İran’ın Emperyal Hayalleri Gerçek mi Oluyor?

İran Cumhurbaşkanı Ruhani’nin danışmanı Ali Yunusi, Mart 2015’te İran’ın artık imparatorluk haline geldiğini ve başkentinin Bağdat olduğunu söylemişti.

Doç. Dr. Ahmet Uysal / SDE Ortadoğu Koordinatörü / Star

İran’ın Emperyal geçmişi 2500 yıl öncesinde kurulan Pers İmparatorluğu’na kadar gider. Pers, Kral Kiros tarafından kurularak bugünkü İran, Afganistan, Arap Yarımadası’nın büyük kısmı ve Mısır’a kadar geniş bir bölgeyi kontrol ederek o zamanki dünya nüfusunun üçte birinden fazlasına hükmetmiştir. Daha sonra Partlar ve Sasani devletlerini kurarak tarihte önemli bir yer tutmuş olan Persler, İslam’ın yayılmasıyla İslam medeniyetine entegre olmakla birlikte daha sonraları Fars milliyetçiliği muhalif Şii inancıyla da birleşerek İslam ve bölge tarihinde farklı bir çizgi izlemiştir. Ayetullah Humeyni öncülüğünde 1979 İslam Devrimi’ni gerçekleştirdikten sonra İran, küresel düzeyde muhalif çizgisini koruyarak daha iddialı politikalara yönelmiştir.

1980’lerde İran yönetimi İslam Devrimi’ni yaymaya çalışmış ve Türkiye dâhil birçok Müslüman ülkede hareketlere destek vermiştir. İran özellikle Amerika ve İsrail karşıtı söylemiyle muhalif yönünü ortaya çıkarmıştır. ABD ve Batı Kampı’nın yeni İran’ı durdurmak için İran-Irak Savaşı’nı çıkardıkları bilinir. Daha sonra silah ve ticari ambargolara maruz kalmıştır. Ancak giderek İran’ın devrimci yönü azalmış ve adı İslam Cumhuriyeti olmasına rağmen bugün küresel düzendeki diğer ulus-devletler gibi kendi çıkarlarına yoğunlaşmıştır. Şiilik bu Fars ulus-devletinin meşruiyet temelini oluşturmuş ve bölgede nüfuzunu yaymak için motivasyon aracı olmuştur.

Arap Baharı ve İran

İran milliyetçiliği tarihsel olarak bölgede Araplara tepeden bakar. Büyük Fars şairi Firdevsi Müslüman olmasına rağmen Arap bedevileri aşağılayan birçok beyit yazmıştır. Bugün İran benzer bir tavrı sürerek Arap Dünyası’na müdahale etmektedir. İran’ın içinde 1.5 milyon Arap (Ahvaz) nüfus yaşamaktadır. Ayrıca, Birleşik Arap Emirlikleri’nin iki adasında İran işgali sürmektedir. İran’ın bölgede çeşitlendirdiği politikaları Suriye, Bahreyn, Yemen, Irak ve Lübnan’da göstermektedir. Bu politikalar daha çok etnik ve mezhepsel çatışmaları artırmaktadır. Batı ile uzlaşarak ambargoların kaldırılması anlamına gelen P5+1 Nükleer Anlaşması İran’ı bu Ortadoğu’da daha iddialı ve maceraperest bir hale getireceği açıktır.

İran’ın imparatorluk hevesleri Ortadoğu’daki kaosa ciddi yakıt taşımaktadır. Çünkü bölgedeki sorunlarla ilgili olumlu ve yapıcı bir tavrı görülmemektedir. İran daha önceleri İsrail ve Batı karşıtı söylemiyle Müslüman halklar arasında sempati topluyordu. İsrail’e karşı Filistin’de Hamas ve Lübnan’da Hizbullah gibi grupları destekleyerek sempati ve nüfuz elde ediyordu. Arap Baharı’nın patlamasından sonra Hamas Suriye’de Esed rejimini desteklemeyi reddedince, İsrail ambargosu altındaki Gazze’ye desteği kesmiştir. Bu göstermektedir ki İran’ın Sünni Hamas’ı desteklemesi prensip gereği değil onun taktiksel hamlelerindendir.

Arap halklarının Batı’ya bağımlı diktatör rejimlere isyanı olarak yorumlanabilecek Arap Baharı ortaya çıkınca küresel güçler (ABD, Avrupa, Çin ve Rusya) bölgede Arap demokrasisini ortadan kaldırmak için darbeler, çatışma ve kaosa yol verdi. Çünkü demokratik bir Arap Dünyası küresel çıkarlara ciddi zarar verebilecektir. Mısır, Libya ve Yemen’de darbelerde Batı destekli Körfez ülkelerinin rolü büyük olmuştur. Ancak bölgenin daha fazla kan kaybetmesini sebep olan mezhep çatışması, katliamlar ve darbeler Irak, Suriye, Yemen’de ciddi sıkıntıya yol açmıştır. Burada statükocu krallıklar kadar İran da araç olmuştur. Çatışmanın sürmesi Batı ve Doğu Bloklarının silah satarak semirmesini sağladığı gibi bölgenin ekonomik ve beşeri kaynaklarının heba olmasında rol oynamıştır.

İran’a Batı’dan ödül

İran Nükleer Anlaşması bugün Ortadoğu’daki kaosa ciddi katkısından dolayı Batı’nın İran’ı ödüllendirmesi olarak görülebilir. Afganistan işgali ve Irak’ta ABD ile yakın işbirliği denemelerinden sonra bugün DAEŞ’e karşı da işbirliği ile İran, ABD ve İsrail’e bir tehdit oluşturmayı bırakınca bu anlaşma gerçekleşmiştir. Dahası zayıflayan Arap Dünyası İsrail’i ve Batı çıkarlarını tehdit edemez hale geldiği gibi, silah satışlarından ciddi karlar elde etmekte ve iç dinamikleri iyice zayıflayan Ortadoğu dış müdahalelere daha açık hale gelmektedir. Bunun örnekleri Libya, Mısır, Yemen ve Suriye’de görülebilir.

ABD’nin Irak işgaliyle Ortadoğu’da İran nüfuzunu engelleyen Saddam ortadan kalkmıştı. Yine ABD ülkeden ayrılırken ülkenin kontrolünü İran’a teslim etmiştir. Irak, İran etkisiyle Maliki döneminde mezhepçi politikalara yönelmiş ve Saddam’ın adamları diye göstererek Sünni Araplardan intikam alarak dışlamıştır. Bu mezhepçi politikalar petrol denizi üzerinde yüzen ülkede huzuru getirmemiş ve DAEŞ’in alan bulmasını kolaylaştırmıştır. DAEŞ’cilerin Irak hapishanelerinden salıverilmesi ve daha sonra Musul’un DAEŞ’e terk edilmesi gibi kolaylaştırmalar da DAEŞ, İran, Irak ve Suriye bağlantısı ihtimalini güçlendirmektedir.

İran bölgedeki etkinliğini birkaç yöntemle artırmaktadır. Öncelikle, Suriye’deki Esed rejimi gibi kendisine yakın rejimleri desteklemektedir. Bu konuda ne kadar ciddi olduğu Esed rejimine para, silah ve lojistik destek vermesinde görülebilir. Hatta Lübnan’dan, Afganistan ve Pakistan’dan Şii grupları getirerek Suriye’de savaştırmaktadır. İran’ın diğer yöntemi Arap ülkelerindeki Şii veya Şiiliğe yakın grupları destekleyerek örgütlenmelerini ve silahlanmalarını sağlamaktadır. Bu modelin en başarılı örneği Lübnan’daki Hizbullah’tır. Hem siyasi parti, hem sivil toplum faaliyetleri hem de silahlı kanadıyla devlet içinde devlet haline gelerek o ülkede İran’ın nüfuzunu ve çıkarlarını ilerletmektedir.

İran Lübnan’dakine benzer politikayı Yemen’de Husileri destekleyerek darbe yaptırmıştır. Ancak Suudi Arabistan İran tarafından kuşatıldığını düşünerek devreye girmiş ve İran darbesinin başarısı tehlikeye girmiştir. Körfez ülkelerinde ayrıca çok ciddi Şii nüfus bulunmaktadır. Arabistan ve Kuveyt’teki Şiileri organize ederek Lübnan’daki gibi yapacağı yönünde İran politikalarından ciddi kaygı duyulmaktadır. Şii gruplar Bahreyn’de olduğu gibi sık sık isyan etmekte ve Körfez rejimlerini rahatsız etmektedir. Son olarak Kuveyt’te DAEŞ bağlantılı bir Şii camisine bombalı saldırısı üzerine Irak’tan sızdırılmış çok yüklü miktarda silah ele geçirilmesi ülkede mezhepsel çalışma korkularını artırmıştır.

Şii olmayan müttefikler

İran’ın bölgede Şiiler dışında birçok grupla da ilişkisi ve desteği vardır. Arap Dünyası’nda kendi görüşlerini savunacak sağ ve sol akımlarla ilişkisi bulunmaktadır. Mesela, Esed rejiminin düşmesini Araplar için büyük tehdit diye sunan hem Arap Milliyetçisi, hem de bazı İslamcı kalemlere rastlanmaktadır. Bu kalemler aynı samimiyetle örneğin Batı müdahalesine karşı Kaddafi’yi veya Mübarek’i savunmamışlardır. Kaldı ki Batı Esed rejiminin gitmesini istemediği için çatışmalar bu kadar uzamıştır. Arap milliyetçileri arasındaki Batı karşıtlığını kullanarak kendi çıkarlarını ilerleten söylemler ve yayınlar gerçekleştirmektedir.

İran başkanı Ruhani’nin danışmanı Ali Yunusi, Mart 2015’te İran’in artık imparatorluk haline geldiğini ve başkentinin Bağdat olduğunu söylemiştir. Husi darbesinden sonra dini merci Ali Hamaney’e yakın Ali Reza Zakani dört Arap başkentinin İran kontrolüne geçtiğini söylemişti (Eylül 2014). Ancak, İran ‘İmparatorluk’ projesini hayata geçirmekte zorlanmaktadır. Bir yandan savaşın artan ekonomik maliyeti diğer yandan sürekli savaştırdığı kendi vatandaşları, Suriye’deki Nusayriler ve Lübnan’daki Şiilere ödediği insani ve ekonomik maliyetler İran’ı zorlamaktadır.

İmparatorluk bir hayal

İran dört başkenti ele geçirmiş olabilir ama bunları elinde tutmakta sıkıntı yaşamaktadır. Husiler Yemen başkenti Sanaa’ya girdiğinde Suudi Arabistan ve diğer Körfez ülkeleri rahatsız olsalar da Husilerin ülkenin kuzeyini almalarına göz yumabilirlerdi. Ancak İran ve Husilerin açgözlülüğü, ideolojik ve emperyal hevesleri onları Güneydeki Sanaa çevresindeki Sünni bölgelere yöneltince Kararlılık Operasyonu başlatan Suud doğrudan savaşa girmiş oldu. Bugün elindeki silahların, teknolojik üstünlüğü ve halk direniş gruplarının katılımıyla bütün ülkede Husi darbesi çok gerilemiştir.

Yemen darbesine karşı Suud’un başlattığı operasyona Türkiye moral destek vermişti. Erdoğan’ın bu sırada ziyareti ile Suriye’de birbirinden bağımsız hareket eden muhalif gruplar işbirliği yaparak Esed rejimine karşı ciddi ilerleme göstermeye başladılar. İdlib ve birçok yer geri muhalifler tarafından alınarak Halep’e ve Şam’a baskı yapmaya başladılar. Birçok uluslararası gözlemcinin de öngördüğü gibi Esed’in sonu yaklaşmaktadır. Bu sıkışma karşısında İran tekrar Suriye krizine siyasi çözüm çabalarını artırmış ve Suriye’nin bölünmesini tartışmaya açmıştır. İran hem Esed’in kalması hem de Irak ve Suriye’de varlığını meşrulaştırmak için DAEŞ gerekçesini kullanıyordu ama Türkiye’nin DAEŞ ile mücadeleye girmesi ve İncirlik üssünü ABD kullanımına açması bu kozun önemi azaltmıştır.

Özet olarak Pers İmparatorluğu’nu yeniden kurmak amacıyla Şiiliğin mezhepsel motivasyonunu ve dayanışmasını da kullanan İran, Ortadoğu’da çatışma ve kaosun yayılmasında başrol oynamaktadır. Ancak Yemen’de Arapların sessiz veya hareketsiz kalacaklarını sanarak yanlış hesap yapmıştır. Bugün Yemen’de sahaya sürdüğü Husiler ciddi gerileme sürecindedir. Yemen dolayısıyla Suriye’de başlayan Türkiye, Katar ve Suudi Arabistan işbirliği ile Esed rejimi de gerilemektedir. Yemen düşmek üzeredir ve Esed de er ya da geç düşecektir. Esed’in düşmesi Lübnan’ın da düşmesi anlamına gelir. Bu durumda elinde tek Irak kalacaktır. Fiilen bölünmüş Irak, İran’a avantaj değil daha çok yük olacaktır. Son olarak Mısır’da bulunan Dimyat atasözünü konumuza uyarlarsak: ‘Emperyal hayaller kuran İran, Yemen’e kayveye giderken Suriye, Lübnan ve Irak’taki ekmekten olacak’ görünüyor.

Yorum Analiz Haberleri

Camiler Ermeni, Rum ve Yahudilere de satılmış
Sosyal medyanın aptallaştırdığı insan modeli
Dünyevileşme ve yalnızlık
Cuma hutbelerindeki prangalar kırılsın
Batı destekli spor projeleri neye hizmet ediyor?