Hicri 1437. Yılda bulunuyoruz. Resul ve arkadaşları ümmetini inşa etmek üzere 1437 yıl önce Mekke oligarşisinin boğucu havasından hicret ederek Yesrib’i Medine kılmak için bir yürüyüşe çıktılar. Bu yürüyüş bir sünnet olarak bize miras kalmıştır. Bütün müminlere miras kalmıştır. Bu bilinçle Tarık Bin Ziyad İspanya’ya, Eyyüb el Ensari İstanbul’a, Ukbe bin Nafi Mağrib’e yürümüştür. Unutmayalım ki bu yürüyüşün tek gayesi vardı: Allah’ın vahyini karanlıklar içerisindeki insanlara ulaştırıp onları aydınlığa çıkarmak!
Bu aslında bütün Resullerin sünnetidir. Adem’in, Nuh’un, Salih’in, Şuayb’ın, İbrahim’in, Yusuf’un, Musa’nın ve Muhammed (as)’ın sünnetidir. Vahiyden ve fıtratlarından uzaklaşmış insanları yeniden vahiy ve fıtratla buluşturma cehdinden başka bir şey değildir. Mekke’de Ebu Kubeys dağında yankılanan bu ses ilk olarak Habeşistan’a ve nihayet adanmış bir grup adam tarafından da Yesrib’e ulaştırıldı.
Sonra bu çağrı 23 yıllık bir mayalanma ve tamam olma sürecinin arkasından on yıllar içerisinde Dımeşk’e (Şam’a), Bağdat’a, Fustat’a (Kahire’ye) ve arkasından yarım yüzyıl içerisinde Mağrib’e, Mezopotamya’ya, Kafkaslara ve Afrika’nın derinliklerine doğru ilerlemeye başladı.
Bu büyük yürüyüş tarihi, birkaç asır geçmeden bir medeniyet inşasına yöneldi. Zamanın süper güçleri olan Roma ve Sasanileri yıktı. Hint okyanusu kıyılarından Batı Afrika sahillerine, Güney Afrika’dan Orta Asya’nın derinliklerine kadar uzandı. Yunan felsefesinden, Mazdek inancına, İskenderiye’nin Hermesçiliğinden Harran’ın Nebatiliği’ne kadar bir çok düşünceyi karşısına alarak bunlarla hesaplaştı. Bunlarla yeni bir akıl, medeniyet, bilgi teorisi, sosyal hayat ve idare sistemi inşa etti. Biz bugün bu birikimin işaretlerini görüyor ve duygulanıyoruz.
Camilerimiz, külliyelerimiz, medreselerimiz, çeşmelerimiz, köprülerimiz, hanlarımız, hamamlarımız bu medeniyetimizin işaret taşlarıdır. Bunlar kuru taş binalar değildir. Allah, insan ve varlık tasavvurumuzun somut örneklerini oluştururlar.
Mağribin büyük müfessiri Tahir Bin Aşur’un ifade ettiği gibi Kur’an iki şeyi gaye edinmiştir. Bunlardan birincisi ferdin ıslahı ikincisi ise toplumun ıslahıdır. Kur’an bu işi makul olandan uzaklaşmış, fıtratını unutmuş insanlara yeniden makul olanı ve fıtrata uygun olanı hatırlatarak yapmıştır. Vahiy bütün insanlara sunulmuş bir armağandır. Hidayet rehberidir. Fert planında akidevi, ahlaki zeminde bir bilinç ve akletme sayesinde bir kimlik inşa etmeye, toplum planında da adalet ekseninde maruf olanın yaygınlaşmasına ve münkerin engellenmesine yönelmiştir.
Furkan suresinin 30. Ayetinde somut olarak ifade edilen ‘Kur’an’dan hicret etme’ boşluğuna düşen ümmet bu ıslah ve inşa dönemlerinden sonra iç çürüme ve dıştan gelen düşünsel ve siyasal saldırılar neticesinde zayıf düştü ve Batılı medeniyet karşısında geriledi.
Uzun tarihsel dönemlerden sonra ve nihayet Malik Bin Nebi’nin belirttiği gibi 1269’larde Mağrip Medeniyetinin zirvesini temsil eden Muvahhidler devletinin yıkılmasıyla beraber İslam dünyası derin bir gerileme dönemine girdi. Bu siyasal olmaktan çok düşünsel bir düşüştü. Arkasından 19.yy’ın başında Müslümanların son siyasal birliğini ifade eden Osmanlı Devleti’nin de yıkılışı ile birlikte zaten zaafa uğramış ümmet birliği tamamen yıkıldı. İnşa edilen ulus devletlerin sınırları içerisinde diktatörlüklerin, Baas rejimlerinin, krallıkların ve Şahlıkların hegemonyasına mahkum olmuştur.
İşte bu yıllarda yeniden kaybettiğimiz Kur’an’a dönüş, yerel ve küresel vesayet rejimlerine karşı direniş, yeniden vahyi hayata taşıyarak içtihad etme, öncü bir Kur’an neslini inşa etme ve öze dönüş çabaları öncelik kazandı. Temellerini Hz. Ömer’de, İmam-ı Azam’da, Zemahşeri’de, Şatıbi’de, Şah Veliyyullah Dehlevi’de, Tahir Bin Aşur’da bulan bu dirayet eksenli Kur’an’la hayatı inşa etme çabası son büyük dalgasını Seyyid Cemaleddin Afgani’de, Şeyh Muhammed Abduh’ta, Reşid Rıza’da, Hasan El Benna’da, Mevdudi’de, Muhammed İkbal’de, Mehmet Akif’te, Babanzade Ahmet Naim’de, Şeyh Sait’te, Said Nursi’de, İskilipli Atıf Hoca’da, sonra da günümüze uzanarak Adeviye meydanında, Tahrir Meydanında Muhammed Bedii’de, Muhammed Biltaci’de, Muhammed Mursi’de, Bangladeş'te Gulam Azam’da, Abdülkadir Molla’da, Suriye’de Abdülkadir Salih’te, Filistin’de Şeyh Ahmet Yasin’de kendisini gösterdi. Trablus’ta, Bingazi’de, Misrata’da Ömer Muhtar’ın çocukları Meydan-ı Şehade’de diktatörlere direndiler.
Ümmetimizin yetim ve kayıp çocukları Arakan’da, Doğu Türkistan’da, Gazze’de, İdlib’de, Hama’da, Bağdat’ta, Kahire’de imanlarının sancağını düşürmemek için göğüslerini süngülere siper ettiler. Bizler bugün, kısaca mücmel olarak ifade etmeye çalıştığım bu tarihin çocuklarıyız. Coğrafyamız kanlar içerisindedir. Aç sırtlanlar müminlerin coğrafyasına saldırmaktadır. Fakat bununla beraber uyanış başlamıştır.
Yüzyılların ataletinden, yorgunluğundan ve uykusundan uyanış başlamıştır. Artık bugün cümlelerimiz ümmet üzerine kuruludur. Kur’an’a yöneliş ve nimeti yeniden kazanma çabası hız kazanmıştır. Alçak diktatörlerin iktidarlarını yerle bir etmek için insanlar ayaklanmıştır.
Yeniden uyanış bilincimizi Kur’an’la bütünlemek, muktedir olanın yalnızca Amerika, Rusya, Batı yada İngiltere olmadığının farkına varmak en büyük kazanımımızdır. Yusuf suresinin “Vallahu galibun ala emrihi ve lakinne ekseren nasi la ya’lemun” 21. ayetinin öz bir ifadesi olan “La Galibe İllallah” inancımızı bayraklaştırarak şiarlarımızı yükseltiyoruz.
Özellikle yaşadığımız ülkede bu uyanış süreçleri ile paralel olarak bir uyanış süreci de yaşanmıştır. Artık ellerimizin altında yeteri derecede kaynağımız, kitabımız, içerisinde dersler yaptığımız derneklerimiz, vakıflarımız, yayınevlerimiz, gazetelerimiz, televizyonlarımız var. Bir araya gelebilmemizin önündeki engeller büyük oranda kalkmış durumda.
Allah’ın günleri insanlar arasında döndürdüğünün bilincinde olarak bugünkü iyiliğimizin yarın nasıl bir imtihana inkılap edeceğini bilemeyiz. Ancak bugün, derdimizi anlatmak, aklımızı büyütebilmek, fıkhımızı yenileyebilmek, insanımızı yeniden inşa ederek model topluluklar kurmak konusunda, çoğu zaman şükrünü eda edemediğimiz birçok nimete sahibiz.
Örgütlü şirkin karşısında yeryüzünün ıslahına adanmış insanlar olarak adaleti, merhameti, barışı yeryüzünde yaygınlaştırarak bu dünyayı bir darüsselama döndürmek için birçok şey yapabiliriz. Bunun için yeteri kadar deneyim ve birikime sahibiz. Allah’ın kitabı ellerimizin arasındadır. Nebevi sünnet bütün canlılığı ile önümüzdedir. Tarihimizin onurlu sayfaları gözlerimizin önündedir. Tarihi birikimimizi güncel fıkhımızı yenileyerek bugünlere taşıyabiliriz.
Binlerce yıl önce oluşturulmuş donuk saltanat rejim fıkıhlarından, Batıni, hurafeci telakkilerden sıyrıldıkça kendimizi bulacağız. Bunun için akletmek, fıkhetmek, tezekkür etmek gerekiyor. Tarihimizi, toplumumuzu ve içerisinde yaşadığımız dünyanın siyasetini değerlendirmek suretiyle yeni bir fıkıh üreteceğiz. Bunun için harcayacağımız zamanımız da var, paramız da var, nesillerimiz de var.
Yaptığımız sohbetleri, kurduğumuz ders halkalarını, Kur’an çalışmalarını daha nitelikli hale getirmeliyiz. İslam dünyası ile dayanışma bilincimizi arttırmalıyız.
“Kenar-ı Dicle’de bir kurt aşırsaydı bir koyunu / Adl-i ilahi gelir sorardı Ömer’den onu!” cümlesiyle ile ifade edilen duyarlılık hali bugün Halep’te, Hama’da, Kahire’de, Bingazi’de katledilen kardeşlerimizin eli, ayağı, sesi ve bilinci olma sorumluluğunu bizlere yüklüyor.
Müslümanlar olarak yaşadığımız şehirlerden başlamak üzere, bölgelerimizde, ülkelerimizde ve bütün coğrafyamızda bir tanışma ve istişare kültürünü varetmeliyiz. Klikçi, örgütçü, cemaatçi, mezhepçi, meşrepçi, dernekçi, vakıfçı dar anlayışlardan sıyrılmalıyız.
Müslümanlar olarak aramızdaki bariyerleri, ön yargıları, menfi düşünceleri bir kenara bırakıp, açık bir sapkınlık, zulme meyletme ve müdahane hali yoksa merhameti öne çıkaran bir yaklaşımla istişare geleneğimizi büyütmeliyiz. Açık naslara mugayir olmayan içtihadi konularda birbirimizi anlayışla karşılayabilmeliyiz. Sabitelerimizi öne çıkararak, ortak kelimelerimiz etrafında bir araya gelmek, örgütlü küfrün, şirkin ve zulmün karşısında basit bir birliktelik değil imanımızın gerektirdiği bir sorumluluktur.
Büyük emekler, canlar, ömürler verilerek elde edilmiş birikimlerimiz var. Bize düşmanlık etmeyen her kim olursa olsun, bu insanlarla ve topluluklarla adalete dayalı, merhameti çoğaltan bir ilişki içerisinde olmalıyız. Bir çok olumlu yada olumsuz örneklerden oluşan birikimimiz var. Türkiye özelinde bakacak olursak yarım yüz yıla yakın bir sürecin içerisinden gelerek Kur’an’a yönelmiş bulunuyoruz.
Birikimlerimizi istişari bir zeminde paylaşmak üzere müzakere ederek, tarihe, topluma ve siyasete dair güncel bir fıkhı sürekli üretebiliriz. Kur’an sadece ayetleri tefsir edilsin, meali okunsun ve yorumlansın diye indirilmiş bir kitap değildir. Kur’an’a yöneliş ne kadar büyük bir ehemmiyete sahipse, Kur’an ayetlerini hayatla yüzleştirerek güncel sorunlarımıza cevap üretmek de o derecede büyük bir ihtiyaçtır.
Kur’an ayetlerinden günümüz sorunlarına dair sabitelerin belirlediği sınırı aşmayan, değişkenler ve içtihadi alanlar çerçevesinde çözümler üretebiliriz. Bunu aklederek, vakayı takip ederek, toplumsal değişimin tedrici yasalarını sürekli fıkhederek yapabiliriz. Bugünlerde Kur’an’a yönelişte önemli kazanımlarımız var ancak bu yönelişler henüz tarihsel tartışmaları aşarak yeni güncel sorunlara cevaplar üretebilecek bir keyfiyet kazanmamıştır.
Örneğin nasıl bir ekonomik sistemimiz olmalı, Kur’an ulus devletlere nasıl yaklaşıyor, işçi hakları nedir, zalim iktidarların yıkılması için bugünün müslümanları nasıl bir savaşım içerisinde olmalıdır sorularına doyurucu, binlerce yıllık fıkhı tekrar ederek rahatlamayı seçen ucuzcuğu aşmış cevaplar üretmeliyiz. Kur’an her şeyin cevabıdır gibi sloganik bir genelleme hiçbir sorunumuzu çözmüyor.
İmkanları olanlar imanlarını bahaneler bataklığında çürütmesinler. İmanları olanlar da imkanlarını boş işler için seferber edip hüsrana uğrayanlardan olmasınlar. Kitaba, mizana ve demire üleştirilen hayat alanımızı bu eksende inşa etmeliyiz. Bu inşa çabası bizim en büyük imkanımızdır. Bilgi ve hikmet birbirinin ayrılmaz kardeşidir. Hikmet de ancak kitap ve bilgi ile kurulan salih ilişkilerle elde ediliyor.
Bilgi, inanç ve eylemle tevhid, adalet ve özgürlük ilkelerini hayata taşıyabiliriz. Mü’min olmak İbrahim gibi yolda olmaktır. Yolda olmak bir tedirginlik halidir. Tedirginlik sürekli bir uyanık kalma bilincini canlı tutar. Canlı Kur’an ayetleri, tarihsel birikimimizi oluşturan medeniyet tecrübelerimiz, geniş bir coğrafyaya yayılmış halklarımız, bu coğrafyalardaki maddi ve manevi varlıklarımız, içimizde yaşayan ıslah öncülerimiz, aramızdan ayrılmış olsalar bile hatıraları ve canlı şahitlikleri hala dipdiri öncülerimiz bizim en büyük kazanımlarımızdır.
Bizler yeryüzünün ıslahına memur kılınmış inananlarız. İyiliği emretmek, kötülükten nehyetmek ve hayra çağırmakla felaha erebileceğimizi unutmayalım. Çünkü yine Rabbimiz Bakara Suresi 143. Ayette;
وَكَذَلِكَ جَعَلْنَاكُمْ أُمَّةً وَسَطًا لِّتَكُونُواْ شُهَدَاء عَلَى النَّاسِ وَيَكُونَ الرَّسُولُ عَلَيْكُمْ شَهِيدًا
“İşte böylece sizin insanlığa şehitler olmanız, Resûl'ün de size şehit olması için sizi mutedil bir millet kıldık.”
Rabbimiz bizlerden hakkın şahitleri olmamızı istiyor. Şahitlik alenidir. Gizlisi saklısı yoktur. Zalimlerin, egemen müstekbirlerin, coğrafyamızdaki işbirlikçilerinin, Amerika’nın, Rusya’nın, Çin’in, İsrail’in zulümlerini ifşa ettiğimiz kadar Suriye’de, Irak’ta, Yemen’de fahşaya ulaşan mezhepçi İran’ın katliamcılığını da IŞİD zulmünü de ifşa etmeli ve karşı durmalıyız. Adil şahitlik ve vasat ümmet olmak bunu gerektirir.
Rabbimizin verdiği Müslüman ismi de bizim kimliğimiz olmalıdır. Ümmetimizi yeniden inşa sorumluluğu imani bir sorumluluktur. Bu sorumluluk ertelenemez ve devredilemez. Akıbet ise elbette ki muttaki olanların, Allah’tan korkanların, nefsini her türlü şirkten, cahiliyeden, taassuptan, ırkçılıktan ve mezhepçilikten arındıranların lehinedir.
Vahiy bizim rehberimizdir. Şahit ve şehit olarak Resul a.s da önderimiz ve örneğimizdir. Bu anlamda ne Batıni hurafeci Safevi Şiiliği ne de Sünni Emevi Saltanat ideolojisi bizim modelimiz olamaz. Zalimlere meyledenlere ateşin dokunacağını Rabbimiz bize haber veriyor.
Şahitler ve ıslah önderleri olarak ortaya koyacağımız ameller bizi geleceğe taşıyabilir. Öncü bir Kur’an neslini varederek ümmetin nüvelerini oluşturmalıyız. Yaşadığımız dünyayı bir selam yurduna ancak bu şekilde dönüştürebiliriz. Bunun için önce coğrafyamızı tanımakla işe başlayabiliriz. Coğrafyamızdaki tarihimiz nedir, bunu bilmeliyiz.
Coğrafya ve tarih bilincimizi bugünle yüzleştirip geleceğe yürüyeceğimiz yolu aydınlatmalıyız. Coğrafyamız bir acılar ve mahrumluklar atlasıdır, doğru, ancak ağıt yakarak, acılarla yatıp kalkamayız. Her birimize büyük sorumluluklar düşmektedir. İster amir, ister memur, ister tüccar, ister işçi, ister öğretmen ister öğrenci olsun fark etmez.
Rabbimizden yeryüzünü bir selam yurdu haline getireceğimiz, Kudüs’ü, Şam’ı, Mekke’yi, Buhara’yı, Halep’i, Bağdat’ı, Kahire’yi, Kayravan’ı özgürce gezeceğimiz günleri bize göstermesini diliyorum. Allah İslam’ın zaferini göstermeden canımızı almasın.
وَمَنْ أَحْسَنُ قَوْلًا مِمَّنْ دَعَا إِلَى اللَّهِ وَعَمِلَ صَالِحًا وَقَالَ إِنَّنِي مِنَ الْمُسْلِمِينَ