İran ve Amerika’nın Çatışma ve Uzlaşma Zeminleri

KENAN ALPAY

Kronolojiyi atlayarak ve bağlamı göz ardı ederek siyasi, askeri ve diplomatik ilişkileri sağlıklı bir biçimde analiz edemeyiz elbette. Hadiseleri çözümlemeyi değil de safları sıklaştırmayı hedefleyenler evvel emirde kronolojik akışı atlayacak ve gelişmeleri bağlamından koparacaklardır ki ürettikleri komplo teorileri ve şehir efsaneleriyle kitleleri kontrol edebilsinler. Maalesef bu fasit daire sür-git devam ediyor ve çarkları arasında kitleleri un gibi öğütüyor.

Orta Doğu haritasını önümüze alıp, mekân ve aktörler üzerinden Amerika ve İran ilişkilerinin zamana göre nasıl şekillendiğini tahlil ettikçe gerçeklerle hâkim söylemler, baskın slogan ve ön kabuller arasında dağlar kadar fark olduğunu net olarak göreceğiz.

İki pragmatik devlet olarak İran ve Amerika ilişkilerinin zaman zaman çatıştığını zaman zaman uyuştuğunu bu sebeple de birbirlerinin ayağına basmamayı becerdikleri sürece ortak fayda üretebildiklerini rahatlıkla ifade edebiliriz. Ancak zamanı dondurup, İran-Amerika ilişkilerini, devrim sürecinde Ayetullah Humeyni’nin uçakla Tahran Havalimanı’na indiği ana, Tahran’daki Amerikan Büyükelçiliği’nin kuşatıldığı aylara veya Temmuz 1988’de içindeki 290 masum insanla birlikte İran Havayolları’na ait sivil bir uçağın Amerikan füzeleriyle düşürülüp Basra Körfezi’ne gömüldüğü lanetli vakte sabitleyenlerin gelişmeleri görebilmesi, kabul edebilmesi mümkün değil.

Çünkü özcü düşünce ne dostun ne düşmanın ne de dost-düşman arasındaki ilişkinin değişebileceğini kabul eder. Toplumsal, ideolojik veya kültürel alanlarda değişimi, dönüşümü, sapmayı hiç hesaba katmayan, iyinin hep iyi, kötünün hep kötü kalacağı gibi zanların gerçek hayatta bir karşılığı bulunmuyor.

Sloganlar Aynı Fakat İlişkiler Değişken

11 Eylül 2001’de El-Kaide’nin New York’taki İkiz Kulelere gerçekleştirdiği saldırının doğrudan sonucu olarak Afganistan ve Irak’ın işgal edilmesiyle Orta Doğu’da yeni bir kaotik denge(sizlik) oluştu. Akabinde 17 Aralık 2010’da Muhammed Buazizi isimli bir gencin işsizlik ve baskıları protesto etmek maksadıyla kendisini ateşe vermesiyle birlikte başlayan ‘Yasemin Devrimi’ bir işaret fişeği gibi Tunus’tan Mısır, Libya, Suriye ve Yemen’e sıçradı. Ancak mesele en basit anlatımlarla alay konusu edilen, Amerika ve Avrupa başkentlerinde kurgulanıp sahnelenen “Arap Baharı” tuzağından ibaret değildi. Despotik ve işbirlikçi yönetimlerin baskısı altındaki halklar bir patlama yaşamış, sokaklara dökülen kitlelerin isyan duyguları hem kontrolden hem de kuşatıcı bir liderlikten yoksun olmanın bedelini ağır ödedi.

Çünkü İslam coğrafyasındaki halk ayaklanmaları Amerika, Avrupa ve Rusya kadar Suudi Arabistan ve İran gibi statükonun muhafızı rejimleri de tehdit ettiği için çok yönlü kuşatmaya, yıpratmaya ve saldırıya muhatap oldu.

Suudi Arabistan Tunus’tan Mısır ve Libya’ya, Suriye ve Yemen’e sıçrayan halk ayaklanmalarına ‘doğal’ müttefikleri Amerika ve Avrupa’yla sürece müdahale etmeyi sürdürdü. Buna mukabil İran 1979 sonrası ilişkileri giderek stratejik müttefiklik seviyesinde seyreden Rusya’nın yanına usul usul Amerika’yı da ekleyiverdi. Afganistan’ın işgal sürecinde İran ve ona bağlı hareket eden Hazaralar’ın üstlendiği rol hiç de hafife alınabilecek gibi değildi. Neticede İran, Taliban gibi ezeli ve ebedi düşmanı saydığı Selefi hareketi tasfiye etmek maksadıyla “Büyük Şeytan” Amerika öncülüğündeki Uluslararası Koalisyon’un işini kolaylaştırmakla büyük bir fayda elde ediyordu. Sıra Irak’a gelince İran’ın Amerika ve İngiltere öncülüğündeki işgal kuvvetleriyle beraber despot-katil Saddam Hüseyin’i devirip Baas artığı diyerek tüm Sünni toplumuna karşı sergilediği saldırgan tutumlar vahşet boyutlarını zorluyordu.

Irak’ta işgalin derinleştirmesi ancak Amerika ve İran’ın paralel çalışmasıyla mümkün oldu. Amerikan savaş uçakları ağır bombardımanlarıyla Bedir Tugayları’nın, Kudüs Ordusu’nun karadaki hareket kabiliyetlerini olabildiğince kolaylaştırıyordu.

Artık Irak açıkça Amerika ve İran’ın ortak düşmana karşı ortak operasyonlar yürüttüğü bir av sahasına dönüşmüştü. Sünni tandanslı bütün şehirler kuşatılıp El Kaide’yle savaş adı altında cehenneme çevriliyordu. Amerika ve İran, Bağdat’tan Felluce’ye, El Anbar’dan Musul’a Irak’ın en ücra köşelerini dahi işkence, cinayet, yıkım, tehcir, gasp, katliam politikalarıyla “güvenli” hale getirmek üzere rekabet ediyordu.

Bir taraftan Ebu Gureyb hapishanesi diğer taraftan başta Bağdat’taki İçişleri Bakanlığı’nın zemin altı katları olmak üzere pek çok resmi kurum sistematik işkencenin merkezine dönüşmüştü. Kimi para kazanmak kimi serserilik olsun diye Ebu Gureyb’ten fotoğraf veya video sızdıran Amerikan askerlerine karşın İran ve Irak’taki uzantısı Şii örgütlerin kontrolündeki işkence merkezlerinden sadece acı feryadlar, sakat bırakılanlar veya tabutlar çıkabiliyordu.

Süreç hiç resmi kayıt ve beyanlara yansımadan karşılıklı anlayış çerçevesinde ilerliyordu. Ne Amerika İran’ı, ne de İran Amerika’yı El Kaide operasyonu adı altında sergilediği katliam ve yıkımlar dolayısıyla suçluyordu. Lakin başkent Tahran başta olmak üzere İran’ın bütün şehirlerinde düzenlenen anma merasimleri ve protesto gösterilerinde istisnasız Amerikan bayrakları yakılıyor, “Büyük Şeytan Amerika’ya ölüm” sloganları atılıyordu hala. Sahadaki işbirliği her nasılsa onlarca yıldır atılan devrimci sloganlara ve onlarca yıldır sergilenen siyasi müsamerelere sirayet edemiyordu.

‘Devrim İhracı’ndan Despotizm Muhafızlığına

Afganistan ve Irak’ta yaşanan tecrübe İran’ın devrim ihracı siyasetinin çok açık ve net bir biçimde muhtemel faydalardan belli paylar almak şartıyla Amerikan emperyalizmiyle işbirliğine açık, despotik rejimlerin bekasına hizmet edebilecek bir İran profili çıkardı ortaya. Irak ve Suriye tecrübesi İran’ın Kudüs Orduları marifetiyle İslam coğrafyasına nasıl bir askeri ve siyasi model ihracı planladığını da Şii-Farisi inanç ve kültürü yaygınlaştırmak maksadıyla hangi çirkin ve kanlı ilişki ağlarının içine hevesle koştuğuna örnekler sunmaktadır.

Bölgede yaşanan sarsıcı nitelikteki hadiseleri gözden kaçırmayalım ve gözden kaçırılmasına da kesinlikle müsaade etmeyelim. Son aylarda Irak’ın şehirlerini saran kesintisiz ve milyonları kuşatan protestolarının merkezinde Amerika kadar İran da vardı. Peki, neden Bağdat’tan Basra’ya Şii nüfusun daha yoğun olduğu şehirlerde bile İran’ın diplomatik temsilcileri halk tarafından yakılıp yıkılıyordu? Doğrudan İran’a ve iltisaklı çalışan örgüt ve aktörlere yönelik saldırıların son aylarda yoğunlaşarak artması İran’ı telaşa dahası korkuya sürükledi. Anlaşılan hedef olmaktan kurtulmanın yolu Amerika’yla girilecek kontrollü bir gerilim, ucu açık olmayan bir çatışma olarak tasarlandı. Kerkük yakınlarındaki Amerikan üssüne yapılan saldırıda bir evet sadece bir Amerikalı askerin ölümü hiç beklenmedik bir tepki çıkardı ortaya. Amerika Haşdi Şaabi kamplarını vurup 30’a yakın militanı öldürüp, 50’den fazlasını yaraladı. Cevabın Bağdat’taki Amerikan konsolosluğunu kuşatma şeklinde verilmesi Amerika’ya ve hassaten azil süreciyle Başkanlık koltuğuna pamuk ipliğiyle tutunan Trump’a ölçüsüz bir saldırıyla fırsatı ganimete çevirme imkânı verdi.

Evet, İran’ın bölgeye yönelik bütün askeri-istihbari ve toplumsal operasyonlarını organize eden Kudüs Orduları Komutanı Kasım Süleymani, Amerika tarafından beraberindeki kurmay kadrosuyla birlikte Bağdat’ta katledildi. Ancak Amerika tarafından öldürülmüş olmak Süleymani ve kurmay kadrosunu ne kahraman ve şehid kılar ne de işledikleri cinayet ve yıkımları temize çıkarır. Irak ve Suriye’de Amerika kaç yüz ton bomba attı, kaç yüz bin mermi sıktı Müslüman halkın üzerine? Aynı süreçte Irak ve Suriye’de Kasım Süleymani komutasındaki İran orduları ve Şii militanlar kaç yüz ton bomba attı, kaç yüz bin mermi sıktı Müslüman halkın üzerine?

Amerika’nın işlediği cinayetleri biliyor ve çok rahat dökümü yapıyoruz haliyle. Ne var ki iş İran’ın kimi zaman kendi başına kimi zaman da Amerika veya Rusya’yla giriştiği cinayetlerin dökümüne gelince bir tutukluk, bastırma veya açıkça inkâra yönelenler beliriyor. Suriye ve Irak halkının yaşadığı acılara, kayıplara mesafe koymak veya İran’ın beka krizi (aslında yayılma histerisi) dolayısıyla işlediği kusurları mazur görmek bazıları için ne kadar da kolay olabiliyor. İran’a duyulan yakınlık ve sempati, Suriye ve Irak’ta onulmaz acılara, kayıp ve yıkımlara maruz kalan milyonlarca mazlum Müslümana duyulan yakınlığın rahatça önüne geçebiliyor, üstüne çıkabiliyordu.

Şunu iyice kafamıza kazıyalım: Felluce’de, Bağdat’ta, En Anbar’da, Diyala’da, Basra’da katledilen çocuklar, kadınlar, erkekler Kasım Süleymani’den veya Mehdi El Mühendis’ten daha az değerli, daha az sevgili değillerdi. İran ordularının Suriye’nin Hübel’i kılmak için seferber olduğu Beşşar Esed’in iktidarı uğruna kanını döktükleri, canını aldıkları, evini barkını yıktıkları Şamlı, Halepli, İdlibli çocukların, kadınların, erkeklerin hiç ama hiç birisi Kasım Süleymani’den daha değersiz ve önemsiz değillerdi.

Stratejik hareket ve analiz adı altında Amerika’nın, Rusya’nın, İsrail’in uyguladığı işgali, işkenceyi, tehciri ve katliamı temize çıkarmakla İran’ın benzer suçlarını temize çıkarmak arasında hiç ama hiçbir fark yoktur. İran, Kasım Süleymani’nin komuta ettiği Kudüs Orduları’yla Suriye ve Irak halkına adalet ve merhamet mi götürdü yoksa zulüm ve düşmanlık mı? Suriye ve Irak halkı nezdinde Kasım Süleymani algısı Beşşar Esed veya Saddam Hüseyin’den, Putin veya Trump’tan ne kadar farklı görülüyor acaba? İran’ın kaygı ve beklentilerini anlamak için bütün imkânları seferber edenler biraz olsun Suriye ve Irak halkının kaygı ve beklentilerini anlamak üzere hareket ederse hiç değilse “sakın ola ki zalimlere meyletmeyin yoksa ateş size de dokunur” buyruğuna uymuş olurlar.

Kudüs Orduları adından tamamen bağımsız olarak İsrail’le değil doğrudan Irak ve Suriye halkıyla savaşıyordu. Bu nasıl bir savaştır ki “Amerika’ya ölüm!” sloganlarının bedelini kan denizinde boğulan Müslüman halklar ödüyordu? Kimse bizden anti-emperyalist mücadele ve Amerika düşmanlığı altında maskelenen İran’ın işgal, katliam ve sömürü politikalarını mazur ve makul görmemizi beklemesin.

(Yazar Yeni Akit’teki köşesinde yayımlanan bu yazısını Haksöz-Haber için genişletmiştir.)