İsrail’in 2023 Ekim’inde Gazze’ye yönelik saldırıları ve ardından giriştiği kara harekâtından sonra yaşananların yeniden gündeme getirdiği konulardan biri de “işkence” olgusu. İsrail askerleri sivilleri ve çocukları bombalayarak ve kurşunlayarak öldürmenin ötesine geçtiler. Bunu Filistin halkına sistematik işkence uygulayarak gerçekleştirdiler. Cezaevlerinde, karakollarda, Gazze’nin sokaklarında ve meydanlarında, Gazzelilerin kendi evlerinde zorbalığı, kötü muameleyi ve işkenceyi “meşrulaştıracak” derecede yaygınlaştırdılar. Bu pervasızlığı, işkence görüntülerini kamera kaydına alarak servis edecek kadar ileri götürdüler. Siyonistler uluslararası hukuku, insan haklarını, dünya halklarından gelen tepkileri hiçe saydıklarını en aleni şekilde gösterdiler.
Savaşın katliam ve yıkım getirdiğine dair örnekler yüzyıllar boyunca yaşanmakta. Hatta öyle ki savaş hukukunun çiğnendiği ve sivillerin oldukça kolay bir şekilde öldürüldüğü savaşlar/işgaller, insan onurunu ve haklarını gözeten savaş örneklerinden kat be kat fazla. Ancak bütün bu süreçlerde insan vicdanını en çok rahatsız eden ve tepki toplayan uygulamaların başında işkence gelmekte.
İşkencenin tabiatı insan öldürmekten, toprak işgal etmekten, insanları sürgüne göndermekten farklıdır. Uygulama mantığı bakımından işkence ile bu sayılan eylemlerin çok farklı olmadığı düşünülse de yol açtığı psikolojik/sosyolojik sonuçlar ve insan ilişkilerinin marjinal bir şeklini ifade etmesi bakımından işkence olgusu farklı bir terazide değerlendirilmelidir.
İşkencenin mantığı
Modern dönemde hak ihlalleri bağlamında ele alınmaya başlanan ve sistematik olarak uygulanmasının hukuki düzlemde itiraz konusu haline getirildiği işkence olgusunun tarihi aslında çok eskilere dayanmaktadır. Birçok devlet ve medeniyet açık veya gizli olarak bu tarz uygulamalara gitmiştir. Ancak insan psikolojisinin değişmez denebilecek doğası gereği işkence olgusunu değerlendirmede dünden bugüne büyük bir kesinti ve değişim izlenmemektedir. Tarih boyunca işkencenin sebepleri arasında literatüre geçerek kabul görmüş unsurlar mevcuttur. Bunlar politik, askeri ve adli olaylarla ilgili bilgi almak; suçluyu ortaya çıkarmak, suç yüklemek; fikir ve ideoloji aşılamak; işkence görenler üzerinden onların yakınlarını ve “risk” teşkil edecek tüm grupları korkutmak ve sindirmek olarak özetlenebilir. İngilizce’de “torture” olarak ifade edilen işkence kavramı Latince’de torquere (döndürmek; dönmesine, bükülmesine neden olmak) kelimesinden türemiştir. Bu da psikolojik ve fiziksel işkencenin kişiyi kimlik ve benlik açısından değiştirmeye yahut etkisiz hale getirmeye dönük bir anlama işaret etmektedir. Tarih boyunca işkencenin/işkencecinin amaçlarının ve motivasyonlarının burada ifade edilenler şeklinde ortaya çıktığı çeşitli disiplinler tarafından gösterilmiştir.
İşkencenin psikolojik tabiatı anlaşılabilir Mi?
İşkence gibi zor konular, anlaşılması bir yana konuşulması dahi oldukça güç taraflar barındırır. İşkence mağdurlarının veya onların yakınlarının bir an önce unutmak istedikleri bir mesele, işkenceyi uygulayanlar tarafından da savunulması imkânsız bir hale gelmiştir. Bu nedenle, işkence vakalarını örtbas etme, inkâr etme ve delilleri yok etme gibi uygulamalar, bu gerçeğin insan doğasına ve onuruna ne kadar aykırı bir eylem olduğunu işaretlemektedir. İşkencenin bu marjinal tabiatı onun doğurduğu sonuçların da ağırlaşmasına yol açmaktadır.
İnsanın psikolojik yapısı sanılanın aksine kolay bir şekilde manipüle olmaya müsaittir. Kontrollü, sakin, direngen görünen bünyeler çevresel koşullar karşısında sarsılabilir ve ortamın dinamiklerinde rengini kaybedebilir. Bu, herkes için değişik meselelerde ortaya çıkar. Her halükarda kişi düşünce, duygu ve davranış bütünlüğünde ifadesini bulan tutarlı ve mantıklı çizgide yürümede zorluk çeker. Doğru bir denkleme oturtulduğu şüpheli de olsa son yıllarda basında ve medyada sıkça kullanılan “algı operasyonu” teriminin altını çizdiği de insan psikolojisinin kırılgan ve değişken yapısıdır. Hayatın olağan akışı içindeki psikososyal zorlanmalar bile kişileri oldukça ilginç ve değişik şekillerde etkileyebilirken işkence olgusunun getirdiği stres ve zorlanma öngörülebilir ve hesap edilebilir ölçüde olmaz. Sistematik işkence, tam olarak buradan güç alır. İnsanın dayanma kapasitesini aşan düzeyde bir acı, baskı ve psikolojik zorlanma karşımıza klinik bir terim olan “travma” ile gelir. İşkence gördükten sonra özgür kalıp hayatlarına devam etmeye çalışan insanlar bu travma belirtilerini yanlarında taşırlar. İşkencenin amacı bir yönüyle bu şekilde ortaya çıkar. Belli bir zaman diliminde ve mekânda yaşananların kişi ve çevresi için bir ömür boyu varlığını devam ettiren bir terbiye unsuruna dönüşmesi hedeflenir.
Konunun zor yönü: İşkencecinin psikolojisi
Evvel emirde teslim etmek gerekir ki işkence insan psikolojisinin bir ürünüdür. Çevre koşullarıyla şekillenmiş ve öğrenilmiş olsa da işkencenin psikolojik temelleri insanda verili haldedir. 19.yüzyılda psikolojik kuramların, özellikle Psikanaliz’in gelişmesiyle insanda “libido/yaşam” ve “saldırganlık/ölüm” şeklinde iki dürtünün bulunduğu ve bunların doğuştan geldiği ifade edilmiştir. Yani insandaki sevme, cinsellik, yaratıcılık, üretkenlik benzeri melekelerin köklerinin doğuştan geldiği gibi yok etme, yıkıcılık, şiddete eğilim gibi özelliklerin de doğumdan itibaren psikolojik aygıtta bulunduğu anlaşılmıştır. İşkencenin de bunlardan saldırganlık dürtüsünün bir bileşeni olduğu kolayca fark edilir.
Saldırganlık dürtüsünün bütün insanlarda var olduğu kabul edildiğinde akla ilk gelen sorulardan biri neden herkesin kolayca işkenceci olmadığıdır. Söz konusu iki dürtünün tespitiyle beraber bunların bilinçdışı denilen alanda bastırılmış halde bulundukları söylenmiştir. Yani hayatta kalmak ve sosyal hayata/medeniyete uyum sağlamak için insan benliği saldırganlık ve cinsellik dürtülerini fark edemeyeceği bir alan olan bilinçdışına farkında olmayarak bastırmıştır. Lakin bu durum söz konusu dürtülerin pasif halde kaldıkları anlamına gelmemektedir. İnsan doğasındaki bilinçli ve bilinçdışı alandaki ruhsal güçler her zaman bir çatışma içinde olup benlik/ego tarafından dengeye getirilmeye çalışılırlar. Örneğin saldırganlık dürtüsü baskın olan kişilerde bu durum meslek tercihlerinde kendisini gösterebilir. Cerrahlık, kasaplık, askerlik gibi mesleklerin tercihiyle kişi bilinçdışı dürtülerine meşru yollar bulur. Ancak vurgulamak gerekir ki kişi bu tercihinin gerekçelerinin farkında değildir. Yine de bu, olgun bir savunma mekanizması olarak karşımıza çıkar çünkü medeni ve sosyal olana başarılı bir uyumu beraberinde getirir.
Saldırganlık dürtüsünü meslek tercihi gibi ciddi girişimlerle ifade ve terbiye edilmesinin yanında bu uyum çabasının gündelik hayatta karşımıza çıktığını söylemek mümkündür. Rekabete dayalı oyunlar ve sportif faaliyetler insandaki saldırganlık dürtüsünün temsillerini oluştururlar. Satranç oynayan iki oyuncu birbirinin şahını ele geçirmek için saldırıda bulunur, tuzak kurar, manipülasyona başvururlar. Bu eylemler gündelik hayatın kendisinde uygulandığında sorunlar doğurur ancak kuralları ve sınırları yani çerçevesi belli bir alanda temsiller şeklinde ortaya konduklarında kişiler için doyurucu bir faaliyete dönüşürler.
İşkenceci kişinin saldırganlık dürtülerinin baskın olduğu düşünülebilir ancak bu dürtüler olgun değil ilkel şekilde doyurulur. Bu doyurulma insani, hukuki, vicdani ilkeleri açıkça ihlal eder ve başka bir kişinin özel alanına bir tecavüz şeklinde açığa çıkar. Bu da medeniyet tasavvuruna kesin bir şekilde aykırıdır.
İşkencecinin sadece zevk amacıyla bu türden fiillere girişmesi nadirdir. Özellikle siyasi rejim ve örgütler tarafından uygulanan sistematik işkencenin belirli amaçları vardır. İşkence görmek kişinin insanlık onurunu ve haysiyetini açıkça zedeler. İşkence gören kişinin değeri onu sevenler nezdinde değişmeyebilir ancak kişi bunu hissedemez ve utanç duygusuyla baş başa kalır. Hayatına devam ederken onurunun bu kırılmış hali kolayca yakasını bırakmaz. Hayata aktif bir katılım göstermek şöyle dursun temel ruhsal/fiziksel ihtiyaçlarını karşılamaktan aciz duruma düşebilir. Bu aşağılanmışlık hissine sabretmek zordur. Türkiye’de 12 Eylül askeri darbesinden sonra sorgu odalarında ve cezaevlerinde işkence ve kötü muamele sistematik olarak uygulanmıştır. Bazı mahkum grupları açlık grevi gibi yollarla direnirken cezaevi şartlarını kendilerini yakarak protesto eden hükümlüler olmuştur. Bu protestoların sloganlarından biri “İnsanlık Onuru İşkenceyi Yenecek!” şeklinde olup işkencenin mantığını ve hissettirdiği duyguları ifade etmesi bakımından önemli bir anlam taşır. Dolayısıyla işkence eyleminin uzun vadeli hedefleri arasında kişinin onur duygusunun ortadan kaldırılmasıyla hayata atıl bir şekilde devam etmesini garantilemeye dönük bir çaba vardır. Ayrıca işkence gören kişinin kendi değerlerini sorgulaması veya marjinalize olup bir hedef haline gelmesi söz konusu olabilmektedir.
Aileler kendilerinden sonra gelen kuşaklara sadece fiziksel özellikleri belirleyen genetik mirası aktarmazlar. Geçmişin getirdiği toplumsal hafıza, psikolojik materyal yeni gelen kuşakta bir şekilde kendisini gösterir. C.J.Jung bu mekanizma için “kolektif bilinçdışı” kavramını üretmiştir. Dolayısıyla baskıya uğramış, işkence görmüş, göçe zorlanmış bir kuşaktan doğan çocuklarda bu zorlanmaların ürettiği psikoloji kendisini gösterir. Yani işkence politikası; sadece kişinin kendisini ve yakınlarını değil; soyunu, coğrafyasını ve kültürünü etkilemeyle sonuçlanan eylemleri içerir.
İşkencenin önlenebilir zaferi
Deprem, savaş, göç gibi hadiseler gibi işkencenin de yarattığı bireysel ve toplumsal travmalar oldukça ağır seyretmektedir. Ancak bu çaresiz ve çözümsüz olduğumuz anlamına gelmemektedir. İşkenceye bağlı travmanın kişiye/topluma söylediği yalanlara itiraz etmek, bu rehabilitasyonun başlangıcı olabilir. Çünkü o yalanlar, suçlu ile mağduru yer değiştirmeyi hedefler ve kişinin iradesini ve geleceğini felç etmek ister. Bu manipülasyonun farkına varıp üzerine gitmek, hayata umutla yeniden katılmaya çalışmak beklenenin üzerinde neticeler verir.
Gazze yerle bir olmuş bir şehir haline gelmiş olabilir. Bir halkın psikolojisi derin yaralar almış olabilir. Ancak zulme, baskıya, işkenceye karşı direnişin en güzel örneklerini veren Gazze halkı, bir şehri yeniden inşa etme ve yaralarını sarma konusunda dünyaya bir ders daha verecektir. İşkencenin eninde sonunda yenildiği, mahkum edildiği ve tarihin çöplüğüne atıldığı, zaman ve mekan üstü bir gerçektir. Mesele kardeşlerimizin yanında durup onların yaralarını sarmada ne kadar irade gösterdiğimizdir.