Babaeski Müftüsü Ali Rıza ve İskilipli Atıf Hocalar 89 yıl önce, 1926 yılının 4 Şubat günü şehadet mertebesine eriştiler.
“İnkılapların ruhu” adına hareket eden Ankara İstiklal Mahkemesinin masum kurbanlarından ikisi olarak tarihteki yerlerini aldılar.
Kurt kuzu hikayesiyle birebir örtüşen tutuklanıp yargılanmalarındaki bahane, İskilipli’nin yazdığı şapka risalesi ve risalenin Şapka kanunu ardından Anadolu’nun muhtelif yerlerinde çıktığı iddia edilen isyanlara muharrik olup olmadığıydı. Her ikisinin de bu sözde isyanlarla, yazıp çizdiklerine ve geçmişte işledikleri iddia edilen cürümlere de haksız ve hukuksuzca atıfta bulunarak bağı kurulmaya çalışılıyordu. Aslında sorun onların geçmişte ne yaptıkları değil, o gün ve gelecek açısından varlıklarının ve kimliklerinin ne ifade ettiği idi.
Devlet kurulurken iktidarı elde etme noktasında galebe çalan kadronun, Lozan sonrası estirilen “başarı” rüzgarı sayesinde ortaya koyduğu ana mefkurelerin ilki yeni bir kimlik tercihi olan “Siyasal Türklük”tü. Bunun inşası, ancak Müslüman nesilleri yetiştiren “Hocaların toptan kaldırılması” siyasetinin işlerlik kazanması sayesinde olacaktı. Bunun da yolu, öncelikle bu siyasete karşı çıkacak olan tüm muhalif unsurların ekarte edilmesinden geçmekteydi.
Önce ‘İlk Meclis’in muhalifleri, Ali Şükrü Bey cinayetinin ardından meclisin feshedilmesiyle siyaset dışına itildiler. Arından Terakkiperver Fırka, İstanbul basını ve Kürdistan’daki muhalif birikim Şeyh Said hadiseleri bahane edilerek yeniden ihdas edilen 2. dönem İstiklal Mahkemeleri eliyle sindirildi. Sıra “Şapka devrimi” gibi ifadelerle anılan inkılaplara karşı çıkma potansiyelini bünyesinde barındıran bakiyeye gelmişti. İşte İskilipli Atıf Hoca ve Ali Rıza Hoca gibi şahsiyetler de bu sürecin özenle seçilmiş kurbanları idiler. Bu öncülerin de ortadan kaldırılmasıyla tasfiye, tenkil, taktil, tehcir, temdin, temsil ve tedip siyasetleri önünü iyiden iyiye açıp ülkenin hemen tüm sathında uygulanabilmelerini sağladı.
Her iki şahsiyet de Meclisin bahçesinde ibret-i alem amacıyla 3 gün boyunca asılı bırakıldılar. Böylelikle halka da gereken mesaj verilmekteydi; “Kutsal inkılapların yerleşmesinin önünde engel olabilecek kim varsa aynı akibet onları da beklemektedir” dercesine.
İstiklal Mahkemelerinin cellatlarından Kara Ali, sadece kendi eliyle altı binden fazla insanın idam edildiğini itiraf etmişti. Onbinlerce insan çeşitli olaylar bahane edilerek ya katledildi, ya sürgün ve hapis cezalarına çarptırıldı. Elitler, devletin sağlam sacayaklara oturduğu kanaatine sahip olana kadar süreç devam etti. Artık ne muhalif bir siyasetçi, ne gazeteci, ne alim, müderris, mütefekkir kalmamıştı. Rejim, İstiklal Mahkemeleri, Takriri Sükûn ve Hıyanet-i Vataniye kanunları sayesinde hedeflediği amaçlara kısmen ulaşmıştı.
Kendi deyimleriyle “Tarihi yapana sadık tarih yazıcıları” Kemalistler “O zaman öyle gerekiyordu” dediler.
“Tarihi yapan adam”; “Kan ile yapılan inkılaplar daha muhkem olur; kansız inkılap ebedileştirilemez!” dedikten sonra, Nutku’nda “Bütün bunları Takrir-i Sükûn döneminde yapabildik” diye ekledi.
Uğur Mumcu; “Her devrim idam sehpalarıyla giyotinlerle başlar; hangi devrim kansız yapılmıştır?” diye sordu.
Şevket Süreyya “Bu insanların hiçbiri ölüm cezasını hak edecek suçlular değildi; yeni sürecin kurbanları hükmündeydiler” tespitinde bulundu.
Hıfzı Veldet Velidedeoğlu; “Bu mahkemelerin her biri kendi başına birer BMM, kendi başına birer diktatördü” dedi.
Samet Ağaoğlu mahkeme üyeleriyle ‘Tek Adam’ın özel görüşmelerinden bahsetti.
Avni Doğan “Ankara’dan şifreli mesajlar aldıklarını; mahkemelerin siyasi iradeden bağımsız olmadığını, kanunları hesaba katmadığını, salahiyetlerinin sınırsız olduğunu, yapay deliller oluşturmaktan çekinmediklerini” yazdı.
Kemalistlerin geneli yıllardır “Bunlar zaten hukuk mahkemeleri değildi; siyasi mahkemelerdi, olağanüstü şartlarda işlevlerini yerine getirdiler” tespitlerinde bulunmaktalar. Böylelikle dönemin öncüleriyle tüm nesillerin empati kurmasını salık vermekteler.
Biz ise şöyle diyoruz; “Devletin kuruluş sürecinde muktedir olma fırsatını yakalayan kadrolar İslam’a ve insanlığa düşmanlığın numunelik örneklerini ortaya koydular. Bunun da meşruiyetini sahip oldukları felsefelerden aldılar: Fransız pozitivizmi, Alman vülger materyalizmi, sosyal darwinizm.
Vicdanlarını bu sayede soğutabiliyorlar; suçluluk hissinden “din terakkiye manidir” gibi dogmalara sarılarak sıyrılıyorlar; “Medenileşme” yolunda insanlık tarihinin nadir gördüğü barbarlık türlerini bu sayede meşrulaştırıyorlardı.
“O zaman öyle gerekiyordu!”; “Herşey inkılaplar içindi” şeklindeki vicdansız, pervasız ve ahlaksız söyleme en veciz cevap, insanlığa Allah’ın bahşettiği ve tüm insanların doğuştan sahip oldukları ismetlerin (can, mal, akıl, nesil, din) mezkur dönemde külliyen ayaklar altına alınmış olmasıdır ki; bunu gerektirecek hiçbir bahane tarihin hiçbir döneminde ileri sürülemez. Haksızlığın, adaletsizliğin, zulmün, ismetlere düşmanlığın ne vakti zamanı ileri sürülebilir, ne de meşru sebepleri olabilir.
Hele ki; “Sanığın idamına delillerin bilahare değerlendirilmesine”; “Madem ki Türkçe bilmiyor; vatana millete bundan hayır gelmez asın gitsin”; “İnkâr filan edeyim deme, temyizsiz, istinafsız bir mahkeme karşısında bulunuyorsun, okkanın altına gidersin” mantığı ve icraatlarıyla hareket etmiş olanların ağır veballerini hafifletmeye hiç kimsenin ne ahlaki, ne hukuki, ne siyasi ne de ilmi hakları olamaz.
İşte bütün bu tarih dilimini “yaratmış” güruha karşı Babaeski Müftüsü Ali Rıza Hoca’nın hiçbir savunma yapmayıp, son sözler olarak “Biliyorum ki, hakkımda ölüm kararı vermişsiniz. Savunma yapmıyorum. Ben daha neyin müdafasını yapacağım? Sizi Allah’a havale ediyorum ve şerrinizden Allaha sığınıyorum!” deyişi de bundandır.
Onların iade-i itibara ihtiyaçları yok ama onları katleden zihniyete halen destek olanların hakiki bir tevbeye muhtaç oldukları kesin. Atıf Hoca’nın da, Ali Rıza Hoca’nın da Allah katında itibarlı mevkilerde olduklarına inanıyor, her ikisini de rahmetle yad ediyor; din günü onlarla birlikte haşrolabilmeyi Cenab-ı Hak’tan niyaz ediyoruz.