Analiz: Serhan Afacan / AA
Sekiz yıl süren yıkıcı İran-Irak savaşının, tarafların 20 Temmuz 1988’de BM’nin 598 sayılı kararını kabul ederek ateşkes antlaşmasına varmasıyla sonlanmasının üzerinden 30 yıl geçti. Ortadoğu’daki en yoğun Şii nüfusa sahip iki ülke olan İran ile Irak Şiilerinin ilişkileri, bu meşum savaştan önce de savaş esnasında da ve savaştan sonra da son derece grift olmuştur.
Özellikle İran İslam Cumhuriyeti’nin kurulduğu 1979 yılından itibaren İran bu ilişkilerde, Şiilik ortak paydasını öne çıkararak Irak ve diğer bölgelerdeki bütün Şiiler üzerinde temsil iddiasında bulunurken, başta Irak’taki Baas rejimi gelmek üzere, bölgenin Arap rejimleri Şii de olsa Sünni de olsa Arapların öncelikli kimliğinin “Araplık” olduğunu savunuyorlardı. Savaşın hemen ardından Ayetullah Humeyni’nin ölümünü müteakip İran, savaşın yaralarını sarmak için “yeniden yapılanma” sürecine girerken, Saddam Hüseyin Kuveyt’i işgal ederek, Körfezde yeni bir krizin fitilini ateşlemiş ve bölgede dikkatler o noktaya çevrilmişti. Diğer yandan İran, 1990’lar boyunca nüfuz çabalarını artırmaya çalıştığı Irak’ta, hem Iraklı Arap Şiilerle arasındaki kültürel farklar bariyerine takılmış hem de başta Ayetullah Sistani olmak üzere Necef ulemasının Velayet-i Fakih konusundaki direnciyle karşılaşmıştır. Yakın geçmişte, İran’ın Irak politikasındaki en esaslı dönüm noktası ise kuşkusuz ABD’nin 2003 yılında Irak’ı işgal ve Saddam Hüseyin’i iktidardan uzaklaştırmasıdır.
İran ve Irak Şiileri
11 Eylül saldırılarının ardından ABD’nin Irak’ta Saddam yönetimini, Afganistan’da ise Taliban rejimini tasfiye etmesinden en çok kazançlı çıkan ülkelerden birisinin İran olduğu sıkça tekrarlanmıştır. Gerçekten de İran Saddam Hüseyin’siz Irak’ta, nüfuz alanını hızla genişletti. Irak’ı doğal bir nüfuz alanı ve kendisini Şii Müslümanlarca kutsal kabul edilen Necef ve Kerbela gibi kentlerin hamisi olarak gören İran, bu ülkedeki varlığı sayesinde, Irak’ın tekrar kendisi için bir tehlike oluşturmasını kalıcı olarak önlemek ve ABD’yi burada meşgul etmek istedi. İşgalin ardından Irak’ta etnik ve dini şiddetin tahrik edildiği bir ortamda, belirli Şii parti ve figürler üzerinden ülkedeki etkinliğini artıran İran, Iraklı Şiilerle daha dolaysız ilişki kurmaya başladığı noktada paradoksal şekilde, gücünün sınırlarını da görmeye başladı.
Bu süreçte İran, bölgedeki Şiilere yönelik Şii jeopolitiği ya da Şii hilali gibi kavramlarla ifade edilen, İranlı yetkililerin ise “Direniş Ekseni” olarak adlandırmayı seçtiği paradigmanın, Irak’ta toplumsal bazda beklenen etkiyi meydana getirmediğini gördü. Bu nedenle, İran’ın Irak’ta Devrim Muhafızlarına bağlı Kudüs Gücü ve onun yarı-mitolojik komutanı Kasım Süleymani üzerinden yürüttüğü faaliyetler, bir yönüyle İran’ın bu ülkedeki en önemli etki araçlarından biriyken, diğer bir yönüyle de İran’ın belirgin bir çıkmazının da göstergesidir: sürekli güç kullanma zorunluluğu!
Son gelişmeler, İran’ın Irak’ta güce dayanan varlığının sürdürülebilir olmadığını gözler önüne serdi. Bu, Irak’ta 12 Mayıs 2018 tarihinde gerçekleştirilen ve İran aleyhtarı tutumuyla bilinen Mukteda el-Sadr’ın zaferiyle sonuçlanan genel seçim sonuçlarında olduğu gibi, son dönemlerde Irak’ta İran aleyhtarı toplumsal eylem ve söylemlerin artmasında da görülebilir. İran’ın Irak’taki varlığını olduğu gibi sürdürmesini, yakın vadede zora sokacak diğer bir etken de mevcut ABD yönetiminin giderek sertleşen İran karşıtı tutumu.
Statükoyla değişim arasında İran
Irak’ın işgal edilmesiyle, Ortadoğu’da devlet dışı aktörlerin etkinliğinin artması, bölgedeki çatışmayı İran’ın en birikimli olduğu alana çekmiş oluyordu. Zira, 1979’dan itibaren Ortadoğu’daki nüfuzunu Bedir Tugayları, Lübnan Hizbullahı ve benzeri diğer silahlı yapılar üzerinden sürdüren İran, bu güçleri milli güvenliğinin de asli unsurları arasında görüyor. İran özellikle Nuri el-Maliki’nin 2006-2014 yılları arasındaki başbakanlığı döneminde, ülkedeki bu silahlı varlığını siyasi güce tahvil etti. Bu yıllarda dönem dönem Türkiye’yi Irak’ta mezhepçi politikalar takip etmekle itham eden İran, Maliki’nin ülkede tırmandırdığı mezhepçi tansiyona ise sessiz kalmıştır. Irak’ta da İran’dakine benzer ve Şiiliğin merkezde olduğu bir rejim tesis edilmesi, her ne kadar bunun imkansızlığı işgalin erken evrelerinde anlaşılsa da, İran’ın temel hedefi olmuştur. Dolayısıyla, İran, Irak’ta Şiiler dışındaki unsurların toprak bütünlüğü korunmuş ve Şiilerin çoğunluğu teşkil ettiği bir Irak’ta baskın kurucu unsur olmasını istememiştir. Ancak, Iraklı Şiilerin büyük bölümünün İran’ın yaklaşımlarından memnun olmayışı, ülkede daha demokratik bir rejim yönünde oluşan talep ve ülke içindeki ve bölgedeki dengelerin gelişimi, İran’ın Irak’a ilişkin tasarılarının sınırlarını belirledi.
Irak’a yaklaşımı ayan beyan ortada olan İran 2010’da Arap Baharı'na neredeyse insiyaki olarak destek verdi ve Irak’ta geliştirdiği statüko karşıtı tutumunu sürdürdü. İran ortaya çıkan dalganın bölgedeki hasım rejimlerin başını ağrıtmasından memnunken, olayların Suriye’ye sıçraması, İran’a birden 2003 işgalinin aslında Irak’ı, İran’ı ve Suriye’yi hedef alan bir “Siyonist tezgah” olduğu yönündeki eski söylemlerini hatırlattı. Bu dönemden itibaren İran, bütün mesaisini Suriye’de Esed etrafındaki statükonun korunmasına harcadı. Şii Iraklıların siyasi arenadan uzun yıllar dışlandığı Irak’takine benzer şekilde Esed rejiminin toplumsal taleplere duyarsız kalması ve ülkenin çoğunluğunu teşkil eden Sünnileri dışlaması ise İran açısından problem olarak görülmedi. İran’ın bölge ve Irak politikasının belki de en az ikna edici olduğu dönemde meydana gelen bir gelişme ise dengeleri yine altüst etti: DEAŞ’ın ortaya çıkışı.
2014 yılında DEAŞ terör örgütünün Musul’u işgal etmesi Irak açısından bir dönüm noktası oldu. DEAŞ’ın giriştiği tedhiş ve tahrip hareketleri, Irak’taki kronik istikrarsızlığı daha da derinleştirdi ve bu sayede mezhepçi unsurlara gün doğdu. İran bu süreci, bir yandan bölgedeki varlığını DEAŞ karşıtı mücadeleye dayandırarak diğer yandan ise “selefi”, “vehhabi” ve “tekfirci” gibi kavramlarla ifade ettiği bu terör örgütünün saldığı korku karşısında Şiilerin ve Şiilerce kutsal sayıların mekanların hamiliği rolünü daha fazla vurgulayarak karşıladı. İran etkisinden hoşnut olmayan bazı Şii gruplarsa, bu etki ve DEAŞ terörü arasında kalarak bir çıkmaza girdi. Her ne kadar doğrudan İran’ın inisiyatifiyle kurulmamış olsa da 2014 yılında İran yanlısı önemli unsurları da barındıran Haşdi Şabi’nin ortaya çıkışı, İran’ın elini daha da güçlendirdi. Bu noktada, aslında İran’ın takip eden süreçte Irak güvenlik güçlerine entegre edilmeye çalışılacak olan bu çatı kuruluşta, lanse ettiği düzeyde etkin olmadığı ve bu kuruluşun önemli iç çatışmaları bünyesinde barındırdığını not etmek gerekir. Diğer bir ifadeyle, Haşi Şabi’den bir “Irak Hizbullahı” çıkarmak mümkün değil. İran’ın Irak’taki etkinliğini artırdığı dönemde üst üste terör saldırılarının hedefi olan Türkiye, DEAŞ, PKK ve onun Suriye’nin kuzeyindeki uzantılarından gelen öncelikli güvenlik sorunlarına odaklandı ve DEAŞ terörüyle mücadeleyi ağırdan aldığı yönünde çeşitli uluslararası tezvirat ile karşı karşıya kaldı. 2015 tarihinde imzalanan nükleer anlaşma da İran’ın bölgedeki nüfuz alanını daha da genişletti. Bu durumun ABD’de konjonktürel siyasi durumdan kaynaklandığının farkında olan İran, bölgedeki dengelerin kendi beklentileri istikametinde şekillenmesi için daha agresif politikalar takip etmeye başladı. 2017 yılında Musul’un DEAŞ’tan temizlenmesi ve ABD’deki iktidar değişimi ise doğrudan İran’ı da ilgilendiren yeni bir dönemin kapısını araladı.
Artan ABD baskısı
İran’da son dönemde meydana gelen toplumsal olaylarda, sık sık ülkenin bölgede giriştiği ağır maliyetteki operasyonlar, tepkilerin odağında yer alıyor. Ülkelerinin daha öncelikli sorunları olduğunu düşünen geniş kesimler, Suriye ve Irak gibi ülkelerdeki operasyonların zararının yararından çok olduğunu düşünüyor. Irak’ta da son günlerde bizzat Şiiler tarafından İran’ın politikalarının hedef alındığı gösteriler düzenleniyor.
Diğer yandan, İran’ın Irak’ın içişlerine müdahale etmemesi gerektiğini vurgulayan Mukteda el-Sadr’ın mayıs ayındaki seçimlerden birinci çıkması önemli bir gelişme. En önemli gelişme ise kuşkusuz ABD Başkanı Donald Trump’ın, İran’ın bölgedeki etkinliğini kırmaya yönelik attığı adımlar. Koalisyon müzakerelerinin devam ettiği Irak’ta, ne tür bir hükümet iş başına gelirse gelsin, İran’ın her halükarda bu ülkede önemli bir güç olmaya devam edeceği aşikar. Ancak, sertleşen ABD baskısı karşısında ve yükselen bölgesel tansiyon gölgesinde İran’ın Irak ya da Suriye’deki etki alanını daha fazla genişletmesi mümkün olmadığı gibi, mevcut gücünü koruması da güçleşecek. İran’ın bu dönemde vereceği tepkiler son derece önemli olacak; Irak’ta istikrardan yana tavır alması halinde, bölgedeki müttefiklerini artırması mümkün olduğu gibi, tek taraflı çözümleri dayatması halinde, Türkiye gibi en makul aktörlerden dahi mahrum edebilir. Bu ise İran’ın yeni bir izolasyonla karşı karşıya kaldığı bir dönemde, almak istemeyeceği bir risktir.
[Yüksek lisans ve doktora çalışmalarını Leiden Üniversitesi İran Çalışmaları bölümünde tamamlayan Serhan Afacan, İran Araştırmaları Merkezi (İRAM) iç politika koordinatörüdür]