10 yıl kadar önceydi. Tebliğ Cemaati olarak bilinen cemaatin ev ev, dükkân dükkân dolaşarak gerçekleştirdiği sohbet çalışmalarında birinin dileyicileri arasında bulunmuştum. Sohbet eden kişi cemaatin davet çalışması için sefere çıkmış S. Arabistanlı bir mensubuydu. Arabistanlı davetçi konuşuyor, Türkiyeli bir cemaat mensubu da söylenenleri bizlere tercüme ediyordu.
Sohbetin sonunda söz alarak bir soru sormak istediğimi belirttim ve Suud Kralı’nın (O dönemde Kral Fahd’dı) zulümle, şatafatla, emperyalizme yardım ve yataklıkla sürdürdüğü saltanatı hakkında ne düşündüğünü sordum. Cevap çok kısaydı: “Biz siyasetle ilgilenmiyoruz. Davet çalışmalarıyla meşgul oluyoruz.”
Bu tür bir yaklaşımın, yeryüzünde tuğyanı ve zulmü ortadan kaldırıp Rabbani siyaseti hakim kılmayı öngören İslam’la örtüşmeyeceği yolundaki itirazım yine aynı argümanla cevaplandırıldı.
“Siyasetle ilgilenmeyen davet” şeklinde formüle edilen söz konusu yaklaşımın tam tersinden bir versiyonu olarak da “davetsiz bir iktidar mücadelesi” gibi bir yaklaşımın varlığından söz edebiliriz.
Yukarıda sözünü ettiğimiz cemaat mensubunun/mensuplarının “siyasetle ilgilemeyen davet” anlayışının bütüncül bir hayat nizamı olan İslam’la örtüşmesi nasıl mümkün değilse, aynı şekilde daveti, yani İslami değerlerin şahitliği misyonunu merkeze almayan bir siyasî mücadelenin de İslam’la bağdaşmayacağını rahatlıkla söyleyebiliriz.
İşte bizim konuyla ilgili önceki yazıda “ihtilalcilik” olarak nitelendirdiğimiz yaklaşım bu noktada belirginleşmektedir. İhtilalci hareket metodları, İslam’ın inkılapçı metoduyla burada ayrışmaktadır: Rabbani ölçü ve ilkelerin şahitliğine dayalı davet misyonunun geri plana itildiği veya ertelendiği, bunun yerine uzlaşmacılık, takiyyecilik, gizlilik gibi tutumların devreye girdiği bir iktidar mücadelesine yönelmek.
İslam, yeryüzünde tuğyan ve zulüm temelleri üzerine kurulu şeytanî iktidarları devirmeyi ve tevhid ve adalet temelleri üzerine kurulu bir dünya inşa etmeyi öncelikli olarak hedeflemiş, bununla birlikte bu hedef için ortaya konulacak mücadelenin yol ve yöntemini de bildirmiştir. “Bu iş olsun da nasıl olursa olsun” şeklinde bir ölçüsüzlük, müntesiplerine nasıl yürümeleri ve nasıl konuşmaları konusunda bile ölçüler bildiren İslam’dan fersah fersah uzaktır.
Peygamberlerin mücadelelerine baktığımızda, ilk andan itibaren tağutî otoriteleri, zulüm ve sömürüyü hedef alan bir tutumun, hakikatin açık şahitliği misyonuna dayalı davet mücadelesi merkeze alınarak sürdürüldüğü görülür. Hz. Musa risaletle görevlendirildiğinde, tuğyanın, zulmün ve sömürünün temsilcisi Firavun’a gitmekle emrolunmuştur. (Bkz. Tâ-Hâ 20/24) Fakat Firavun’u ihtilalci/komitacı yöntemlerle devirmek üzere değil, ona hakkı açıkça bildirmek ve zulmettiği insan topluluğunun haklarını açık bir dille savunmak üzere…
Aynı durum Hz. Peygamber’in müşrik Mekke oligarşisiyle mücadelesinde de görülmektedir. O da Mekke oligarşisini daha ilk günden hedef almış olmakla birlikte, bu tutumu davet misyonunu merkeze alarak, kendisine bildirilen Rabbani hakikatlerin şahitliğini asla geri plana atmadan sürdürmüştür.
Siyasal iktidarı her derdin devası sihirli bir değnek gibi algılamak ve bu sebeple de toplumsal ıslah mücadelesini ihmal etmek/ertelemek, ihtilalci tutumun en büyük açmazıdır. Buna karşılık, siyasal iktidarın kuşatıcı etkisini/gücünü gözden kaçırıp salt toplumsal ıslah çalışmalarıyla toplumların İslamlaştırılabileceği varsayımından hareketle ortaya konan çabalar da lokal iyileştirmeler dışında bir sonuç veremeyecektir. Merkeze müdahil olmayan ve salt çevre çalışmalarıyla sınırlı kalan çabalar köklü değişimlere imza atamazlar.
Yazar Abdullah Yıldız’ın, İran’daki son seçimlerden sonra Vakit gazetesinde kaleme aldığı ve İran’daki iktidarın toplumun İslami yöndeki dönüşümü konusundaki yetersizliğini sorgulayıp Türkiye’deki “Namaz Gönüllüleri Platformu” çalışmasını model olarak sunduğu “İran, Devrim ve Namaz” başlıklı yazısını konumuzla ilgisi sebebiyle değerlendirmek istiyoruz. Söz konusu yazı, tüm sorunların çözümünün iktidarın elde edilmesine bağlanmasına yönelik bir itirazı içermekle birlikte çözüm adına sunduğu modelden dolayı kendisi de itirazı hak eden bir niteliğe sahip.
Siyasal iktidarı elde etmekle her şeyin süt liman olmadığı/olmayacağı ortada. Nitekim İran’da, üstelik İslam inkılabından sonra yetişen neslin teşkil ettiği üniversite gençliği arasında namaz kılmayanların oranının yüksekliğinden söz edilmesi bu gerçeğin somut göstergelerinden biridir. Peki “Namaz Gönüllüleri Platformu” örneğinde olduğu gibi, tuğyanın, zulmün ve sömürünün hakim olduğu bir ortamda insanların bazı konulardaki ferdî duyarlılıklarını artırmaya yönelik çevre çalışmalarına yönelmek çok mu doğru bir tutumdur?
Yeryüzünde tuğyan edip ilahlık taslayan, Allah’ın sınırlarını tanımayan zalim otoritelere sözü olmayan, ekinin ve neslin ifsadına, sömürüye itiraz içermeyen bir namaz çağrısı ne ifade eder?
Evet, Şuayb (a.s.) da namaza çağrıda bulunuyordu, fakat onun namazı ve namaz çağrısı tevhid ve adalet mücadelesinden bağımsız değildi. Nitekim muhatapları kendisine şu sözlerle karşı çıkıyordu: “...Ey Şuayb! Atalarımızın taptığı şeyleri bırakmamızı ya da mallarımız konusunda dilediğimiz gibi davranmaktan vazgeçmemizi senin namazın mı emrediyor?...” (Hud 11/87)
Hz. Peygamber’in namazı ve namaz çağrısı da müşrik Mekke oligarşisine açık bir tavır alışla, Mekke’deki zulme ve sömürüye karşı tevhid ve adalet mücadelesiyle bütünlük içindeydi. Kur’an’ın ilk nazil olan mesajlarında (Alak, Kalem, Müzzemmil ve Müddessir sûrelerine bkz.) dahi bu bütünlük açıkça görülmektedir.
Neticede, tuğyanı ve zulmü hedef almayan, siyasal hedef ve söylemden arındırılmış bir toplumsal ıslah çabası da, salt iktidar mücadelesine odaklanıp İslami değerlerin şahitliği misyonunu geri plana atan bir yaklaşım da İslam’ın öngördüğü toplumsal ve siyasal değişim mücadelesine uygun değildir.
İslam, yeryüzünde Allah’ın sınırlarını tanımayıp ilahlık taslayan tüm tağuti otoriteleri devirmeyi ve İslami değerlerin hâkim olduğu bir toplumsal/siyasal sistem inşa etmeyi amaçlayan ve bu yüzden de temelde merkezî iktidarı hedef almakla birlikte, toplumsal ıslah sorumluluğunu da ihmal etmeyen/ertelemeyen davet eksenli bir mücadeleden yanadır.