İran Uluslararası Öykücülük Buluşması

NEHİR AYDIN GÖKDUMAN

İran’da çocuk ve genç gelişimi üzerine faaliyet yapan, devlete bağlı “Kanoon” adlı kuruluş tarafından 19-22 Şubat tarihleri arasında uluslararası bir çocuk festivali yapıldı. Bu festivale yirmiye yakın ülkeden (masal ve öykü sunumu yapmak üzere) davetliler katıldı. Ben de bu organizasyona Türkiye’den iştirak ettim. İran gözlemlerim...

17 Şubat gecesi üç saate yakın bir yolculuğun ardından Tahran havalimanına indiğimde, Kanoon’un organizasyon sorumlusu Minoo Hanım karşılıyor beni. Son bir aydır internetten yazışmış, görüşeceğimiz günün merakıyla biraz da gün saymıştık. İşte bir aradayız. Birlikte farklı ülkelerden gelmiş ve bekleme salonunda vakit geçiren diğer konukların yanına gidiyoruz.

Vakit gece iki suları… Sabah saat beşe kadar havalimanında diğer ülkelerden gelecek konukları bekleyeceğiz. Gelen konuklarla yarı İngilizce yarı vücut diliyle kendi aramızda sohbet ediyoruz. Rusya’dan gelen ve ekibimizin yaşça en kıdemlisi olan Roza, cana yakın tavırlarıyla bir şeyler soruyor. Ama ikimizin de İngilizce’si o kadar kötü ki, daha çok kelimeler üzerinden çıkardığımız varsayımlarla anlaşıyoruz. Neyse ki Polonya’dan gelen Michal’in Rusça biliyor olması Roza için büyük mutluluk oluyor. Heyecanlı ve neşeli bir sohbet geçiyor aralarında.

Sabah beş sıralarında Norveç, Endonezya, Polonya, Rusya ve Kenya’dan gelen diğer konuklarla kadro tamamlanıyor. Birlikte İran’ın liman şehirlerinden Bandarabbas’a gitmek üzere şehirlerarası havalimanına doğru yola çıkıyoruz. Minoo Hanım, bindiğimiz servis aracında konuklara başörtüsü olarak kullanabilecekleri şalları ve yaka iğnelerini küçük birer hediye olarak takdim ediyor. Bayan konuklar zaten havalimanından itibaren İran’ın örtü kuralına riayet etmiş durumdalar. Ülkesinde yıllarca başörtüsü yasağına duçar olmuş birisi olarak içimde gelgitlerin yaşanmaması imkânsız. Gittiğiniz ülkede devlet görevlileri size örtünmeniz için başörtüsü sunuyor. Biz de ise başörtüsü birçok devlet kurumunda özgürce varolmanızın önünü kesiyor. Çelişkiler!... Bu kıyas gezi boyunca sürekli kendini hatırlatacak, hissediyorum.

Konukların hepsi uzun uçak yolculuklarının aksine neşeli ve heyecanlı görünüyor. İran’ın şehirlerarası havalimanına geldiğimizde Türkçe-Farsça tercümanım Meryem’le tanışıyorum. Meryem, Tahran Üniversitesi’nde mimarlık okumuş. Kendini Azeri Türk’ü olarak tabir ediyor ve oldukça iyi bir Türkçe’si var. İran’da geçen bir hafta sürecinde bana büyük desteği ve yardımı oldu.

Ekip olarak Bandarabbas’a gitmek üzere uçağa biniyoruz. Tahran’ı yalnızca geçit olarak kullanmak ve uçaktan şehrin ışıklarıyla yetinmek kâfi gelmese de yapacak bir şey yok. Çocuk öykücülük festivalinin yapılacağı yer olarak bu yıl Bandarabbas şehri seçilmiş. Bir buçuk saatlik bir yolculuğun ardından Bandarabbas’a indiğimizde aydınlık ve ılıman bir havayla karşılaşıyoruz. Şubat ayına rağmen mayıs havası gibi.

Ekip olarak kalacağımız otele geldiğimizde burada da Ürdün, Afganistan, Lübnan gibi Ortadoğu ülkelerinden gelen konuklarla tanışıyoruz. Yenilen öğle yemeğinin ardından herkes dinlenmek üzere odasına çekiliyor...

Akşama yakın saatlerde yeniden bir araya geliyoruz. Yerli ve yabancı katılımcıların yemekteki sayısını görünce, Kanoon’un çok geniş çaplı bir organizasyon düzenlediğini fark ediyorum.

Minoo ve Meryem’le birlikte…

Yabancı konukların yanında bir hayli de yerli konuk var… Bunlara bir de Kanoon çalışanlarını eklediğimiz de sayı yüzleri buluyor. Organizasyonda görev alanların ve masal anlatımı için gelen yerli davetlilerin büyük çoğunluğu ise bayanlardan oluşuyor.

Yemek sonrası lobide Meryem’le yarınki sunum için prova yapıyoruz. Çünkü benim sunacağım öyküyü cümle cümle anında Türkçe’ye çevirmesi ve salondaki dinleyiciye aktarması gerek. O yüzden tekrar tekrar okuma yapıyoruz…

Ertesi gün, festival için yapılacak salona gidiyoruz. Festival dört gün sürecek ama benim sunumum ilk gün. Bu konuda biraz şanssız görüyorum kendimi. Biraz gözlem, etkinliğe konsantreyi arttırırdı. Ama buna fazla zaman yok gibi… Kanoon’nun Müdürünün, yetkili diğer kişilerin konuşmaları ve çocukların yaptığı gösteriden sonra program başlıyor.

Bayanların sunduğu bir gösteri…

İlk sunumu Tayland’tan gelen Tusa yapıyor. Tusa sahneye ayakkabısız çıkıyor ve Tayland geleneğinde bunun bir saygı gösterisi olduğunu ve bir topluluk önüne çıkarken ayakkabı giyilmediğini belirtiyor. Tusa, oldukça sempatik ve neşeli tavırlarla, adeta anlattığını yaşarcasına masalını tercümanı vasıtasıyla anlatıyor.

Salondaki misafirlerin bir kısmını okullardan gelen öğrenciler oluşturuyor. Ancak çocuk festivali olarak adlandırılan etkinlikte yeterli bir sayı olarak görünmüyor gözüme. Sanırım bu salonun kapasitesiyle orantılı. Çocuklar ise çok canlı ve dinamik, masallara neşeyle iştirak ediyorlar.

İster istemez kaygılanıyorum. Çünkü pek çok ülkeden gelen davetlilerin çoğu masal anlatıcısı olarak davet edilmişler bu organizasyona. Ben masal anlatmaktan ziyade, masal ve öykü yazımıyla ilgilendiğim için tiyatrovari bir sunum yapamayacağımı ve kendi yazdığım öykülerden birini sade bir sunumla paylaşacağımı belirtiyorum Minoo Hanım’a… O da, bunda bir sorun olmadığını ve dilediğim gibi sunum yapabileceğimi belirtiyor.

Öğleden sonraki ilk sunum bana ait… Sunum öncesi geçilen kısa slayt bilgilerinde, geldiğimiz ülke, sunumunu yapacağımız öykü ve kimlik bilgilerimiz paylaşılıyor salondaki dinleyiciyle.

Sunum için sahneye çıktığımda İran’ın masal ve öykü festivali adı altında böyle önemli bir buluşturma gerçekleştirdiğine binaen kısa bir giriş konuşması yapıyorum. Sonra Üzümünü Ye Bağını Sor adlı öykümü tercümanım Meryem’in katkılarıyla aktarıyorum…

Üzümünü Ye Bağını Sor, Büyüteç Gözlüklü Kız adlı kitabımdaki öykülerden biri ve işgücü sömürülen Afrikalı çocuğu anlatan bir çalışmaydı… Öykü sunumu bittiğinde salondan iyi bir alkış alıyor. Sunuma kadar Meryem ve ben dilde ve tercümede sorun yaşanır endişesi taşırken bu alkışlar iyi anlaşıldığımızın ifadesi olduğundan rahatlatıyor bizi… Tercümanımla gönül rahatlığı içinde iniyoruz sahneden…

Sunum sonrası ilköğretim öğrencileriyle birlikte… Hepsi de enerjik kıpır kıpır…

İlk ve ikinci gün organizasyonun yapıldığı salon ve otel arasında mekik dokuyarak geçiyor…

Çok renkli sunumlar, masal ve öyküler dinliyoruz. Organizasyona yön veren kimseler, sunucular, binanın içindeki ve dışındaki görevliler genelde bayanlardan oluşuyor. Ve İranlı kadınların bu konuda çok yetkin, bilgili ve becerikli duruşları oldukça dikkatimi çekiyor. Programdaki çay saatlerinden birinde Kanoon’un başmüdürüyle tanışıyoruz. Bize Türkiye’yle kültür alışverişine istekli olduklarını ve kitaplarımızı Farsça’ya çevirmek istediklerini söylüyor sohbet arasında. Sevindirici ve umut veren bir haber tabiiki…

Karolin Kenya’dan geldi. Masal sunumu çok iyiydi. Büyükler dahil herkes ilgiyle dinledi.

Karolin ve ben kitap okuyoruz:)

Michal Polonya’dan katıldı. Polonya’nın otantik giysisi ile sunum yaptı…

Yurt dışından gelen katılımcılar genelde tercümanları eşliğinde sunum yapıyorlar. Buna rağmen masallardaki heyecan kaybolmuyor. Hatta bazı tercümanlar kendilerini masala adapte ettikleri için anlatıcıdan daha heyecanlı ve tasvirli bir anlatıma girebiliyorlar. Salondaki çocuklar dahil diğer yetişkinlerin de masal dinlemekten şikayetleri yok gibi…

Karolin masal sunumunda… Tercümanı da en az onun kadar başarılıydı…

KANOON’un kendi masalcı ekibi de bu organizasyonda hayli etkin. Hemen her yıl bu etkinlik yapıldığı için önceki yıllarda sunum yapan iştirakçiler de programa katılıyor. İran’ın anlatılarında genelde, Ehli Beyt sevgisi, Hasan Hüseyin ve Selman-ı Farisi gibi yakın sima sahabeden çokça söz ediliyor. Kerbela anlatımı da hemen her öykü sunumunda yer buldu diyebilirim…

Yerli bir katılımcı da devesiyle sunum yapmaya geldi. Bu süslü deveyle fotoğraf çektirmek de bize düştü

Üçüncü gün, masal ve öykü sunumuna ara veriliyor. Çünkü henüz geldiğimizden beri Bandarabbas’ı ve bölgeyi tanıma fırsatımız olmadı. Üçüncü günün sabahı Bandarabbas limanından Basra Körfezi’ndeki adalardan biri olan Keşm Adası’nı gezmek üzere yolcu vapurlarıyla yola çıkıyoruz. Yaklaşık bir saati bulan yolculuğumuzun ardından adaya varıyoruz.

Hava oldukça sıcak ve daha yazlık kıyafetlerle gelmediğimiz için biraz da mağduruz. Keşm adasında beş şehir var. Bunlardan en büyüğü Keşm şehri olduğu için ada ismini buradan almış. Adada tarihi mekânları geziyoruz. Tarihi mağaralar ve Yıldız Uçurumu denen vadi oldukça ilgi çekici… Biraz Peri Bacaları’nı andırıyor. Ayrıca küçük küçük köylerden geçiyoruz. Kerpiç tek göz odadan ibaret evler, yoksulluğun acı yüzünü yansıtsa da halkta halinden memnun bir duruş gözleniyor. Bir köyden geçerken, tercümanımın anlattıkları da hayli ilgimi çekiyor. Geçtiğimiz köy, İran’ın en temiz köylerinden biri seçilmiş. Köyün erkekleri sabah erkenden işe gider, kadınları ise eşlerini uğurladıktan sonra ellerine süpürgelerini alıp köyü baştan aşağı süpürürlermiş. Köy gerçekten de en küçük bir çöp kırıntısı bile barındırmayan mütevazı sokaklarıyla görmeye değer. Çevreyi gözlemlerken buradan iyi öyküler çıkar diye de düşünmedim değil…

Peri Bacalarını andıran Yıldızlar Uçurumu…Adı kadar gizemli bir belde...

Keşm adası elektronik eşyanın çok ucuz olduğu bir ada. Çünkü buraya getirilen elektronik eşyadan vergi alınmıyormuş. Alışveriş için oldukça büyük bir pasaja geliyoruz. Ve herkes tercümanıyla alışveriş yapmak üzere pasajı dolaşıyor. Ama ne hikmetse hiçbirimizin ilgisini çekmiyor, elektronik eşyalar… Tarihi mekânlara gösterdiğimiz ilgiyi ucuz da olsalar elektronikten esirgiyoruz… Batı’dan gelen misafirler dahil sanki hepimizde teknolojiye karşı protest bir duruş var.

Akşama doğru sahile inip yemek saatini beklerken, Bandarabbas’ta yaşayan diğer tercüman Şebnem’e Bandarabbas ve bölge halkının geçimlerini nasıl sağladıklarını soruyorum.    Başta balıkçılık olmak üzere, narenciye, tütün üretimi ve seramik yapımının yaygın olduğunu söylüyor. El sanatları anlamında da yerel çalışmalar varmış.

En temiz köyün en cici kızı… Fotoğrafını çekmek isteyince bizi kırmadı…

Bandarabbas’ın tarihine baktığımızda, coğrafi konumu itibariyle stratejik bir konuma sahip olan bu liman şehrinin İskender’in Pers İmparatorluğu’nu aldığında bilinen adı Hormirzad’dır. Uzun zaman sonrasında ise şehir yüz yıl kadar Portekizlilerin elinde kalır ve batılı devletlerin deniz yolu ulaşım ve ticaretinde büyük rol oynar. 1614 yılında ise Safevi Hükümdarı 1. Abbas tarafından geri alınır ve adı Abbas’ın Limanı anlamına gelen Bandarabbas olarak değiştirilir.

Çağlar sonrasında da olsa denizin ve denizi simgeleyen her şeyin, (özellikle gemiler ve balıkçılığın) adeta Bandarabbas’ın sembolü olduğunu görüyoruz. Denizle özdeşleşmiş bir gelenek ve kültürün izlerini hemen her tarafta görmek mümkün…

Peçeli yerli kadınlar… Çok istememize rağmen yanlarında fotoğraf çektirme izni alamadık.

Sahilde ada yerlileri şubat ortası demeden, gayet sıcak bir havada akşam deniz kenarında çaylarını içip çekirdek çitliyebiliyorlar. Yazın elli dereceyi aşan sıcaklarda kendilerini nasıl koruduklarını sorduğumda ise tercümanım kerpiç evlerin sıcağa karşı daha korunaklı olduğunu söylüyor. Yine de aklım almıyor. Türkiye’deki adalardaki lüks villalardan, konutlardan hiçbirini göremediğimden olacak, sanki zaman tünelinde kısa bir yolculuğa çıkmış gibiyim.

Gezdiğimiz köylerde, çok farklı peçeler takmış kadınlarla karşılaşıyoruz. Tercümanın bu bölgede evli, dul ya da bekâr kadınların kendilerine özgü peçeler taktıklarını söylüyor.

Yunanistan’dan gelen Rahip ve gezi boyunca bize eşlik eden, sempatik tavırlarıyla bize iyi bir ev sahipliği yapan İranlı Molla…

Bu güzel ada gezisinin ardından Basra Körfezi’nin haşin dalgalarını aşarak Bandarabbas’a dönüyoruz.

Ertesi gün kalan son masal sunumları için yine etkinliğin yapıldığı salondayız… Gün boyu süren ve gece on ikiye kadar uzayan program çok yoğun bir tempoda geçiyor. Akşama yakın saatlerde öykücülük buluşmasındaki kapanış saatleri için Bölge valisi ve Kanoon’un idari kadrosu da salondaki yerlerini alıyor. Bitiş programında uzun konuşma ve durum değerlendirmelerinin ardından etkinliğe katılan yerli ve yabancı konuklara plâketleri takdim ediliyor…

Ertesi gün… Bandarabbas’ta geçen son günümüzde ise şehri geziyoruz ve bol bol fotoğraf çekiyoruz.

Fotoğraflarını çekmemiz için özel istekte bulunan iki pazarcı genç:)

Sözün özü…

1979 İran İslam Devrimi sırasında henüz küçük bir çocuktum. Bu devrim hakkında o günlerden bugünlere çok şey yazılıp söylendi. Asırlar süren şahlık diktatöryasının ardından, İslam Devrimi’nin yankıları süregeldi. Bu devrimle ilgili olumlu olumsuz çok anekdotlar düşüldü, çok kareler yansıtıldı. Özellikle devrim sırasında sürgünde bulunan ve ülkesine dönen Humeyni’nin uçaktan inerkenki görüntüleri belleklerimizdeki yerini korur. Yazılanlar paylaşılanlar objektif olsun ya da olmasın, benim kendi mecramda İslami hakikatleri algılayıp yaşamsallaştırma ve örnek model arayışlarımda aklımın bir köşesinde İran varlığını hep muhafaza etmiştir. Bu gidip görme gözlemleme, duyduğumla yetinmeme isteğini de beraberinde getirmiştir tabii…

Nihayetinde, bir öykücülük buluşmasında gidip görmek nasip oldu… Farklı kültürleri İslam kardeşliği çatısı altında görmek, tanımak ve böyle bir edebiyat organizasyonda yer almak elbette güzeldi. Her toplumun artıları ve eksileri vardır. Fakat benim bu seyahatte en çok dikkatimi çeken şey, İran’da kadının sosyal hayatta birebir kendini ifade ediyor oluşuydu. Uluslararası böyle büyük bir organizasyonda, kadınlar ev sahibi konumunda hemen her alanda görev almışlardı. Ve biz dışarıdan katılan konuklara kendimizi evimizde hissettirecek ilgi ve sıcaklığı her daim gösteriyorlardı. Her zaman kadın eli değen her işte bir güzelleşmenin olacağına inanan biri olarak bu durumdan son derece memnun kaldığımı belirtmek isterim. Örtünün kadını pasifleştireceğini ve sosyal yaşamdan koparacağını söyleyen çevrelere bence tüm bunlar birer örnekliktir.

Ayrıca İran’da başörtüsü zorunluluğu var denmesine rağmen, İran’ı bu konuda katı bir tutum içinde görmediğimi de söyleyebilirim. İran’da isteyerek başını örten, bilinçli bir kadınla, istemeyerek örtenin durumu çok rahat bir şekilde anlaşılıyor zaten. İstemeyerek örten biri küçük sıradan bir şalı başının üzerine öylesine bırakıyor. (Saçlarının dörtte üçü ortada denilebilir.) Kılık kıyafetlerini de oldukça rahat ve modern tarzlarda seçebiliyorlar. Başörtüsünü isteyerek örtenler ise tesettür ilkelerini yerine getiriyorlar doğal olarak.

Yani başörtüsü (İranlı kadınlarda örtünmek istemeyen cenah için) buradan göründüğü gibi çok da püsküllü bela konumunda değil gördüğüm kadarıyla…

Her şeyin makul bir açıklaması var mıdır kendi içinde? İran’da kadınların üniversitelerde özgürce okumalarına ve toplumda var olma bilinçlerine bakınca, Türkiye’de daha düne kadar üniversitelerde bile yasağa tâbi tutulan ve alanı hâlâ çok kısıtlı olan başörtüsünün, başörtülü kadının konumunu, bu yasağın makul açıklamasını sorgulayıp durdum iç evimde…

Dilerim, çeşitli vesilelerle bir araya geldiğimiz bu organizasyonların sayısı artar. Paylaşımlarımız çoğalır. Dünyanın dört bir tarafında yaşayan Müslümanlar arasındaki iletişim, kardeşlik duygusu, bilgi kültür alışverişimiz daha da güçlenir ve ihtilaflarımız Kur’an kardeşliğinde son bulur…