Resmi ideoloji ve söylem her ne kadar “Türkiye Türklerindir” ilkesine iman etmiş bir görüntü verse de sadece alttan alta değil bağıra bağıra hep bir korkuya mahkûm olduğunu aşikâr etmiştir. Bu korku temelli söylem, başından beri bir güvensizlik belki de bir meşruiyet sorunu yaşandığının göstergesiydi.
Belki de asıl dert irticayla geriye dönüşü, Kürtçülükle bölünmeyi hedefleyen kötü vatandaş oranının Atatürk Türkiyesinde baş ağrısını hiç eksik etmeyecek kadar yüksek olmasıydı. Çağdaş medeniyetler seviyesine ulaşmamakta inatta direten bir toplum kesimi haliyle çöl bedevilerine, gerici feodal değerlere, çağdışı ideoloji ve hayat tarzlarına meftun oluyordu.
Ulu Önder harika bir yol göstermiş, imrenilesi bir ülkü kurmuştu. Fakat buna rağmen eskiden beri aydınlanmamak ve ilerlememekte direnenlerin Türkiye’yi Suudi Arabistan’a, İran’a, Malezya’ya ve son olarak da Afganistan ve Pakistan’a dönüştürmek istedikleri yönündeki bitimsiz uğraşları kendisini bu kez de Suriyeli mülteciler üzerinden göstermişti.
İtiraf Edin: İslam Düşmanı ve Cunta Aşığısınız!
Askeri vesayetin bitimsiz bir kâbus gibi halkın üzerine çöktüğü uzun yıllarda çok fazla psikolojik savaş taktiklerine ihtiyaç duyulmamıştı. Fakat iktidar sınıfları bu kez 1990’lar ve 2000’li yıllar boyunca kamu diplomasisi adı altında hortlattığı psikolojik harp yöntemleriyle toplumun siyaset aracılığıyla yükselttiği talepleri bloke etme yoluna gitti.
28 Şubat sürecinden 27 Nisan’a uzanan ve halen devam eden mücadele basit bir biçimde söylem ve yöntemlerin rekabeti olarak tanımlanamaz. Rekabetten daha ziyade çok yönlü bir iktidar mücadelesi hatta iktidar savaşına şahit oluyor ülke. Gazeteci, aydın, akademisyen, diplomat, sivil toplum temsilcisi, sendikacı vs. gibi karakterlerin baskın bir biçimde öne çıkıyor oluşu kıyasıya süren iktidar savaşını meçhul kılmıyor tabi ki.
Örnekleri sayılamayacak kadar çok olan bu psikolojik savaş söylem ve aktörleri için şöyle geriye dönüp bir baksak kimleri görürüz, neleri hatırlarız değil mi? Mesela sosyolojinin imkânlarını iktidar sınıflarının bekası adına psikolojik harp dairesinin hizmetine tahsis eden Nilüfer Göle, Şerif Mardin, Binnaz Toprak gibi muteber hocalar marifetiyle üretilen argümanları şöyle bir hatırlayalım: Kamusal Alan, Malezyalaşma Tehlikesi, Mahalle Baskısı, Endişeli Modernler, laiklerin ve Alevilerin yaşam tarzını tehdit eden adımlar vs.
Elbet bu tür söylemler Cumhuriyet mitingleri, bayrak yürüyüşleri gibi etkinliklerdeki kaba-saba, itici ve ürkütücü, ötekileştirici ve düşmanlaştırıcı yüzden farklıydı. Fakat bu tür provakatif organizasyonlar için kitleleri kışkırtan, askeri vesayetin siyaset ve topluma yönelik baskılarını meşrulaştıran hatta teşvik eden ‘bilimsel’ malzemeler taşıyanların hiç de masum olmadığını unutmadan yüzlerin farklılığına işaret edelim. Özünde İslam’dan kaynaklanan bütün toplumsal talepleri sosyal bilimlerin kavramlarıyla boşa çıkartmaya, gayrı meşrulaştırmaya hasredilen bütün çabaların askeri vesayet aşkından, iktidar sınıfları adına konuşmaktan başka bir anlama gelmediğini hatırlatalım.
Bütün Modeller Kötü, Statükoya Razı Ol!
Malum, Fatih Çarşamba’da dolaşan sarıklı-çarşaflı ‘gericiler’, okulda hastanede başörtülü çalışan ‘irticai’ öğretmen ve doktor görüntüleri şimdilerde prim yapmıyor. “Türkiye İran olmayacak!”, “Başörtülü okumak isteyen Suudi Arabistan’a gitsin!” jargonlarıyla kabadayılık yapması beklenen adamlar tam siper yatışta. Üstelik eksen kayması tartışmalarıyla istenen tedirginlik topluma empoze edilemiyor. Bu sebeple küresel ölçekte AB ve ABD’ye, bölgesel ölçekte İsrail’e rağmen siyaset üretmenin Türkiye için ne gibi burun sürtmelere yol açacağı kehanetlerine yeterince müşteri çıkmıyor.
Yeni bir tedirginlik kaynağı ve korku metaforu üretip statükonun muhtaç olduğu düşmanlık konseptini pazarlamakta hiç sıkıntı yaşamayan aydın, akademisyen ve gazeteciler Suriye üzerinden bekledikleri fırsata kavuştular.
Bu dönem fırsatı ganimete dönüştürme görevini üstlenenlerden biri de Fehim Taştekin’di. Sistematik olarak dedikodu ve Baas kaynaklı söylenceler üzerinden Suriye muhalefetini ve mültecileri hedef gösteren, son olarak da “Hatay Peşaver oluyor!” velvelesiyle zirve yapan Fehim Taştekin, Kemalist, sosyalist, Baasçı, İrancı, Alevi-Nusayri çevrelerin ortak paydası adeta. “Peşaver korkusu” pazarlarken bir yanlışı düzeltmeye mi yoksa statükoyu muhafaza etmeye mi gayret ediyor?
Benzer bir soruyu Robert Fisk’i şahit olarak gösterip “Suriye politikası sayesinde, Türkiye Ortadoğu’nun Pakistan’ına dönüşüyor.” diyen Semih İdiz için de soralım. İdiz tarafından “kabak iyice başımıza patlamadan” Suriye halkını Esed-Baas cuntasının katliamlarıyla baş başa bırakmaya davet ediliyoruz.
Bu çağrılar esasen “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” ilkesine yani yerel ve küresel statükoya razı olmaya davettir. Sizce bu davete icabet edilir mi?