’nin emellerine dolaylı olarak hizmet ettikleri gibi.

Bu nedenle, ıslah edeyim derken ifsat etmemek için, hem tevhidi bir iman ile sahih niyete dayalı salih amele, hem de ıslahın yol ve yöntemini bilmeye ve ıslah sürecinde hikmetli davranmaya mutlak bir zaruret söz konusudur.

Burası Mekke, Halkımızda Mekke Müşrikleri Değil

Islah sürecine öncelikle sorunları doğru tespit etmek ve doğru ve hikmetli çözüm yol ve yöntemleri ortaya koymakla başlanmalıdır. Girişte de belirttiğimiz gibi halkımızın (ve tüm ümmetin) en temeldeki sorunu İslam’ı yeterince ve doğru bilmemesi olup, diğer tüm sorunlar bu temel sorundan kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla tüm sorunların aşılabilmesi için atılacak ilk adım da, doğru ve yeterli İslami bilgilerin halkımıza doğru yol ve yöntemlerle ve hikmetli tavır ve davranışlarla iletilmesi olmalıdır.

Halkımızın (ve ümmetimizin) mevcut sorunları açık inkardan değil, İslam’ı doğru ve yeterince bilmeme neticesi imanda, amelde, sosyal ve siyasal alanda düştüğü yanlışlar ve gafletten kaynaklandığından dolayı; halkımızı İslam’ı açıktan ret eden Mekke’nin inkarcılara inen ayetlerle direk muhatap görmek, kendimizi de peygamber konumuna oturtarak adeta aynı mücadelenin yaşandığını vehmetmek, belki de son yüzyıldaki ıslah mücadelesindeki en büyük hata ve sapmadır.

Tekfirci Mantalite Islah Değil İfsat Eder

Kalkış noktası açık ya da dolaylı tekfir mantalitesi olan bir ıslah sürecinin halkımızın ıslahı yerine ifsatına sebep olmakla kalmayıp, bizzat ıslah etme iddiasında bulunanları ifsat etmesi de kaçınılmazdır ve küresel bazda defalarca tecrübe edilmiştir.

Tekfirci mantalitede iki türlü zulüm (haksızlık) söz konusudur. Hem halkımızı kesinlikle hak etmedikleri inkarcı ve müşrik konumunda görmekle onlara yaptığımız haksızlık, hem de kendimizi peygamberimizin ve ashabının konumunda görmekle haddimizi aşma edepsizliği.

Kur’an Yahudi ve Hristiyanları bile müşriklerle bir tutmaz ve onları daha üstün bir konumda tutarken, inandığı dinin gerçeklerini bilmeyen insanları müşrikler ve kafirlerle aynı konumda (hatta daha kötü durumda) görmek çok büyük bir zulümdür. Zulümden hayır çıkmayacağı da açıktır.

Kadı Değil Davetçi, Doktor Değil Dost

Bizler halkımızı yargılayan birer kadı değil, 41.Fussilet Suresi 33. ayet gereğince, Allah’a - hakka davet eden birer davetçi olmalıyız. Bu davetimiz de, ayette işaret edildiği gibi, insanları muayene eden bir doktor gibi değil, kendi yaşadığı güzellikleri insanlara tavsiye eden bir dost gibi olmalıdır.

Nasrettin Hoca attan düşmüşte, etrafına toplananlar bir doktor çağıralım diye konuşurlarken, bana doktor değil attan düşmüş birini çağırın demiş. Unutmayalım ki her birimiz bir zamanlar İslam konusunda şu anda kıyasıya eleştirdiğimiz halkımızdan farklı değildik. 

Bir zamanlar bizler de halkımızın ekseriyetinin sahip olduğu İslam anlayış ve pratiklerine sahiptik. Tıpkı onlar gibi İslam’ı yanlış biliyor, ama bildiğimiz kadarıyla İslam’a samimi olarak inanıyor ve edindiğimiz yanlış bilgiler çerçevesinde iyi kötü yaşamaya çalışıyorduk. Halkımızın ekseriyeti gibi inancımızın ve amelimizin içeriği hatalı idi ama iman ve yaşama iddiamızda samimi idik. Allah bize lütfetti de İslam’ın doğrusunu idrak etmeyi ve yaşamayı nasip etti.

O halde bizlerde hem bu nimetin bir şükrü, hem de kulluk ve cihat görevimiz gereği bu nimeti bizim eski durumumuzda olan halkımızla paylaşmaya, 16.Nahl Suresi 125. ayette emredildiği gibi hikmet ve güzel öğütle hakka çağırmaya, kaçınılmaz olduğunda en güzel şekilde tartışmaya çalışmalıyız.

Tekfir Ve Tektil Değil, Teşhis Ve Teklif

Yüce Allah 4.Nisa Suresi 94. ayette, Müslüman olduğunu söyleyen hiç kimsenin (kafir sayılarak - tekfir edilerek) öldürülemeyeceğini açık olarak bildiriyor. Kısas, meşru müdafaa ya da haklı tarafta olduğumuz bir savaş gibi haklı bir neden olmadıkça değil Müslümanların, kafirlerin bile öldürülemeyeceği ayetlerle sabittir.

Bu nedenle bizler değil İslam iddiasında samimi olan sıradan halkı, kendisi açıkça ben kafirim demedikçe söz ve hareketleriyle İslam’dan uzak duranları bile tekfir edemeyiz. Meşru savaşlar müstesna, kafirleri öldürmemiz de söz konusu olamaz.

Kaldı ki yukarıda açıkladığımız gibi halkımızın (ve ümmetimizin) temel sorunu inkar değil bilgisizliktir. Bu nedenle bizler halkımızın sorunlarını doğru teşhis edip, bu teşhislerimizi onlarla dostça paylaşan teklifçiler pozisyonunda olmalıyız.

İslam gerçeğini idrak etmeden evvel aynı konumda olduğumuz insanlarımıza bu şekilde tekfirci (ve daha olumsuz şartlarda tektilci–katledici) olarak yaklaşmamız gerçekten çok büyük bir çelişki, çok büyük bir zulümdür. Bu zulüm sadece muhataplarımızı değil, bir bumerang gibi bizleri de vurur mutlaka ve vurmaktadır.

Seyyid Kutub Tekfirci mi İdi?

Şehid Seyyid Kutub’un özellikle Yoldaki İşaretler kitabındaki sosyolojik ve hikmete dayalı, ümmetimizin sorunlarını teşhis ve en temel sorun olan doğru bilgilenme sorununu ortadan kaldırmanın metotlarını ortaya koyduğu paragrafları okuyan bazı arkadaşlarımız, bunları hukuki birer tesbit olarak kabul etmekte ve toplumu tekfir etmektedirler. Aynı durum sadece Türkiye’de değil, başta Mısır olmak üzere tüm İslam aleminde geçmişte ve günümüzde söz konusu olmuştur ve olmaya devam etmektedir.

Bizce Kutub’un tespitleri tekfir için değil, teşhis ve dostça teklif için olup, hayatıyla ilgili bilgiler bunu teyit etmektedir. Kutub, ümmetin sorununun o güne kadar zannedilenden daha derin olduğunu teşhis etmiş; yani (misalen) o güne kadar hastalık grip sanılırken, o verem olduğunu ve derin ve ciddi bir tedavi gerektirdiğini ortaya koymuştur. Lakin bu ciddi ve hayati tespitleri hastayı öldürmek için değil, tedavi için ortaya koymuştur. Hayat vermek için yapılmış olan bu tespitleri öldürmek için kullanmak hakikate ve Kutub’a ihanettir.

Velev ki Kutub bu tespitleri bazı arkadaşlarımızın iddia ettiği gibi hukuku anlamda anlamış, ümmeti tıpkı Mekke’li müşriklerin konumunda görmüş olsun. Sonuçta Kutub bir hüküm koyucu ve Rab değil, bir düşünürdür. Kanaatleri doğru da yanlış da olabilir. Bizler 39.Zümer Suresi 18. ayette işaret edildiği üzere, söze kulak verip en güzeline tabi olur; tespitlerindeki doğruları alır, yanlışları terk ederiz.

Bu nedenle bazı arkadaşlarımızın Kutub’un tekfir yönünde yorumlanabilecek bazı tespitlerini konu ile ilgili her bir tartışmada, adeta tartışılmaz birer ayet gibi önümüze sürmeleri, öncelikle Kutub’a ve mensubu oldukları tevhidi görüşe hakarettir. Hani bizler 9.Tevbe Suresi 31. Ayet gereğince Allah’tan başka (peygamber dahil) kimseyi yol gösterici Rab edinmeyecektik?

Dıştan İçe Değil İçten Dışa Değişim

Bir doktor gibi muayene ve tedavi edici değil, bir aile ferdimizin hastalığını ve tedavi sürecini paylaşır gibi olmalı ıslah sürecindeki konumumuz. Halkımızın ıslahı ancak bu yaklaşımla mümkün olabilir. Bir ilahiyatçı ya da cami imamı gibi, parça zamanlı ve resmi ağızlı, yaptığını değil söylediğini yap diye halk tarafından bile tiye alınan bir konumda halka faydamız değil, zararımız olur.

Bizler sütü yoğurt ya da peynire döndürmek için katılan maya gibi olmalıyız. Halkın içine karışıp, sahih İslami bilgi ve şahitliğimizle tüm halkı mayalamalı, halkın İslami dönüşümüne vesile olmalıyız. Laik ve Kemalist jakobenlerin yaptığı gibi, halkı küçümseyerek ve içine girmeden; kenardan köşeden laf atmalarla, çatıp yok saymalarla halka faydamız değil, zararımız olur.

Önemli olan içsel değişim olup, bu değişim ila nihaye dışa yansır. Dıştan başlayan değişimler ise genelde yapay ve duygusal olup, içe işlemek bir yana, kalıcı dahi olmazlar.

Tekfirci mantalitenin kaçınılmaz bir neticesi olan, halktan soyutlanma ve ideolojik İslamcı sırça köşklere çıkma, entelektüel uğraşıları ve ütopik projeleri İslam’ı yaşama zannedip, kendimizi dev aynasında görme ve halkla aramıza aşılmaz duvarlar örme; kendi mantalitemizdeki insanlardan başkasını Müslüman görmeme ve gettolar oluşturma marazları ise;  halkımızı ulaştırmamız gereken doğru İslami mesajdan soğutmakla kalmayacak, bizlerinde o sırça köşklerin en ufak sallantıda nasıl çatırdadığını görmemizi ve kendimizi çoğu zaman beğenmediğimiz halktan daha sefih konumlarda bulmamıza sebep olacaktır, defalarca olmuştur ve halen olmaktadır.

Kimseyi Ötekileştirmemeliyiz

Bizlerin, kendini Müslüman sayan istisnasız herkesle ortak paydalarımız söz konusu olup, önce herkesle bu ortak paydalarda buluşmalı, İslam iddiasında samimi olduğu sürece, durumu ne kadar olumsuz olursa olsun kimseyi ötekileştirmemeli, ortak paydalarımızdan hareketle muhataplarımızdan farklı doğrularımızı ulaştırmaya ve bu şekilde halkımızla İslami müştereklerimizi arttırmaya, pay ile paydayı eşitleme gayret etmeliyiz.

Halkımızı muhatap alırken siz ve biz diye olarak değil biz demeliyiz ki, ortak İslami paydada bulunduğumuz mesajını verebilelim. Eğer bizler halkımızı ötekileştirir, adeta onların Müslüman olmadığını ve ancak bizlerin Müslüman olduğunu ihdas ettirir söylem ve tavırlarda bulunur, kendimizi onlardan farklı ve üstün olduğumuz hissettirir hareket ve tavırlara girersek, halkımızın da bizi ötekileştirdiğini ve mesajımıza karşı otomatikman kilitlendiğini görürüz.

Bu nedenlerle, ekolümüzü ve gruplarımızı isimlendirirken biz Müslümanlar tabirini kullanmamalı, (zira bu tabir halkta ve diğer İslamcı camialarda ötekileştirilme duygusu oluşturmakta), bunun yerine halktan ve diğer İslamcı ekol ve gruplardan farklı söylemlerimiz olduğunu ortaya koyan İslamcı, tevhidi İslamcı gibi tabirleri kullanmalıyız.

Devrim Değil Islah, Travmaya Gerek Yok

Islah sürecinde yapılan bir yanlışta, halkımıza mesajımızı verirken, mensup oldukları dinin asıl doğrularını ortaya koyarak ıslah edici bir pozisyonda değil,  adeta yeni bir dine girercesine devrimci bir mantalite ile vermemizdir.

Bu durum muhataplarımızda iki türlü tepki ve sonuç oluşturuyor. Büyük kısmı bizi dinsizlik ve sapıklıkla itham ederek mesajımıza karşı kendini kilitliyor. Az bir kısmı ise mesaj ve söylemden etkilenerek, adeta yeni bir dine giriyormuşçasına mistik bir havaya giriyor ve ciddi bir travma yaşıyor ve normal hayattan kopuyor.

Uzun yıllar bu kopuş ve travmaların yan etkilerini atmaya uğraşıp, büyük çoğunluğu tekrar eski haline dönerken, bir kısmı da durmaksızın bir denge oluşturma uğraşısı içinde uğraşıp duruyor.

Oysa böyle bir travmaya ve kopuşa gerek yok. Aynı dindeniz ve muhataplarımızın en temel sorunu yanlış bilgilere sahip olmaları. Kaldı ki bizlerde her zaman doğru bilgilere sahip olamayız. Önemli olan öncelikle kendimizi ve halkımızı doğru bilgilerle teçhiz etmek.

Yıkıcı Değil Yapıcı Olmalıyız

Yap hep ya hiç gibi toptancı yaklaşımlar ile yapmaya değil yıkmaya dönük çabalar maalesef mesajımızın halka ulaşmasını ketlemektedir. Halkımızın mevcut İslam mensubiyetini yıkmaya değil, inşa etmeye yönelik bir çaba içine girip, bardağın dolu tarafını da görerek eksik tarafını doldurma gayreti içinde olabilirsek, zamanla bardağın tamamen boş olmadığını ve her geçen gün dolmakta olduğunu da görebiliriz.

Muhataplarımızın ve halkın bir anda değişimini istemek, sahip oldukları artıları hiçe sayarak devamlı eksilerine odaklanmak, çabalarımızın ürünlerini hemen görmeye çalışmak gibi beklentiler fayda yerine zarar vermekte, muhataplarımızın gerilemesine sebep olmaktadır. Bizlerde de bıkkınlık, umutsuzluk, marjinallik gibi olumsuzluklar oluşturmaktadır.

Aceleci Olmamalıyız

Halkların bir anda keskin dönüşüm göstermeleri mümkün olmadığı gibi, mümkün olsa bile sağlıklı değildir. Bu nedenle sabırla tebliğ ve şahitliğimize devam etmeli, halkımızın yavaş yavaş, mayalana mayalana içten dönüşümünü sağlamaya çalışmalıyız.

Aslında halkımızda İslami anlamda içten içe ciddi bir dönüşüm vardır ve devam etmektedir. Halkımızın 30 yıl önceki din, Kur’an, evliya vs. anlayışı ile şimdiki anlayışı arasında ciddi bir mesafe söz konusu olup, bu dönüşümün ivme kazanarak devam edeceği görünmektedir. Her birimiz kendi sürecimizi ve nereden nereye geldiğimizi, halkımızın son 30 – 40 yıllık süreçte nereden nereye geldiğinin analizini yaparsak, bu ciddi değişimi görebiliriz.

Bu nedenle ne ümitsiz, nede aceleci olmamalı, kısa mesafe değil maraton koşusunda, hatta bayrak yarışında olduğumuzu idrak ederek devam etmeliyiz mücadele ve çabalarımıza.

Marjinallikten Kurtulmalıyız

Islah sürecinde özetlemeye çalıştığım bu ve başka ciddi hatalar, maalesef bizleri marjinalleştirmiş ve halktan koparmıştır. Oysa biz bu toprakların asıl sahipleri, halkın çoğunluğunun samimiyetle benimsediği İslam ortak paydasının mensuplarıyız.

Buna rağmen asıl marjinaller olan batıcı ve İslam düşmanı mankurtların değil bizim marjinalleşmemizde, rejimin olduğu kadar bizimde suçumuz olduğunu görebilmeli, ve bu handikapı aşmak için ciddi çaba sarfetmeliyiz.

Halkımız alim değilse de ariftir. Yüzyılların getirdiği deneyimlerle dostunu düşmanını, kendisine fayda ve zarar verecek kişi ve toplulukları sezebilmektedir. Halkımızın sağduyusuna güvenip, onlara açık ve samimi olarak yaklaşıp güvenlerini kazanarak ilim kazandırarak alim yapalım ki; hem biz, hem halkımız, hem ümmet ve ve tüm dünya mazlumları kazansın.