Ahmet Arda Şensoy / Düşünce Günlüğü
İran vaziyeti kurtarmaya çalışırken kim kazandı kim kaybetti?
İran’ın İsrail’e beklenen misilleme saldırısı, sonunda Cumartesi gecesi gerçekleşti ve İran kendi topraklarından İsrail’e kamikaze İHA ve füze saldırısında bulundu. İki haftadır tüm dünya İran’ın misillemesinin kapsamını ve muhtemel sonuçlarını tartışırken korkulan senaryo, saldırının bölgesel bir savaşı tetikleme ihtimaliydi. Ancak saldırının şimdiye kadarki yansımaları, bir bölgesel savaşı tetiklemekten ziyade karşılıklı sert söylemlere rağmen bir yatışmaya işaret ediyor.
İran propagandasına bakılırsa saldırı İsrail topraklarını hedef alması bakımından, İsrail tarafında ise İran tehdidinin gözler önüne serilmesi ve saldırının başarıyla durdurulması açısından çok önemli gösteriliyor. Ancak İran saldırısını süreç ve bağlamdan koparıp yalnızca Cumartesi gecesine hapseden bu yaklaşımlar yaşananları doğru okumaktan oldukça uzak. Dolayısıyla İran saldırısının önemli noktalarını, muhtemel sonuçlarını hem Ortadoğu’ya hem de Gazze’de yaşanan İsrail işgal ve katliamlarına ne gibi etkileri olacağını anlamak için tarafların 7 Ekim sonrası pozisyonlarına ve özellikle son iki haftada yaşananlara bakmak gerekmektedir.
TAHRAN’IN SIKIŞMIŞLIĞI
7 Ekim’deki Aksa Tufanı Harekâtı İsrail için büyük bir askeri ve istihbari fiyasko olduğu kadar harekatın hemen sonrası ve ilerleyen süreçte İran için de büyük bir kırılma oldu. 1979 devriminden beri üzerine ideolojik söylem ürettiği, adına ordu bile topladığı Kudüs ve Filistin meselesinde hiçbir müdahalede bulunmayan ve bulunmaktan itinayla kaçındığını da belli eden İran, bir yandan da İsrail’in Lübnan ve Suriye’deki Şii milislere yönelik hava saldırılarıyla ciddi bir baskı altına girmişti.
İran adına “stratejik sabır” olarak belirtilen bu kontrollü gerginlik stratejisinde İran, İsrail’le doğrudan karşı karşıya gelmekten kaçınıyor, bölgedeki vekil unsurlarıyla krize dolaylı müdahalelerde bulunuyordu. Ancak artan baskı İran’ın süreç içerisinde farklı hamlelere girmesine bu da hatalar yapmasına sebep olmuştu.
İlk olarak İran, 3 Ocak’ta 84 kişinin öldüğü bir DEAŞ saldırısına uğrayarak, 7 Ekim sonrası ciddi bir yara aldı. Bu saldırıya ve artan baskılara bir cevap olarak 16 Ocak’ta ise İdlib, Erbil ve Pakistan’a balistik füze saldırılarında bulundu. Bu saldırı Pakistan gibi nükleer bir gücü hedef almasıyla İran’ın süreç içerisindeki en büyük hatası olarak yer aldı. Pakistan’la tırmandırdığı kriz ters tepmiş, Pakistan’ın İran toprakları içerisinde hava saldırıları düzenlemesine bile sebep olmuştu. Bunun yanı sıra mart ayında Sistan Belucistan bölgesinde yaşanan terör saldırıları da İran’ın yeni bir zayıf noktaya sahip olduğunu göstermişti. Ve son olarak 1 Nisan’da İsrail’in el yükselterek doğrudan İran konsolosluğunu vurması ve 2 İranlı generalin ölümüne sebep olması İran üzerindeki baskıyı zirveye çıkarmıştı.
CEVAP VERMEK ZORUNDA KALDI
İsrail’in Gazze’deki soykırım girişiminin yanı sıra pervasızlığını bölgeye de taşıma çabalarına karşı İran ise karşı saldırısı da dahil kendisine çizilen sınırlar çerçevesinde çaresizce kendini İsrail’le doğrudan bir çatışmadan kaçırırken, ABD’nin son 20 yıldır bölgede kendisine açtığı alan sonrası elde ettiği kazanımları ve asimetrik kapasitesini korumaya çalışıyor. Dolayısıyla İran için bu aşamada bir sıcak çatışma, Lübnan, Suriye, Irak ve Yemen’deki vekil unsurları üzerinden elde ettiği pozisyonu tehdit etmesi dolayısıyla kaçınılması gereken birincil durum. Ancak İsrail’in Şam’da İran konsolosluğunu vurması farklı bir düzlem olduğu için İran direkt bir cevap üretmek zorundaydı. Verilecek cevabın mahiyeti ise İran için büyük bir ikilem içerdiği için 2 hafta gecikmeli olarak gerçekleşti.
CAYDIRICILIĞI TESİS EDEMEDİ
Saldırı, İsrail’in 1 Nisan’da İran’ın Şam konsolosluğuna yapılan ve 2 İranlı generalin ölümüyle sonuçlanan İsrail saldırısına cevap niteliği taşıyordu. Ancak cevabın ne kadar yeterli olduğu ilk andan itibaren ayrıntılarıyla tartışıldı. Bir görüşe göre İran’ın kendi topraklarından İsrail’e bir saldırıda bulunmuş olması, bölgesel bir tırmanma ve İran adına bir kazanım olarak okunsa da genel yaklaşım, bu saldırının İran’ın sıkışmışlığını gidermekte yetersiz kalacağı yönünde olmuştur. Bu görüşe göre saldırı, İran’a propaganda malzemesi hariç somut bir şey kazandırmadığı gibi İsrail’e de yeni bir şey kaybettirmemesi dolayısıyla stratejik bir hata olarak tanımlanıyor. Her ne kadar İran bölgesel bir savaşa girmeyecek şekilde saldırı metodunu itinayla seçmiş olsa da saldırının yalnızca bunu başarabildiği, İran’ın caydırıcılığını tesis etmeyi başaramadığı, İsrail’den gelen açıklamalar sebebiyle açıkça görülmektedir.
İran, desteklediği Şii milisler ve vekil unsurların uzun yıllardır vurulmasına karşı cevap üretemediği gibi, günün sonunda konsolosluğunun veya kendi topraklarının dokunulmazlığını da garanti altına alamadı. Zayıf kalan yanıt, bir yandan İsrail’i caydırmaktan uzak olduğu gibi, içeriğinden bağımsız olarak yapılan saldırı İsrail’e istediği zamanda tekrar bir İran diplomatik misyonunu veya generalini hedef alma kapısını açık tutmuş oldu. Her ne kadar İran topraklarına bir saldırı ABD desteği olmadan İsrail’e de ciddi bir zafiyet oluşturacak olsa da tüm bu süreç sonunda Şii milislerden sonra İran’ın da bu kadar rahat hedef alınabilir duruma gelmesi, İsrail açısından büyük bir kazanım gibi duruyor. İranlı generaller ve Şii milislerin, bu saldırıya İsrail’in vereceği muhtemel cevaba hedef olmamak için Lübnan, Suriye ve Irak gibi etkinlik gösterilen bölgelerde hareketliliğini ve faaliyetlerini mümkün olduğunca kısacağını tahmin edebiliriz.
Yani günün sonunda İran, konsolosluğu vurulabilir bir devlet konumuna düşerken, İsrail ise 7 Ekim fiyaskosu sonrası yeniden tesis etmeye çalıştığı caydırıcılığını test etme imkânı buldu. İran, bölgesel bir savaşa yol açmaktan kaçınmak amacıyla, konsolosluğu vurulabilen bir ülke olarak mütekabiliyet ve meşru müdafaa esası çerçevesinde bir saldırı yapmak yerine daha azına razı olmak zorunda kaldı. Ancak bu İran’ın İsrail’i vuracak füzelere veya sistemlere sahip olmamasından değil, İsrail’in sert sinyalleri ve ABD destekli caydırıcılığı sebebiyle sınırı aşmamak istemesinden kaynaklandı.
NETANYAHU NEFES ALDI
Görünen o ki İran saldırısı İsrail’e ve özellikle Netanyahu’ya stratejik bir fırsat kapısı açmış durumda. Bu fırsat kapısı ise maalesef Gazze’de daha fazla katliamın yolunu açacak gibi duruyor. Bunun birkaç sebebi var:
Öncelikle İsrail iç politikasında rehine meselesi, kabine içerisindeki Siyonistler ve yükselen muhalif sesler ve protestolar sebebiyle oldukça zor durumda olan Netanyahu, İran tehdidi ile bu eleştirileri perdeleme fırsatı elde etti. Abartılan İran tehdidi, ülke içerisinde bir birlik havası oluşturmak ve dolayısıyla iç siyasi tartışmaları hasır altı etmek için işlevsel hale getirilecektir. Diğer yandan Netanyahu kabinesinin ve siyasi geleceğinin savaşın devamına endeksli olduğunu da unutmamak gerekir. Bir ateşkes olursa kabineden ayrılacaklarını söyleyen aşırı sağcı partiler sebebiyle Netanyahu köşeye sıkışmış durumdaydı. Dolayısıyla bir Refah saldırısı veya bölgesel bir savaş gündemi savaşın devamı için kullanışlı olmaktadır.
Diğer yandan İran tehdidinin somut bir saldırıya dönüşmesi, Batıda ve özellikle ABD’de son haftalarda gittikçe azalan İsrail desteğini tekrar tesis etme adına işlevsel olacaktır. Bu saldırı ve İran tehdidiyle birlikte Biden’ın kayıtsız şartsız desteği garantilendiği gibi Amerikan iç kamuoyunda da İsrail’e karşı çatlak seslerin susturulduğu bir düzlem oluşması muhtemeldir. Biden yönetimi de yatıştırma politikasını yine taraflara tavizler vererek uygulama yoluna gidebilir.
BIDEN ÇIKMAZDA
Biden bir yandan İsrail’i desteklemek bir yandan da bölgesel bir savaşa karşı sınırlamak gibi zor bir oyunun içine düşmüş durumda. Dolayısıyla her zaman olduğu gibi İsrail’e başka bir yerden büyük tavizler verip (Refah operasyonu), İran’a ise başka bir yerden alan açarak (Irak’tan ABD askerini çekmek gibi) krizi istedikleri noktaya getirmeyi tercih edeceklerdir.
Tüm bunlara rağmen İsrail adına her şeyin ideal seyirde gittiğini söylemek de mümkün değil. 7 Ekim’in İsrail’in güvenliği imajında açtığı gedik, İsrail topraklarına bir saldırı yapılmasına sebep oldu. 7 Ekim öncesi ne olursa olsun İsrail topraklarına bir saldırı tartışmasız ve kesin bir şekilde savaş sebebi olurdu. Ancak Netanyahu liderliğindeki İsrail, 7 Ekim’in etkisiyle ciddi kırılganlıklara sahip. Kabinedeki aşırı sağcılar ve evanjelist hayallere sahip aşırılıkçıların bölgesel bir savaş hayali canlı olsa da Netanyahu için asıl kritik nokta muhtemel Refah operasyonunda.
Netanyahu için savaşın devam etmesi kabinesinin çökmemesi ve dolayısıyla siyasi geleceği için temel şart olsa da sonucu ve etkileri belirsiz bir bölgesel savaş yerine, Refah’a yapılacak bir saldırıyla katliamlarına devam edebilmek, tercih edilen senaryo gibi durmaktadır. Bu noktada da Biden yönetimi ve Amerikan iç siyasetinde İsrail’in ne düzeyde destek gördüğü önem kazanmaktadır.
GAZZE UNUTTURULDU
İran saldırısının İsrail ve ABD için anlamının yanı sıra Gazze için anlamı ise oldukça kısıtlı kaldı. İsrail’in konsolosluk saldırısı ve İran’ın cevabı üzerine Gazze’deki kriz unutuldu, İsrail’in katliamları gündemden düşürüldü. Ve üzücü bir şekilde 7 Ekim’den bu yana yaşanan tüm olaylar, müdahil aktörler tarafından bölgesel jeopolitik oyuna indirgenmiş oldu. Dolayısıyla ateşkes gündemi de İsrail’e yönelik artan tepkiler de gündem sıralamasında oldukça geriye düştü. Bu da İsrail’e muhtemel Refah saldırısı için görece daha uygun bir ortam sağlamış oldu.
Günün sonunda İran, İsrail’e doğrudan saldırması üzerinden propaganda yapacak. Ancak ne olursa olsun İran, konsolosluğu vurulmuş ve karşılığını yeterince verememiş bir devlet pozisyonuna düştü. Bu yüzden İran, kendisine kaybettiren bu denklem yerine, asıl konfor alanı olan asimetrik kapasite ve vekil unsurların kullanılmasına hızlıca dönmek isteyecektir. Bu doğrultuda İsrail’den kendi topraklarına bir saldırı gelmediği müddetçe İran’ın İsrail’i doğrudan tehdit edeceği bir düzlemden kaçınmaya çalışması beklenebilir.
HEDEF REFAH’A SALDIRMAK
İsrail ise İran tehdidini abartma ve İran saldırılarını anakaraya gelmeden engelleme kısmını öne çıkaracak. İki taraf da istediğini almış olacak ancak İran’ın somut kayıplarının bariz bir şekilde eksi hanesine yazılmış olduğu gerçeği değişmeyecek. Kısacası bölgesel savaş, başlamadan bitti. İran İsrail bölgesel savaşından konvansiyonel düzeyde bundan fazlası beklenmemeli belki de.
Sonuç olarak İran’ın bu saldırısının sınırlı etkide olacak şekilde yapılması, İran’ın İsrail’le gerginliği tırmandırmaktan kaçındığının açık bir ilanı olması sebebiyle İran adına ciddi bir zafiyet denilebilir. Üzerine, füzelerin hedeflerine ulaşamadan vurulması da İran’ın İsrail topraklarına zarar verme kapasitesindeki eksikliklerin anlaşılması açısından kritiktir. Böylece İsrail güvenlik birimlerinde İran’a karşı üstünlük algısı yükselmiş olabilir. Bu da İsrail’in Gazze’de gösterdiği pervasızlığını bölgeyi ateşe vermek için de kullanabilme riskini göstermesi açısından oldukça korkutucu. Yine de İsrail’in birinci önceliğinin bölgesel bir savaş değil, ABD’den Refah saldırısı desteğini almak olduğu aşikâr. İran’a karşı bir saldırı ihtimali her zaman olsa da saldırının yeri, zamanı ve metodu, İsrail’in Gazze’deki işgal ve katliamlarıyla bağlantılı biçimde şekillenecektir. Yani İran’ın saldırısı kendisine kazandırmadığı gibi Netanyahu’ya bir fırsat penceresi açtı, Biden yönetimine ise yeni bir baş ağrısı üretti. Bu sırada Gazze’deki katliamların sürmesi ise maalesef önemsiz bir ayrıntıya dönüştü…