Irkçı saldırıların arka planı: Türkiye’nin bir asırlık kimlik problemi

Mustafa Armağan, Türkiye'de devlet ve toplumun milliyetçiliğe bakış açısının hangi zeminden beslendiğini inceliyor.

Mustafa Armağan / Yeni Akit

Türkiye’de milliyetçiliğin kodları neden yükselişte?

Avusturya ile oynadığımız maçta Türk Milli Takımını galibiyete taşıyan gollerin kahramanı Merih Demiral’ın sevincini iki eliyle yaptığı kurt sembolüyle göstermesi, dahası bu yüzden iki maç ceza alması bir anda millî bir mesele haline geliverdi. Bozkurt millî bir semboldür diyenden malum el işaretinin Azerbaycan’dan ithal edildiğine dair yüzlerce açıklama birbirini kovaladı. 

Neler oluyordu Türkiye’de? 

Türk milliyetçiliği uçuşa mı geçmişti? 

Türkçülük yükseliyor muydu? 

Ve Suriyeli/yabancı düşmanlığı ile Türk milliyetçiliğinin yükselişe geçişi arasında bir korelasyon kurulabilir miydi?

Elbette Avrupa ülkeleri İngiltere haricinde siyaseten sağa yöneliş içinde; bunun arkasında ekonomik sıkıntılar kadar mülteci/göçmen açmazı da yatmakta. 

Kabul edelim ki sanayileşmiş dünyanın bir mülteci/göçmen kriziyle er veya geç karşılaşması mukadder.

Gelişmiş Batılı ülkeler eskiden zenginliklerini sömürdüğü Asya, Afrika ve Ortadoğu ülkelerinin insanlarıyla baş etmek zorunda şimdi. Onlar iltica etmek zorunda ama mültecileri istememek gibi bir lüksü de bulunmayan gelişmiş dünya da işgücüne muhtaç pastayı büyütebilmek için. 

Bir yerde ihtiyaç varsa, diğer yerde de ihtiyaç maddesi duruyorsa tabii olarak ikincisi, birincisine yönelecektir. Lütuf olarak değil, ihtiyacın karşılanması olarak.

Dünya zengin ve az nüfuslu ülkeler ile fakir ama nüfusu kalabalık ülkelerin etkileşimine sahne oluyor. Bu, daha önce benzerini görmediğimiz türde bir çatışma. 

Sanayileşmiş ülkelerin insanı iyi yetişmiş, yüksek eğitimli, işsizlik maaşı gibi sosyal hakları var. Bu yüzden çalışmaktan imtina ediyor. Bu da hizmet sektöründe bir boşluk meydana getiriyor. Garsonluktan marangozluğa kadar bir toplumun ihtiyaçlarını kim karşılayacak?

Ben çocuğumu doktor, siz avukat yapmak istiyorsunuz ama toplumsal işbölümünde boşluklar kalıyor. Lüks lokantalar var ama bulaşıkçılık yapacak eleman yok. 

İşte bu işleri gördüreceğiniz yerli eleman yoksa boşluğu göçmenler/mülteciler karşılayacak zorunlu olarak. Onları da ya legal yollarla getireceksiniz (ABD veya Almanya gibi) veya kaçak girmelerine göz yumacaksınız. 

Öyle görünüyor ki 21. yüzyılın bu temel çelişkisi çağın dengelerini alt üst edecek ve asrın ikinci yarısında nüfus faktörü daha da belirleyici bir hal alacak.

Türkiye nereye?

Türkiye’nin Suriyeliler ile hikâyesi her iki yoldan da olmadı. Bir can pazarı yaşanıyordu topraklarında. Bir milyon insan hayatını kaybetmişti. Mültecilere sınırı kapatmak onları ölüme atmak demekti. Mecburen alacaktık ama o kadar kalabalık girişler oldu ve o kadar hazırlıksız yakalandık ki denetim ancak sonradan akla gelebildi; geç kalınmıştı. 

Temel problem buradan çıktı zaten. Gelenler önce çadırlarda, sonra konteyner evler ve kamplarda barındırıldı. Sonradan kamplar boşaltıldı, sığınmacılar serbest bırakıldı, derken şehirlere dağıldılar ve yerli insanların bıraktığı boşluklara sızdılar.

İlk yıllarda ensar-muhacir modeline çok benzer tarzda bir yaklaşımın topluma hakim olduğunu, denizde boğulan Suriyelilere, özellikle kıyıya vurmuş Aylan bebeğin hazin fotoğrafına dökülen gözyaşlarından anlayabiliriz. Aylan bebek sosyal medyada aylarca gündemde kalmış, insanlık adına nice feryatlar yükselmişti. 

Hiç unutmam, 2017 Nisanında Sakarya’da başı taşla ezilerek karnındaki yavrusuyla birlikte öldürülen Suriyeli kadının cenaze namazını kılmak için bu şehre akın edenler olmuş, bizzat eski Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez hoca da namazı kıldırmak ve arkasından gözyaşları içinde konuşma yapmak suretiyle maşerî vicdanı konuşturmuştu. O gözü yaşlı topluluk içinde bu satırların yazarı da vardı. Cemaat arasında İstanbul’dan kalkıp gelen birçok tanıdığa rastlamak hakikaten hayret vericiydi.

Lakin Suriyeli meselesi zamanla ‘Kayseri pogromu’na nasıl evrildi? (Bu ifade tabii ki hiçbir zaman aziz Kayseri halkını toptan kapsamaz. Yapanların büyük bir bölümünün şehre kamyonla getirildiğini öğrendik.)

Bunun arkasında ekonomik sıkıntılar elbette önemli bir yer tutuyor. Kovid yasaklarından itibaren oluşan aksaklık ve kesintiler üretim sürecini etkiledi. Bu arada Suriyeliler daha bir yerleşti ve Kayseri başta olmak üzere hem sanayi hem de hizmet sektörlerinde hatırı sayılır bir yer tutmaya başladılar. Patronların da işine geliyordu doğrusu sigortasız işçiyi ucuza çalıştırmak. Öte yandan yerli eleman artık eğitim yoluyla yükselmeye ayarlanmış olan iç piyasaya daha seyrek arz olunuyordu. Tam Suriyelilerin intibak süreci başarıyla devam ediyordu ki mahut olaylar başladı.

Hadiseler nasıl bu noktaya geldi dediğinizi duyar gibi oluyorum. Biraz daha sabır lütfen.

Eğitim sistemimiz yabancı düşmanlığı üzerine kurgulanınca ve Arap düşmanlığı da belli kesimler tarafından beyinlere her fırsatta empoze edilince ve dahi son on yıl zarfında İslam birleştirici çimento vasfını kaybettikçe Türk olanlar ve olmayanlar şeklindeki şablon zihinlerde depreşiverdi.

Türkiye’nin bir asırlık kimlik problemi de bu sosyal depreme tetikleyici olarak hizmet edince ‘Bozkurt’ galeyanının kapısına gelmiş olduk. Türkiye’nin bir kimlik problemi yaşamakta olduğuna en güçlü delil, her on yılda bir akordeon gibi açılıp kapanan kültürel bir gel-gite mahkûm olmasıdır. Bu da hem dünyanın, hem de Türkiye’nin geçirmekte olduğu global bunalıma çare olarak milliyetçiliğin panzehir olarak ecza dolabında hazır bulundurulmasıdır. 

Kabul edelim ki bir kitlenin damarına en kolay kimlik aşılama yolu milliyetçiliktir ve milliyetçilik ‘evrensel’ olduğu için de her toplumda meydana gelen manevî boşlukları silikon gibi doldurmakta işe yaramaktadır. 

Montserrat Guibernau Milliyetçilikler adlı kitabında bu hususu şöyle vurgular:

“Milliyetçiliğin gücü, her şeyden önce bir kimlik duygusu yaratma yeteneğinden kaynaklanmaktadır. Kuşku ile dolu bir dünyada, parçalanmışlık içinde ve bireyler için hayatı anlamlı kılacak ideolojilerin yokluğunda milliyetçilik en etkin güç haline gelir. Miroslav Hroch, ‘Çözülen bir toplumda milliyetçilik bütünleştirici faktörleri içerir. Toplum yenildiğinde millet son güvence olarak görülür’ der.”

Toplum manevî olarak çözülürken millet ve onun ideolojisi olan milliyetçilik nihaî güvence oluyor bizde de.   

Yorum Analiz Haberleri

“Devrimci zihniyet ahlâkını kaybederse her şeyini kaybeder”
Esed sonrası Suriye: Katar-Türkiye Doğal Gaz Hattı artık hayal değil
Esed'in müftüsü Ahmed Hassûn şimdi ne yapıyor?
“Suriyeli mülteci” etiketi ve toplumsal imtihanımız
Suriyeli kadın devlet dairesinde gördüğü saygıdan dolayı gözyaşlarını tutamadı