Steve Taylor / Psychology Today
Gerçekten de bazı evrimsel psikologlar bu sonuca varmışlardır. Evrimsel psikoloji, günümüz insanının özelliklerini, atalarımızın hayatta kalma çabasındaki faydası bakımından açıklamaya çalışır. Eğer bir özellik, bugüne değin varlığını sürdürmüş ve yaygın hale gelmişse, o zaman, onunla ilgili genler evrim tarafından “seçilmiş” olmalıdır.
Bu mantığa göre ırkçılık sıklıkla görülmektedir çünkü ilk insanların, diğer insan gruplarını mevcut kaynaklardan yoksun bırakabilmelerini sağlamıştır. Bencil davranmayıp, diğer grupların da kaynakları paylaşmasına izin vermenin, atalarımıza herhangi bir faydası olmayacaktır; bu sadece, kendi hayatta kalma şanslarını azaltacaktır. Ama eğer, diğer gruplara boyun eğdirmeyi ve baskı altında tutmayı başarırlarsa, bu, onların tüm kaynaklara erişimlerini arttıracaktır. Bu anlamda, Pascal Boyer’e göre ırkçılık, bizim, “diğer grup üyelerini, açıkça daha kötü avantajlara sahip düşük-statüde tutmamıza” olanak sağlayan “çok verimli ekonomik stratejiler”in bir sonucudur. Diğer bir yakın görüş de, birinin kendi grubunu diğerlerinden daha özel ve üstün görmesinin, grup bağlılığı/birliğini arttırarak hayatta kalmamıza yardımcı olacağıdır.
Ancak, evrimsel psikoloji adına öne sürülen pek çok diğer “işte öyle” hikâyeler gibi, bu görüşler de son derece tartışmalıdır. Öncelikle, modern avcı-toplayıcı (halen tarih öncesi insanoğlu ile aynı yaşam şeklini sürdüren ve bu nedenle türümüzün kadim geçmişinin temsilcileri sayılabilen) kabileleri incelemekte olan antropologlar, bu kabilelerin diğer gruplara karşı genellikle bu tür bir düşmanca davranış göstermediklerini raporlamışlardır. Kendi çevrelerindeki diğer kabileleri ortak besin kaynakları bakımından rakip görme eğilimde değillerdir ve onları kendilerine itaat ettirmeye ya da kaynaklara erişimlerini engellemeye çalışmazlar. Modern avcı-toplayıcı gruplar, değişken üyelikleriyle, oldukça akışkandır. Farklı gruplar, birbirlerini düzenli olarak ziyaret eder, evlilik birlikleri kurar ve bazen de üye değiş-tokuş ederek, karşılıklı birçok etkileşime girerler. Bu, ırkçılık ile bağdaştırabileceğimiz bir davranış türü değildir.
En önemlisi, avcı-toplayıcı gruplarda bölgesel mülkiyet eğilimi yoktur. Belli toprak parçaları (arazi) ya da yiyecek kaynakları üzerinde sahiplenici tutum göstermezler. Antropolojistler Burch ve Ellanna'nın ifadesiyle, "avcı-toplayıcı gruplar arasında sosyal ve mekansal sınırlar, üyelik ve coğrafi kapsam açısından son derece esnektir."
Bölgesel sahiplenme eğilimi taşımadıklarının arkeolojik kanıtları da vardır. Örneğin, antropolojist Jonathan Haas, tarih-öncesi Kuzey Amerika hakkında şöyle yazar: "Arkeolojik kayıtlar, bu ilk avcı-toplayıcılardan herhangi birinin bölgesel sahiplenme davranışına dair bir kanıt göstermez. Daha çok, tüm kıtaya yayılan çok açık bir iletişim ve etkileşim ağı geliştirdikleri görülmektedir."
Bir Psikolojik Savunma Mekanizması Olarak Irkçılık
Bir diğer görüşe göre ırkçılık (ve her türlü yabancı düşmanlığı), genetik ya da evrimsel bir dayanağı olmayan, aslında bir psikolojik haslet -özellikle, güvensizlik ve kaygı duygularının yarattığı bir savunma mekanizmasıdır. Psikolojide "dehşet yönetimi" teorisi açısından, bu görüşü doğrular kanıtlar da mevcuttur. Araştırmalar, insanların, kendi ölümlülüklerini hatırlatan durumlarla karşılaştıklarında bir çeşit anksiyete ve güvensizlik duygusu yaşadığını ve buna, aşırı statü-arayışı, materyalizm, hırs, önyargı ve saldırganlığa daha eğilimli hale gelerek yanıt verdiklerini göstermiştir. Kendi kültürlerinde toplumsal kabul gören davranışlara daha fazla itaat ederler ve kendilerini ait oldukları ulusal ya da etnik grupla daha fazla özdeşleştirirler.
Dehşet Yönetimi Teorisi'ne göre bu davranışların motivasyonu, kişinin, ölümün yüzü karşısında kendi önem ya da değer duygusunu arttırarak veya bir tür güvenlik ya da aidiyet duygusu kazanmak yoluyla, 'ölümlülük' tehdidinden korunmaktır. Benim görüşüme göre, ırkçılık da, daha genel bir güvensizlik, huzursuzluk ya da yetersizlik hissine verilen benzer bir yanıttır.
Irkçılığın beş farklı yönünü, psikolojik savunma mekanizmaları olarak tanımlamak mümkündür. Bunlar ayrıca, ırkçılığın daha aşırı biçimlerine doğru ilerleyen farklı safhalar olarak da kabul edilebilir. Öncelikle, eğer bireyde bir kişisel güvensizlik ya da eksiklik hissi varsa, kimlik bilincini güçlendirmek ve bir aidiyet duygusu kazanmak için bir gruba katılmak arzusu duyabilir. Kendisinden daha büyük bir bütünün parçası olmak ve grubun diğer üyeleri ile ortak bir davayı paylaşmak, bireyleri daha tamamlanmış ve önemli hissettirir.
Bunda yanlış bir şey yoktur. Neden milli ya da dini kimliğimizle (ve hatta bir futbol ya da beyzbol taraftarı olmaktan) gurur duymayalım ve bu kimliğimizi paylaşan diğer kişilerle bir kardeşlik duygusu yaşamayalım ki? Ancak, bu grup kimliği, kişiyi ikinci bir evreye götürebilir: diğer gruplara karşı düşmanlık. Bu kimlik duygusunu daha da kuvvetlendirmek için, bir grubun üyeleri diğer gruplara karşı husumet duyguları edinebilir. İçinde bulunduğu grup diğer gruplardan farklı -ve onlarla karşıtlık içinde- oluşuyla, daha iyi tanımlanmış ve birbirine bağlı hale gelebilir.
Üçüncü safhada üyeler, diğer grup üyeleri ile empati yapmayı bırakır, ilgi ve merhametlerini sadece kendi arkadaşlarına yönelik olacak şekilde kısıtlarlar. Kendi gruplarının üyelerine iyi niyetli davranışlar gösterirken, grup dışındaki kimselere karşı zalim ve duygusuz bir tutum içinde olabilirler. (Bu, Adolf Hitler gibi tarihin bazı en acımasız karakterlerinin neden bazen, söylendiğine göre, kendi çevrelerindeki insanlara nazik davrandıklarını da açıklayabilir)
Bu durum, diğer gruplara ait bireylerin homojenize edilmesi olan dördüncü safha ile yakından bağlantılıdır. Bu safha, insanların artık kendi karakterleri ya da davranışları ile değil, grubun bütünü hakkında genelleştirilmiş önyargılar ve varsayımlar dayanağında algılandığı anlamına gelir.
Ve son olarak -ırkçılığın en tehlikeli ve yıkıcı nihai safhasına geçilir- insanlar, kendi psikolojik zaaflarını ve kişisel başarısızlıklarını, sorumluluk ve suçluluktan kurtulma stratejisi olarak, diğer bir gruba yüklerler. Diğer gruplar günah-keçisi haline gelir, ve bunun sonucunda, sözde suçlarının intikamı olarak cezalandırılma, saldırıya uğrama ve hatta öldürülme gibi durumlara maruz kalırlar. Özellikle güçlü narsisist ve paranoid karakter özelliklerine sahip kişiler bu stratejiye eğilimlidir, çünkü, herhangi bir kişisel hatayı itiraf etme becerileri yoktur ve çoğunlukla diğer insanları kötü gösterirler (şeytanlaştırma).
Irkçılık ve Psikolojik Hastalık Arasındaki İlişki
Diğer bir deyişle, ırkçılık bir psikolojik hastalık belirtisidir. Psikolojik bütünlük, öz-saygı ve içsel güvenlik eksikliğini işaret eder. Dengeli bir benlik ve güçlü bir içsel güvenlik duygusuna sahip olan, psikolojik olarak sağlıklı insanlar ırkçı değillerdir, çünkü, benlik duygularını bir grup kimliği aracılığıyla kuvvetlendirme ihtiyacı duymazlar. Kendilerini diğerlerinden "farklı" -ve onlarla karşıtlık içinde- tanımlamaya gerek görmezler.
Yabancı düşmanlığı, güvensizlik ya da eksiklik duygusuna verilecek tek olası yanıt değildir tabi ki; ilaç kullanımı, alkol bağımlılığı ve takıntılı şekilde materyalist ya da hırslı hale dönüşmek diğer yanıtlar olabilir. Psikolojik bakımdan sağlıklı insanlar, tıpkı ilaç kullanımına başvurmaya ihtiyaç duymadıkları gibi, ırkçılığa yönelme gereksinimi de duymazlar.
İnsan ırkını birbirinden farklı "ırklara" bölmenin bir biyolojik dayanağı olmadığının hatırlanması da faydalıdır. Sadece, farklı iklim ve doğal çevrelere yayılarak ve bu bölgelere adapte olarak zaman içinde birbirlerinden biraz farklı fiziksel özellikler kazanmış -tamamı köken olarak Afrika'dan gelen- farklı insan grupları vardır. Aramızdaki farklar çok belirsiz ve çok yüzeyseldir. Temel olarak, ırklar yoktur -tek bir 'insan' ırkı vardır.
Psychology Today’dan çeviren Çiğdem Ergün
Kaynak: kemalsayar.com