Türkiye kendini çok sert ve çok tehlikeli bir diplomatik kavganın içinde buldu bir anda.
Brezilya’yla birlikte uğraşarak İran’ı “elindeki nükleer bomba yapmaya yarayan zenginleştirilmiş uranyumu Türkiye’ye teslim edip karşılığında nükleer yakıt almaya” ikna eden Türkiye, bu konudaki “gerilimi” giderecek bir adım atmıştı.
Ama tam tersi oldu.
Başta Amerika olmak üzere Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi üyeleri “bu anlaşmayı önemsemediklerini ve İran’a yaptırımlar uygulamaya kararlı” olduklarını açıkladılar.
İran’ın bu anlaşmaya uyacağına güvenmediklerini, bu ülkenin elindeki tüm “zenginleştirilmiş uranyumu” vermeyeceğini söylüyorlar.
Bir yandan da Türkiye ile Brezilya’ya “siz boyunuzdan büyük işlere karışmayın” mesajı veriyorlar.
Ama Türkiye ve Brezilya çoktan “boylarından büyük bir işe” karıştılar, üstelik de hem ahlaken hem mantıken Güvenlik Kurulu üyelerinden daha sağlam bir yerde duruyorlar.
Başbakan Erdoğan, “kendi elinizde nükleer bomba varken başkalarına bomba yapma demeniz inandırıcı olmaz” diyor.
Bu doğru bir yaklaşım.
“İran bomba yapmasın” diyen ülkelerin hepsinde nükleer bomba var.
Ayrıca bu ülkelerin tartışma konusu yapmadığı İsrail de nükleer silah sahibi.
Şimdi, hangi ölçüye göre yeryüzünde bazı ülkeler nükleer silah sahibi olabilecek, hangileri olamayacak?
Bunun mantıklı bir cevabı yok.
Dünyada atom bombasını kullanan tek ülke var, o da Amerika ve Amerika elinde bütün dünyayı havaya uçuracak kadar bomba bulundururken “yeni” ülkelerin buna sahip olmasını engellemek istiyor.
Niye Amerika’da ve diğer büyük ülkelerde olsun da küçük ülkelerde olmasın nükleer bomba?
İran’a ve İran Cumhurbaşkanı Ahmedinejad’a “güvenilemeyeceğini” söylüyorlar.
İyi de, İsrail ve İsrail’in Dışişleri Bakanı Lieberman ile Başbakan Netanyahu daha mı güvenilir politikacılar?
“İran’da demokrasi dışı bir yönetim olduğu” da söylenenler arasında ama “nükleer bomba sahibi Rusya demokrasi cenneti mi” sorusuna pek cevap veren çıkmıyor.
Neresinden bakarsanız bakın, “büyük ülkeler” bu tartışmada kendilerine ahlaki ve mantıki bir zemin bulamıyorlar.
Onun için de bugüne dek bu sorunun tartışılmamasına uğraşıldı ama şimdi Türkiye bu tartışmayı uluslararası planda açıyor.
Aslında Türkiye ile Brezilya’nın pozisyonu, “nükleer silahlara hayır, nükleer enerjiye evet” diyen Amerikan Başkanı Obama’nın tavrıyla uyuşuyor.
Uyuşmayan, Amerika’nın Başkanı ile Amerikan yönetiminin yaklaşımı.
Birleşmiş Milletler Güvenlik Kurulu’nun “daimi üyesi” olan “büyükler”, İran’la sorunların diplomatik bir yöntemle çözülmesi için açılan kapıyı kapatıyorlar.
Bu, sadece İran’ı “dize getirmeyi” değil aynı zamanda Türkiye ve Brezilya gibi ülkelerin bu tür “meselelere” karışmasını da engellemeyi amaçlıyor gibi gözüküyor.
“Dünya için kararları sadece büyükler versin” diye yorumlanabilecek bir duruşları var ama bunu sürdürmek pek mümkün değil.
Dünya değişirken, elli yıl öncenin “büyükler dünyayı yönetir” anlayışı da yıpranıyor, bu yıpranışın en keskin göstergelerinden biri bu son İran olayı.
“Büyüklerin” böylesine “ters” bir tepki vermesinin de asıl nedeni bu sanıyorum.
Bu tartışmada, Türkiye ve Brezilya çok haklı gözüküyorlar, sorun, “haklılıkları oranında güçleri” olmaması.
İki ülke de, iki ülkenin yönetimleri de “büyüklerin” hışmına uğrayabilirler, böyle bir girişim kısa vadede sonuç alır ama uzun vadede “büyüklerin” tartışılması artık kaçınılmaz.
Büyüklerin oyununa artık küçükler de karışacak, “mantıksız” pozisyonları sadece “güçle” sürdürmek zorlaşacak.
Ama bu noktada, benim görebildiğim kadarıyla Türkiye’nin de çok dikkat etmesi gereken bir durum bulunuyor.
Eğer “haklılığını” sürdürmeye yetecek “gücü” yoksa, “her alanda” haklı olmak için ciddi adımlar atmalı.
İran konusunda haklılık ve mantık ön plana çıkarılıyorsa, “Darfur” meselesinde de haklılık ve mantık aynı şekilde savunulmalı ki dünya, Türkiye’nin de “büyükler” gibi ikili bir standarda sahip olduğunu ileri süremesin.
Türkiye, içerde Kürt meselesini de hakka ve mantığa uygun çözmeli ki dünyayı “haklılığın” kendisi için tek ölçü olduğuna inandırabilsin.
Kürt meselesini çözmeden haklı da olamaz, güçlü de olamaz.
Haklı olduğu çok tehlikeli bir oyunun içinde Türkiye.
Gücü, bu haklılığı savunabilecek düzeyde değil.
Ama “içerde” ve dışarıda haklılığı her alanda savunursa, İran’da haklılığı savunduğu gibi Kürt meselesinde de Kürtlerin hakkına sahip çıkarsa, Darfur’da öldürülenlerin hakkını korursa, bu haklılık onun dünyada taraftar toplamasını ve diğer “küçüklerle” birlikte güçlenmesini sağlayacaktır.
TARAF