Irkçılığa taviz verdikçe ekonomi daha iyiye gitmedi...

Yasin Aktay, Türkiye'de ırkçı argümanların kullanımı ve beslendiği arka plana dikkat çekerken ırkçılığın ilerleyen yıllarda Türkiye'nin başına daha büyük bela olacağını vurguluyor.

Yasin Aktay / Yeni Şafak

Irkçılığı kışkırtmak mı ırkçılığın temsili mi?

Giderek Türkiye için en ciddi terör tehdidinden daha da ağır bir tehdit haline gelmiş bir ırkçılık ve yabancı düşmanlığı sorunumuz var. Bu tehdidin afaki bir değerlendirmeye dayanmadığını görmek için sadece birkaç hadisenin medyaya yansımasının sonucunda bütün dünyada Türkiye algısının nasıl etkilendiğine bakmak yeter de artar. Bu algı değişimi Türkiye’yi özellikle Körfez’den gelen turizmi ve yatırımları durduruyor var olan yatırımların da çekilmesini sağlıyor.

İşin ilginç tarafı, aslında bu ırkçılık ve yabancı düşmanlığı algılarının iyi çalışılmış organize operasyonlarla üretilip yönetiliyor olması. Bu operasyonları dışardan izleyen Türkiye’de her yabancının veya her turistin her gün, her yerde ve herkes tarafından her an bir saldırıya maruz kalabildiğini zannediyor. Oysa bu tabii ki gerçek değildir. Irkçılık ve yabancı düşmanlığı çok şükür ki Türkiye’de hiçbir zaman yaygın bir tutum değildir, olmamıştır.

Gerçi ırkçılığa, yabancı ve göçmen düşmanlığına yatırım yapan siyaset bezirgânları sığınmacı karşıtlığının çok ciddi bir toplumsal tabanı olduğunu ve kendilerinin bütün yaptığının var olan bu tabanı temsil etmek olduğunu iddia ediyorlar. Bunu söylüyorlar ama yaptıkları bir temsilden öte insanları sürekli bir konuda şartlandırarak kışkırtmak oluyor.

“Temsil etmek” ile “karpuz kabuğu düşürerek, telkin ederek, hipnotize ederek, beyin yıkayarak” insanları bir kötülüğe kışkırtmanın nasıl yer değiştirdiğini görmek çok önemli. Kayseri provokasyonunda halkın kendiliğinden bir tepkisi yoktu. Çok önceden çalışılmış bir senaryoya göre halkın galeyana gelip ayaklanması ve bir topluma karşı bir linçe kalkışması hedeflendi ama bunun sağlanamayacağı da bilindiği için bunun sadece görüntüsü bile yeterli olacağı için kamyonlarla ücretli baltacılar ve şebbihalar getirildi. Ortadoğu’daki rejimlerin klasik darbeci operasyon malzemesidir baltacılar ve şebbihalar.

Türkiye’de yıllardır mülteci düşmanlığında öne çıkanların hırçınlığı, gaddarlığı, duygusuzluğu, anlayışsızlığı bu toplumda temsil arayan bir halkla uzaktan yakından ilgili değil. Bu tutumların hepsi sadece ne yaptığını bilen ve yaptığı işe asla duygularını karıştırmayan ajanların kişilik özellikleri. Buna rağmen kendilerini bir halkın duygularını “temsil etme” iddiasıyla meşrulaştırmaya çalışıyorlar. Tıpkı 6-7 Ekim olaylarında taş atan, sokak gösterileri yapan Kürt gençlerini temsil ettiklerini iddia ederek “biz kendileriyle konuşulacak son nesiliz” diyen PKK’nın kart siyasi temsilcilerinin iddiaları gibi. Bizzat kendi kışkırttıkları, yönettikleri, sokağa sürdükleri gariban Kürt gençlerinin laftan anlamaz öfkesini öne sürüp kendilerine alan açmaya çalışıyorlardı. Gerçekte ise o sokak gösterilerinin, o vandal şiddetin arkasında bizzat kendileri vardı. Şimdi de Suriyelilere düşmanlığı kışkırtanlar, belki toplumda zaten var olan bir öfkenin sadece temsilini yapıyor olduğunu söyleyerek kendilerini meşrulaştırmaya çalışıyorlar. Oysa yaptıkları neresinden bakılırsa var olan şiddetin, yükselen nefretin ve öfkenin bizatihi sebebi. Ürettikleri ve yaydıkları öfke Türkiye’ye sığınmış ve 13 yıldır dünyaya örnek oluşturan müstesna bir muameleyi görmüş bir halka karşı insanlık suçları işlemeye kışkırtıyor. Böylece yıllardır verdiği muhteşem imtihanla dünyada insani siyaset noktasında zirvelerde bulunan Türkiye’yi aşağılara çekmiş oluyorlar. Neresinden bakarsanız insanlık suçu, neresinden bakarsanız Türkiye’ye karşı korkunç bir saldırı.

Kaldı ki siyasette hangi eğilimler varsa onlar temsil edilmeli ve bunların savunması yapılmalıdır diye bir şey yoktur. Türkiye’de bölücülük bir siyaset konusu olamıyor mesela. Dini, etnik veya bölgesel ayırımcılık yapmayı savunan bir siyaset de olamaz. Bunu yapmayı isteyenler olabilir, başkalarından nefret edip onlara karşı her türlü ayırımcılığı arzulayanlar olabilir, ama bunun siyasette temsili olamaz. Bunu savunmanın önünü açtığınız zaman siyasal alanı genişletmiş olmazsınız, bilakis toplumun sağlığını, sıhhatini bozmuş olursunuz. Terörist bir örgütün siyasette temsili olamaz. PKK’nın, DAEŞ’in veya başka herhangi bir terörist örgütün siyasi temsili hem siyaseti bozar hem toplumu. Bugün yabancı düşmanlığı, “Suriyeli” düşmanlığı, hele çok pervasızca artık telaffuz edilebilen “Arap düşmanlığı” bu ülkenin dokusunu tahrip edecek hale gelmiştir. Bu ülkede sayıları 5-6 milyonu bulan Türkiye Cumhuriyeti’nin asli vatandaşı Arap var ve bunlar bu ülkeye şimdi ırkçılık satanlar gibi yüz sene önce gelmiş değil, İslam’ın doğuş yıllarında evlad-ı fütuhat olarak gelmiş, bu ülkeyi vatan kılan ruhun taşıyıcısı insanlar. Esasen böyle olmasa bile kendi başına Arap düşmanlığı insanlık dışı bir cürümdür, ama dikkat çektiğimiz bu basit gerçek bugün bu ülkede ırkçılığın aynı zamanda nasıl bir cehalete yatırım yaptığını gösterir.

Toplumda elbette hiç kimse hiç kimseyi sevmek zorunda değildir, zorlamaya mecbur da edilemez kimse. Ama kimse başka bir ırkı, başka bir kavmi tahkir edemez, ona karşı başka insanları kışkırtamaz. Buna bir yerde göz yumulduğu zaman bunun bir süre sonra bir normallik kazanması kaçınılmaz olur. Her türlü sapıklık, satışa sunulduğunda alıcısı olur. Satışın ayartıcı bir tarafı vardır. Bu işin satışına göz yummamak gerekiyor. Toplumu barış ve huzur içinde bir arada tutma sorumluluğuna sahip olan devlet uyuşturucuya, alkolizme, fuhşa, pornografiye karşı tedbir aldığı gibi toplumun huzurunu bozan ırkçılık ve nefret söylemlerine karşı da tedbir almak durumundadır. Yoksa satışını serbest bıraktığınızda pornografinin de fuhşun da uyuşturucunun da alıcısı bütün topluma yayılacak şekilde artar.

Türkiye’de bir süre yoğun olarak yaşanan göçmenlerden ötürü ortaya çıkan görüntünün elbette bazı kesimlerde bir değişiklik, bir farklılık, hatta bir ürküntü yaşaması muhtemeldir. Ancak bu değişiklik başka türlü de yönetilebilirdi. Yabancının bir sorun değil bir tanışma fırsatı, bir başka dünyaya, bir başka ufka bir açılım boyutu da işlenebilirdi, nitekim öyledir. O yabancının ülkede kucaklanması üzerinden bir ülkenin vicdani tutumu, erdemleri ve öz-saygısı işlenebilirdi, ki bu da epeyce işlendi ve Türkiye’ye esasen çok şey kazandırdı.

Mültecilerin Türkiye’de sayıca çok daha fazla olduğu, hatta sorunlarının çok daha fazla hissedildiği ilk zamanlarda ciddi bir mülteci düşmanlığı yoktu, çünkü hiç kimse onları hedef almıyordu. O zamanlar Türkiye ekonomisi de görece daha iyi bir yoldaydı. Bu, mültecilerin bizatihi varlıklarının aslında zannedildiği gibi ekonomiye negatif bir etkisi olmadığının belki en önemli göstergesi.

İşin ilginç tarafı mülteci düşmanlığının tırmanması ve birçoğunun gönderilmeye başlanması ile ekonomik sıkıntıların yoğunlaşması arasında gözardı edilemeyecek bir mütekabiliyet var. Türkiye göçmenleri gönderme yönündeki tutuma sarıldıkça ekonomik durumlar daha iyiye gitmedi.

Peki bunu neyle açıklayacağız? Korelasyonu ne şekilde kuracağız? Salt ekonomik göstergeler durumu açıklamaya yeterli midir? Yoksa olayın manevi boyutları da var mıdır?

Dünyaya bakış tarzımızın, hatta kişiliğimizin değişmesi, yaşadıklarımızı görme biçimimizi de değiştiriyor olmasın?

Yorum Analiz Haberleri

“Devrimci zihniyet ahlâkını kaybederse her şeyini kaybeder”
Esed sonrası Suriye: Katar-Türkiye Doğal Gaz Hattı artık hayal değil
Esed'in müftüsü Ahmed Hassûn şimdi ne yapıyor?
“Suriyeli mülteci” etiketi ve toplumsal imtihanımız
Suriyeli kadın devlet dairesinde gördüğü saygıdan dolayı gözyaşlarını tutamadı