İRAN: Ulusal Kimlik İnşası
Haşim Ay / Haksöz-Haber
Giriş
İran, 1979'da İslamcı kadroların inisiyatifinde gerçekleşen siyasi devrimden bu yana çeşitli tartışmalara ve uluslar arası kuşatmalara konu olan bir ülke. İdeolojilerin iflas ettiği tezinin dillendirilmeye başlandığı bir sürece denk gelen devrim, özellikle de İslami karakteri dolayısıyla bu tezi dillendiren küresel istikbarı panikletmişti. Aynı zamanda küresel ölçekte ivme kazanan İslami yükselişi de bir yandan motive edip kendisine özgüven katmıştı.
İran devrimi, küresel emperyalizmin bölgesel işbirlikçilerini de arkasına alarak Körfez savaşı yoluyla boğma ve bloke etme çabalarına ve ayrıca da birçok Batılı devletin halen süren ekonomik ambargo ve tecrit politikalarına rağmen kendisini korumayı başardı. Yeni rejim, çeşitli kırılmalar ve iç gerilimlere karşın varlığını bugüne taşıyabildi. Özellikle de "muhafazakâr" olarak tanımlanan kadrolar tarafından icra edilen dış politik söylem sonucunda İran, en azından dış politikada egemen kapitalist sistemi rahatsız etmeye devam edeceğini göstermektedir.
***
Son Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde olduğu gibi seçim sonrasında da İran'ı konu alan tartışmalar devam etmektedir. Tartışmaların ekseninin bir şekilde İslamcılığın geleceğine kilitlendiği bu vasatta Türkiye'de de İran'ı konu alan ve farklı perspektifler taşıyan çeşitli görüşler serdedildi. Bunlardan birisi Ocak 2009'da Küre Yayınları arasından çıkan bir edisyon çalışmasıdır. Dr. Hamid Ahmedî'nin editörlüğünde hazırlanan ve bir edisyon çalışması olan "İran: Hüviyet, Milliyet, Kavmiyet" isimli eser "İRAN: Ulusal Kimlik İnşası" adıyla Hakkı Uygur tarafından Türkçeye tercüme edilmiş.
Eser, "reformist" kanada mensup olduğu söylenen 11 akademisyenin İran kimliğinin tarihî temelleri, İslamcılık eleştirisi ve devrimin geleceğine dönük çözümleme ve önermelerini hacimli makaleler halinde okuyucuya sunmaktadır. Dolayısıyla eser bu yönüyle farklı eğilimlerden oluşan ve "reformist" olarak tanımlanan hareketi ve bunun akademik kürsülerdeki sözcülerini kendi kalemlerinden toplu bir şekilde tanımamızı sağlıyor.
Hiç şüphesiz ki devrim sonrası İran'ıyla belki de küreselleşme karşıtı hareketlerden çok daha fazla ilgilenmesi gerekenler Müslümanlardır. Zira küresel emperyalizm ve işbirlikçileri İran devrimi üzerinden bağımsız İslamî yönelişi, dışarıdan bir tanımlamayla "İslamcı radikalizm" ya da "çağdaş İslamcılık" içerisindeki ana-damar devrimci eğilimi bloke etmek istemektedirler. Tam da bu noktada İran'ın sembolik değeri önem kazanmaktadır. Açıktır ki İran'ın toplumsal ve dış politik yapısındaki devrimci tonlar azaltıldığı oranda küresel emperyalizm moral takviyesi yapacaktır ve başta Müslümanlar olmak üzere kapitalist sistem karşıtları da sembolik önemdeki bu mevziyi yitirmeleri sonucunda demoralize olacaklardır.
Çağdaş İslamcılığın gücünün ve çağa, topluma, insanlığa dönük ortaya koyacağı muhtemel programların bir tür mini laboratuarı niteliğinde olan İran'ın hamasetten uzak bir aklıselimlilikle değerlendirilmesi gerekmektedir. Ancak genel olarak Müslümanların bu yeterliliğe sahip olduğunu söylemek maalesef ki mümkün gözükmemektedir. Farklı ve hatta devrimin ideolojik değerlerine karşıt bir zaviyeden de olsa elimizdeki İran tartışması ve aynı zamanda İslamcılık eleştirisi ile yüklü eserin bizi yüzleştirdiği en önemli husus da budur. Sonuç olarak İran, İslamî kimlik açısından yeterliliği, buna dönük izlediği politikaların tutarlılığı ya da tutarsızlıkları, küresel istikbarın bölgeye ve bağımsız İslamî yönelişe dönük tehditleri açısından mutlaka ama mutlaka "içeriden" denetlenmeye, incelenmeye, tartışılmaya devam edilmelidir. Maalesef daha çok hamaseti besleyen devrimin yıldönümü kutlamaları da İran'da ve dünyada bu tartışma, dayanışma ve özeleştiri imkânına dönüştürüldüğü oranda bir değer ifade edebilecektir.
Farklı Perspektifler, Ortak Temalar
Dr. Hamid Ahmedî'nin 12 sayfalık sunuş yazısı da dâhil olmak üzere toplam 358 sayfadan oluşan kitap "Teorik İncelemeler" ve "Alan İncelemeleri" olarak iki ana bölüm halinde düzenlenmiş. İran kimliğinin tarihî temelleri, İslamcılık eleştirisi ve devrimin geleceğine dönük çözümleme ve önermelerin geniş bir zeminde yapıldığı kitabın omurgasını oluşturan birinci bölümde şu yazarlar ve makaleleri yer almaktadır: Cihangir Moinî Alemdarî, "İran'da Kimlik, Tarih ve Anlatı"; Hamid Ahmedî, "İran'da Din ve Milliyet: Dayanışma mı, Çekişme mi?"; Hüseyin Beşiriyye, "İran'da Siyasal İdeoloji ve Toplumsal Kimlik"; Ahmet Eşref, "İran'da Ulusal ve Etnik Kimlik Krizi"; Muhammed Hubruyipak, "Yerel Seçkinler, Küreselleşme ve Federalizm Rüyası"; Ebu'l-Fazl Dilaverî, "Modern İran'da Şehir, Kimlik ve Siyaset".
Söz konusu makalelerinde –bir iki istisna haricinde- hemen tüm yazarlar bütün farklılıklarına rağmen küresel sistemle uyum ve kapitalist merkezle bütünleşme temelinde çağdaş, kalkınmış, müreffeh bir İran ulus-devleti tasarımını öngörmektedirler. Ve dolayısıyla kalkınma için İran'ın millî kimlik ve sembollerine geri dönüşü, kadim İran ortak paydasında bütünleşmesi ve küresel sisteme uyum sağlamasının zorunluluğuna vurgu yapmaktadırlar.
Hemen tüm makalelerde İran kimliğinin tarihî temelleri, İran toplumsal ve siyasal yapısı, bu yapıları oluşturan geleneksel ve modern sosyo-politik dinamikler, kimlik arayışları, çatışmaları ve iktidar süreçlerine ilişkin olarak İran fotoğrafını bütüncül şekilde kavratacak çok önemli, aydınlatıcı bilgi aktarımlarında bulunulmuş. Ancak bilgilendirmeye yönelik bu niteliklerine karşın bu makalelerin geneli yine ulus-kimlik, ulus-devlet, İran üzerinden İslamcılık eleştirisi ve İran'a öngörülen gelecek tasarımı açılarından çok ciddi sorunlar içermektedirler. Hemen tüm makalelerde ortak temayı oluşturan bu reel-politikçi/teslimiyetçi gelecek öngörüsünü yazarlar ve makaleleri üzerinden açmak faydalı olabilir.
İranlı "Reformist" Akademisyenlerin Alternatif İran Tasarımları
Dr. Cihangir Moinî Alemdarî:
Tahran Üniversitesi Öğretim Görevlisi olan Dr. Alemdarî, reformist kanada mensup İran akademik camiasınca siyasal bilimler ve sosyoloji alanındaki modern teorilerin uzmanı olarak kabul edilmektedir. İran kimliğinin tarihî temelleri eksenindeki makalesinde ulusal kimlik ve ulus-devletin modern ve kurgusal niteliklerini genel anlamda kabul eden Alemdarî, paradoksal bir şekilde İran ulusal kimliği söz konusu olduğundaysa onun siyasal ve kültürel homojenliğini ve kadimliğini vurgulamaktadır. İran ulusal kimliğinin Tanzimat süreci ve müteakiben Şah tarafından oluşturulduğu tezini eleştirel bir zeminde hareket noktası olarak belirleyen yazar, Sasaniler'in İranlı toplulukları dinî-mezhebî temelde örgütleme ve homojenleştirme çabalarını da olumlayarak kadim bir İran ulusu iddiasında bulunmakta ve bu kimliği İslam öncesi dönemle temellendirmektedir. Ayrıca yazar İslamlaşma sonrasında da Şiiliğin bu kimliği tamamladığını ifade ederek tek yönlü-indirgemeci okumasını sürdürmektedir.
Sonuç olarak etno-sembolcü bir yaklaşımla ulusların varlığının modern öncesi dönemlere uzandığı tezine ittiba eden yazar, ulus olgusunu evrenselleştirmekte ve "kadim İran ulusu"nun bütün etnik ve dinsel farklılıklarını atlayarak ortak bir aidiyet duygusuna sahip olduklarını söyleyip bunu anlatı ve tarih (efsane) üzerinden mitsel bir zeminde temellendirmektedir. Anlaşılan o ki Alemdarî kavim, kabile, aşiret vb. örgütlenmeler ile ulus olgusunu birbirine karıştırmış ve dolayısıyla romantik ulus çalışmalarının genellemecilik handikabına düşmüştür.
Sonuç bölümünde devrim sonrası İran yönetimini "İran ulusu"nun kolektif muhayyilesinde bulunduğu iddia edilen İslam öncesi dönemlere ait sembol ve efsaneleri ihmal etmekle suçlayan yazar, "uluslar arası toplum" nezdinde itibarlı, kalkınmış ve çağdaş bir İran özlemini dillendirmekte ve bunun da ancak "ulusal öz"e dönüşle mümkün olabileceğini kaydetmektedir. (3-22)
Hamid Ahmedî:
Tahran Üniversitesi Siyasal Bilimler Öğretim Görevlisi olan ve kadim İran milliyetçisi yaklaşımlarıyla dikkat çeken Dr. Hamid Ahmedî de milliyetçilik ile İslamcılık arasında özdeşlik kurmaya çalıştığı yazısında Alemdarî'nin çözümleme ve önermelerini daha ileri bir boyuta taşıyarak tekrarlıyor.
Söz konusu yazısında milliyetçilik-İslamcılık ve milliyetçiler ile İslamcılar arasındaki ilişkinin ve çatışmanın özünü de çözümlemeye çalışan Ahmedî, İslam-milliyetçilik sentezini merkeze alarak birçok ıslah önderini de meşrulaştırdığı yaklaşımına referans kılmaya çalışıyor. Seyyid Kutup gibi öncüleri ise yazar İslamcı radikalizmin fikir babası olarak betimleyip dini siyasileştirme ve dinin kendisine de darbe vurmakla itham ediyor! Sonuç olarak Türkiye'deki muhafazakârların İslamcılık eleştirilerini aratmayan bu makale bu çarpık perspektifin İran akademik kürsülerindeki izdüşümünü belgelemesi açısından dikkat çekici.
Ahmedî'ye göre ulusal duyarlılıklar ve bu temeldeki bütünleşme çabaları İran'ın İslam öncesi ve sonrası tarihinde hep olagelmiştir. İslamlaşma sonrasında Safeviler'in Şiilik temelinde bir İran ulusu yaratma politikasına da buradan hareketle olumluluk atfeden Ahmedî'nin tam da bu noktada Şeriati'nin tarih-toplum-sistem değerlendirmesini içeren ve olgunluk dönemi eserlerinden olan "Ali Şiası, Safevi Şiası" eserini atlayarak onu, Bazergan'ı, Beheştî ve Taleganî'yi İslam-milliyetçilik sentezine referans kılma çabası dikkat çekicidir. Yazarın yüceltmeci bir zeminde ulusçuluk lehine bir okumaya tabi tuttuğu Safeviler'in ve Büveyhîler'in Sünni hilafete karşı Şiilik eksenli mezhebî çatışmasına da mütercim de pes doğrusu diyerek şerh düşmek durumunda kalmış. (33)
Ahmedî, Şah'ın uyguladığı seküler/pozitif milliyetçilik ile İslamcıların uyguladığı İslamcı politikalar arasında da çok acımasız paralellikler kuruyor. Ona göre seküler/Batıcı milliyetçilerin uyguladıkları politikalar İran millî kimliğinin manevî yönünü budarken, İslamcıların İran ulusu yerine İslam ümmetini merkeze alan ümmetçi/enternasyonel politikaları ve İran millî çıkarları yerine ümmetin çıkarlarını öncelemesi de İran millî kimliğinin ulusal yönünü budamıştır. Ahmedî bir adım daha ileriye giderek müftü cübbesi giymekte ve dini siyasette belirleyici kılmanın dinin kendisine de zarar verdiğini iddia etmektedir!
Diğer yandan yazara göre İranlı radikal İslamcıları millî özlerine yabancılaştıran ve onları radikalleştiren kişiler arasında S. Kutup ve fikirleri başta gelmektedir.(50) Milliyetçi hezeyanlarını ıslah önderlerine de refere ederek pekiştirmeye çalışan yazar ıslah önderlerini de birbirleriyle çatıştırmaktadır. Ona göre Afgani, Abduh, Rıza, Mevdudî vb. öncü şahsiyetlerin özünde milliyetçilikle sorunları olmamıştır. Onlar milliyetçiliği ilk etapta olumlarken iktidarı Batıcılara kaptırdıklarından dolayı dini siyasallaştırarak ve yüzeysel bir temelde milliyetçiliğe saldırarak iktidar çatışmasında üstün gelmeye çalışmışlardır! Hâlbuki bu önderler ulusçuluğun fikrî/felsefî temellerini meşrulaştırmamışlar, aksine işgal atmosferinde bölgesel direnişi ve bölgesel devleti ümmetin inşasına uzanan uzun soluklu yolda bir merdiven ya da imkân olarak değerlendirmişlerdir.
Sonuç olarak yazara göre İran'daki radikal İslamcıların dini siyasallaştırmaları bütün sorunların temelini oluşturmaktadır. İran'da çatışma hiçbir zaman din ile milliyetçilik arasında olmamıştır. Söz konusu olan çatışma -yazarın deyimiyle- "İslamcılık" ile "Teceddüd" arasında olmuştur. (Siyasal) İslamcılığı ise "Gelenekçilik" ile özdeşleştiren yazar, teceddüdü de "Modernizm" ile özdeşleştirmekte ve kendisini ikincisi arasında konumlandırmaktadır. (42-49) İranlı radikal İslamcılar, dini siyasal alanda belirleyici kılmaya çalışmaları ve millî çıkarlar yerine ümmetin çıkarlarını öncelemeleri yüzünden İran'ın dünyada yalnızlaşmasına ve geri kalmasına sebep olmuşlardır. İran'ın bu durumdan kurtulması ise yazara göre siyasal İslam ideolojisinin terkine ve ulusal kimlik temelinde geliştirilecek politikalarla İran ulusunun millî çıkarlarını merkeze almakla mümkündür! (25-72)
Hüseyin Beşiriyye:
Tahran Üniversitesi Hukuk ve Siyasal Bilimler Fakültesi Öğretim Görevlisi olan Beşiriyye, bazılarınca İran siyaset sosyolojisinin en önemli otoritelerinden biri olarak kabul edilmektedir. Ayrıca Ağaç Yayınları tarafından Nisan 2009'da "İran'da Devlet, Toplum ve Siyaset" adıyla yayınlanan kitabının mütercimi Abdullah Yegin'in belirttiğine göre de Beşiriyye, İran siyaset arenasında serpilen reformcuların önde gelen hocası ve reformist kanadın fikir babalarındandır.
Beşiriyye postmodern kuramların etkisinde kalmış bir aydın. Ayrıca postmodernizmin rölativizm ya da görelilik ilkesini hemen her alana teşmil eden yazar her türlü kimlik siyasetine karşı. Çağdaş kavram ve süreçlerin yanı sıra İran toplum ve siyasetine de derin vukufiyeti olduğu izlenimi veren Beşiriyye'nin üslubu da oldukça sakin ve mümkün olduğunca nesnel. Devrim sonrasında oluşan toplumsal ve siyasal kamplaşmaları içermesi açısından öğretici olan makalesi genel olarak tespitler düzeyinde oldukça da başarılı.
Ne var ki Beşiriyye de başta ulus-kimlik olmak üzere çeşitli olgulara dönük çok yerinde tespitlerine karşın yine de tahlil ve önermeler bağlamında sorunlu vurgularla dikkat çekmektedir. Mesela yazar tepkisel bir zeminde her türlü kimlik siyasetini yadsımakta ve ideolojisizliğin ideolojisine yelken açmaktadır.
Ulusçuluğun tabiatında mündemiç olan o asimilasyonist karakteri yerinde tespitlerle ortaya koyan yazar, İran ulusu yaratma projesinin de Meşrutiyet süreciyle başladığının altını çizmekle dolaylı da olsa önceki yazarları nakzediyor.
Beşiriyye'ye göre kültürler, uygarlıklar ve dinler arasındaki ilişkilere egemen olan ilke daima diyalektik sentez ilkesi olmuştur. Buradan hareketle tek tip, özerk, saf ve halis bir kimlik tasavvurunun tarihsel olamayacağı tezini savunmaktadır. Ve yazar Kur'an'ın muhkem ve evrensel bildirimlerini atlayarak hiçbir istisna tanımadan daha çok Batı menşeli olan ve ne tür bir vasatın ürünü olduğunu bildiğimiz bu haklı ama genellemeci ve tepkisel tanımları İslam'a da uyarlaması bugün karşı karşıya bulunduğumuz diğer birçok sorunun yanı sıra muhatap olduğumuz önemli tehlikelerden birisidir. Yine ona göre bütün ideolojiler ötekileştirici oldukları için kimlik de oluştururlar. (74) Dolayısıyla kimlik ve ideolojiye öcü muamelesi yapmaya zımnen çağrı yapmaktadır yazar.
Sonuç olarak Beşiriyye "İdeolojiler saf insanın peşindedir." diyerek ve "Siyasal İslamcılık ideolojisi"nin de saf/halis Müslüman peşinde olmasını sorunsallaştırarak "Oysa kimlikler asla katî ve nihaî bir şekle ulaşamazlar." diyor. (74)
Yazar radikal İslamcı güçlerin iktidara gelir gelmez Şah'ın politikasını tersinden üretircesine "ideolojik bir İslami kimlik" inşa etmeye başladıklarını belirtmekte ve bunu da gayr-ı meşru ilan etmektedir. (76) Hâlbuki yazarın "İslamcı gelenekselcilik" olarak kavramsallaştırdığı ve gayr-ı meşru ilan ettiği İslam devriminin –bütün yetersizliklerine rağmen- halkını İslami değerler temelinde örgütleme çabası –tedric ilkesi açısından yöntemsel tutarsızlıklar içerse de- sonuç olarak genel anlamda toplumsal ve ahlakî meşruiyete sahiptir. Çünkü İran toplumunun kahir ekseriyeti kendisini İslam ile tanımlamakta. Ve dolayısıyla bu aidiyet İslamî siyasete doğrudan meşruiyet kazandırmaktadır.
Sonuç olarak Beşiriyye de çeşitli olgulara dönük tespitler düzeyinde farklılaşsa da İslami kimliğin belirleyiciliğine yaptığı itiraz sonucunda da devrimin ya da İran'daki rejimin dayandığı paradigmaya karşıtlık noktasında birleşiyor. (73-87)
Ahmed Eşref:
Prennsylvania Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Görevlisi olarak sunulan Ahmed Eşref'in makalesi bu kitaptaki nitelikli çalışmalardan birisi. Geniş muhtevası açısından kapsamlı bilgiler içeren makale üslup açısından da nesnel olarak nitelendirilebilir bir yapıda.
Yazar, öncelikle ulus kavramını ve bununla ilgili hemen tüm terkipleri ve süreçleri teorik ve pratik boyutlarıyla birlikte çözümlemiş. Bu meyanda yaptığı teşhislerle de Ahmedî ve Alemdarî gibi kadim İran ulusçusu kimselerin belirli tekil tanımlar üzerinden evrenselleştirdiği ulus olgusunun tarihsel olduğu mitini çürütmüştür.
Ulus kavramının etimolojik anlamı ve farklı disiplinlerdeki tanımlarını da inceleyip çözümleyen Eşref, olgunun modernliği ve kurgusallığının altını çizmektedir. Yöntemsel olarak Ernest Gellner'in etkisinde kaldığını düşündüğümüz yazar, tıpkı onun gibi olguya karşı pragmatist/teslimiyetçi bir tutum önermekte ve dolayısıyla ulus-kimlik ve ulus-devletin etnik taassup temelinde faşizme vardıran boyutu yumuşatıldığı ve demokratikleştirildiği oranda olumlanması gerektiği çağrısında bulunmaktadır. Sonuçta önermeleriyle kendisini liberal-reformist cephe arasında konumlandıran yazar, demokratik İran ulusu ve devletine olumluluk atfetmekte ve radikal İslamcıların ulusal kimlik ve politikalara karşı İslamî kimliğin geliştirilmesini esas alan siyasetleri belirleyici kılma çabasının da zaten başarısızlığa mahkûm olduğunu ifade etmekte ve İran'ın bir ulus-devlete dönüşmeye mecbur kalacağını ve nitekim bunun sinyallerini de vermeye başladığını belirterek bunu olumlamakta ve reel-politik/teslimiyetçi bir bakış ve tutum önermektedir.
Bütün bunlara rağmen genel anlamda ulus olgusunu teorik-pratik veçheleriyle ortaya seren çalışma, ayrıca kurgusal bir zeminde İran ulusal kimliğini oluşturma çabalarını Sasaniler, Safeviler ve modern dönemler halinde ayrı başlıklarda ve çok yönlü bir zemine yayarak çözümleyen yönüyle de oldukça bilgilendirici.
İran'da modern anlamda ulus-kimliğin ve ulus-devletin ortaya çıkmasıyla çok-etnili ve çok-mezhepli İran toplumunda oluşan kimliksel kriz ve gelecek arayışları da konu edinen yazar, devrimden sonra farklı ideolojik eğilimlerin ulus-kimlik, ulus-devlet ve İslamî siyasete dönük yaklaşımlarını da maddeler halinde sıralayarak anlamamızı sağlamış. Bu bağlamda şuan iktidarda bulunan eğilimin yaklaşımının yanı sıra Suruş, Bazergan ve Şeriati'nin yaklaşımlarını da ayrı bir kategoride buluşturan yazar, sonuncuların ulusal sınırları kutsamayan, kapitalist merkeze teslimiyete ödün vermeyen, daha çok pozitivist/Batıcı paradigmalara teslimiyetçi olan ulusçu yönelimlerin etkisini kırmaya dönük vurguda bulundukları tarihî İran kimliğinin İslami köklerini birincisinin liberal/Batılı paradigmalar ve kavramlarla uyumlu yönelimleriyle karıştırarak örtüştürme yoluna gitmiş.
Sonuç bölümünde geleceğe dönük vurgularındaysa yazar, birbiriyle çatışan tüm eğilimleri sahiplenme yoluna giderek bütün bunların sentezinden örülü bir gelecek tasarımı önermiş ki bu konsensüsün zemini de yazarın düşünce ekseninden anlaşıldığı kadarıyla "İran ulusu"nun refahı ve İran ulus-devletinin millî çıkarlarının merkeziliğinden örülü bir demokratik, üniter ve saygın ulus-devlet olarak karşımıza çıkmaktadır! (89-122)
Muhammed Hubruyipak:
(O da nasıl oluyorsa) "etnik meseleler uzmanı" olarak takdim edilen Dr. Hubruyipak'ın federalizmi İran'la da sınırlı kalmayarak evrensel ölçekte karalayan yazısı başlığı ve girişiyle daha baştan sırıtmakta.
Daha yazısının girişinde Mevlana'ya atfedilen "Efendi, sen önce vatanı tanı!" sözündeki "vatan" terimini tahrif eden yazar, federalizmi çok yüzeysel saptamalarla sorguya çekip idam sehpasına oturttuğu yazısında bu talepte bulunanları da genellemeci bir tutum ve müstehzi bir edayla kendince eleştirme yoluna gidiyor.
Gerek yaşadığı dönem ve gerekse de mensup olduğu ekol açısından "vatan" kavramını bugünkü anlamda kullanması neredeyse imkânsız olan Mevlana'nın bu kavramı olsa olsa bir kısım "arif"in insanı evrendeki küçük kâinat olarak tanımladığı şekliyle kullandığı ve dolayısıyla insanı "kendini tanıma"ya çağrıda bulunduğu söylenebilir.
Yazar çok genellemeci vurgularla bütün federalizm taleplerini mahkûm etmekte ve dolayısıyla bu talepte bulunan tüm kişi ve kesimleri de politik rant elde etmek için yerelciliğe ve etnik azınlık milliyetçiliğine soyunmakla suçlamaktadır. Alternatif model olarak da üniterizmi sunan yazarın üslubu ve diyalektiği MHP'yi aratmıyor.
Etnik azınlık pozisyonuna düşürülmüş topluluklar arasından bazı seçkinlerin ezen milliyetçiliğe karşı tepkisel bir zeminde ezilen etnik azınlık milliyetçiliğine savrulmalarını yazar abartarak ezilenler, hakları gasp edilenlerin önüne bu durumu bir kader olarak algılamalarını ve dolayısıyla her türlü çoğulcu talepten kendilerini yalıtarak İran'daki egemen Fars ve Şii unsurun siyasal ve kültürel belirleyiciliğinde bir bütünleşmeye gitmeleri gerektiğini zımnen de olsa ifade etmektedir. Öyle ki yazar İran'ın da tarihî/kurucu unsurlarından olan Kürtlerin Türkiye, Irak, Ermenistan, Suriye ve Azerbaycan olarak isimlendirilen toprakların yerlisi olmadıklarını iddia edebilecek kadar araştırmacısı olduğu söylenilen etnolojik ve coğrafi bilgiden yoksun olduğunu ortaya koymaktadır. (125) Diğer yandan yazar İran'ı neredeyse Fars unsuruyla özdeşleştirerek diğer etnik unsurların ayrılık ve özerklik yönündeki taleplerini bastırdığı halde Fars unsurunun merkeziliğini tartıştırtmayarak ulusalcılığın doğasında var olan o paradoksa düşüyor. Bütün etnik unsurları dilsel, kültürel, siyasal vb. her türlü özerklik talebinden soyunmaya ve farklılık vurgularını terk etmeye çağıran yazar, toprak, dil ve kültür temelli İran millî kimliğinin bütünlüğünün sağlanması gerektiğini belirterek farklılıkların ve taleplerinin ancak bu bütünlüğü korumayı gözettikleri oranda meşru olabileceklerini söylüyor. Bu ortak paydayı oluşturmakta da İran kimliğinin İslam öncesi referanslarını öne çıkaran yazar, İslamî değerlerin kaynaştırıcı işlevini göz ardı ederek Kürdüyle Farsıyla bütün İranlı toplulukların newrozu, Rüstem'i ve Kawa'yı sahiplendiklerini belirtmekte ve dolayısıyla öne çıkarılması gereken değerlerin de bu ve benzerleri olması gerektiğini kaydetmektedir. (125-127)
Yazar küreselleşmeye de yine aynı ulusçu perspektifle karşı çıkmakta, küreselleşmenin millî özelliklerimizi ortadan kaldıracağını belirterek onu da tehdit konseptine oturtmaktadır. Olması gereken küreselleşme ise bütün büyük ulus-devletlerin birbirlerinin ulusal çıkarlarına saygı duymaları ve bunu her platformda gözetmeleridir! (127)
Sonuç olarak radikal İslamcı kadronun devrimden sonra izlediği politikalarla İran'ın millî kimliğini zayıflattığından yana serzenişlerde bulunan yazar, devrimin (yetersizliklere rağmen en azından ilke olarak) çoğu Müslüman olan İranlı farklı etnik toplulukların fıtrî taleplerini ya da farklılıklarını anayasal güvence altına alma ve onları aidiyet duydukları İslami değerler ekseninde örgütleme çabalarının federalizm/özerklik taleplerini azdırdığını, bunun da İran millî kimliğinin gününü ve geleceğini tehdit ettiğini ifade ederek devrime milliyetçi cepheden saldırıyor.
Ebu'l-Fazl Dilaverî:
Allame Tabatabaî Üniversitesi Siyasal Bilimler Öğretim Görevlisi olan Dilaverî'nin makalesi gerek üslup ve gerekse de içeriği açısından kitaptaki önemli çalışmalardan birisi olarak nitelendirilmeye değer. İran'daki modern sosyal ve siyasal yapıyı ve bunu oluşturan geleneksel ve modern sosyal ve siyasal dinamikleri kimlik algıları ve siyasal tutum ve yaklaşımlarıyla birlikte ele alarak etraflıca analiz eden makale bu özellikleri dolayısıyla oldukça öğretici.
Yöntemsel açıdan yeni yeni gelişmeye başlayan kent sosyolojisine de önemli bir katkı olduğunu düşündüğümüz bu nitelikli çalışma modern dönemden devrime değin İran'da yaşanan çok yönlü değişimleri, nüfus ve okuma-yazma oranlarını, çeşitli zamanlarda farklı kentleşme düzeylerini, sanayileşmenin getirdiği yeni sınıfları, bu zeminde beliren kimlik arayışlarını, bölgesel/sınıfsal eşitsizlik ve uçurumları, siyasal/ideolojik tutum ve çatışmaları ve bunların iktidar süreçlerine yansımalarını ortaya koyarak bütüncül bir İran fotoğrafı çekiyor. Diğer yandan yazarın devrim sürecini ve sonrası uygulamaları da yine bu açılardan ele alarak öncesi dönemlerde ortaya konan tabloyla karşılaştırması da İran'ı daha gerçekçi, adil ve bütüncül bir şekilde tanımamıza katkı sağlıyor. Ayrıca devrimden bu yana gelişen sürecin ortaya çıkardığı üç kuşak tiplemesi ve bu ortamda beliren kuşaklar çatışmasını da çeşitli yansımalarıyla birlikte ele alan özelliğiyle de ufuk açıcı gördüğümüz bu çalışmanın İran okumalarında mutlaka göz önünde bulundurulması gerektiği kanaatindeyiz.
Şunu da belirtmekte fayda var ki bu Dilaverî de yine diğer birçokları gibi olaylara yaklaşımda ulusal perspektiften yeterince arınamamanın getirdiği sorunlu tahlilleri bünyesinde barındırmaktadır. Söz gelimi yazar, daha çok kentleşmenin daha çok kültürlenmeyi getireceğini ve bunlar sonucunda uluslaşmanın da en yüksek seviyesine ulaşacağını belirtmekte ve İran modernleşmesinin miladı olarak kabul edilen Meşrutiyet devrimi ve Tütün hareketinin de İran'da uluslaşmanın en yüksek seviyesi olduğunu söylemektedir. (146) Yazar bunu tasvip ettiğine göre ulusal perspektiften yeterince arınamamış henüz. Diğer yandan ulus olgusunun hangi özelliğini öne çıkarıp tasvip ettiğini bilmediğimiz yazarın iddia ettiğinin aksine şunu söyleyebiliriz ki, tıpkı Osmanlı'da da olduğu gibi İran'da da bu süreçlerde birlikteliği sağlayan olgu her şeyden önce emperyalizme ve iç istibdata karşı dayanışma zeminiydi ki bu zeminde buluşan kişi ve kesimlerin her biri farklı bir ideolojik kimliğe sahip olup toplumu ve siyaseti yeniden yapılandırma projelerinde çeşitlilik söz konusuydu. Nitekim yazarın resmettiği bütüncül İran manzarasındaki ideolojik/kimliksel arayışlar ve siyasal çatışmalar da İran özelinde bunun somut göstergesi. Sonuç olarak saf anlamda yukarıdan aşağıya doğru homojen bir ulus oluşturma projesi veya çatışan farklı çıkar grupları ve ideolojik eğilimlere sahip olan gruplar ve topluluklar arasında seküler değerler temelinde bütünleşme sağlama politikası diğer birçok ülkede de olduğu gibi İran'da da başarılı olamamıştır. Ki zaten seküler temelde kendini sunan ve muhataplarından gönüllü bir itaat, bağlılık ve sadakat isteyen geniş ölçekli ve mütekamil anlamda bir ulusal bütünleşme ya da homojenleşme iddiası oldukça ütopiktir ve ulusçu teorisyenlerin zihnindeki bu ütopya muhtemelen salt bir ideal olarak kalmaya da devam edecektir.
İran'daki mevcut duruma ve devrimin muhtemel geleceğine de değinen Dilaverî, İslamcıları da kendi aralarında kategorize ederek muhalif kanadı "ılımlılar" kavramıyla isimlendiriyor. Şah döneminde otoriter bir zeminde icra edilen seküler bir İran ulusu inşa etme projesinde ortaya çıkan tablo ve izlenen yöntemler Kemalist otoriteryanizm ile paralellikler arz etmesi açısından dikkat çekici. Diğer yandan yazar İran tartışmalarında sıkça düşülen o "radikaller" ile "ılımlılar" ya da başka bir tanımlamayla "muhafazakârlar" ile "reformistler" arasında taraf belirleme tuzağına düşmüyor. Gelinen durumda İran'daki en önemli ideolojik/kimliksel kamplaşmanın "ılımlar" ve "radikaller" olarak tanımlanan unsurlar arasında yaşandığını kaydeden yazarın bunlardan her hangi birine çağrı yapmaması bu çalışmayı özgün kılan hususiyetlerinden.
Sonuç olarak yazar popülist olarak nitelendirdiği "ılımlılar"ın da "gözü dışarıda" ya da dış müdahale ve kışkırtmalardan umutlanan daha başka muhalif kesimlerin de İran için bir alternatif gelecek tasarımı ortaya koyamayacaklarını belirtiyor. Aynı zamanda İslamcılık içerisindeki iktidarda bulunan radikalleri de Şah'ın otoriter yönetimini çağrıştıracak tutumlardan sakınmaya çağıran yazar toplumun lehine olacak politikalar geliştirmeye, sivil haklar ve özgürlükler alanını daha fazla genişletmeye ve muhalif seslere karşı tahammüllü olmaya çağrı yapmaktadır. Bu önermeleriyle İran'da maalesef seslerini pek de duyamadığımız ıslahçı çizgiye yelken açan yazara göre İran'da mücadele edilmesi gereken en önemli sorunlardan birisi "lümpenizm" olarak tanımlanan ve özellikle de gençlik kesimleri arasında giderek yaygınlaşan kültür biçimidir. (137-169)
***
Önemi dolayısıyla birinci bölümü üzerinde durduğumuz bu kitabın "Alan İncelemeleri" isimli ikinci bölümü İran'daki etnik sorunları incelemektedir. Devrim öncesi ve sonrasında İran'da Azerî, Kürt, Arap ve Belucî kavimlerine karşı izlenen politikaları ana konu olarak belirleyen bu çalışmaların her biri yukarıda isimleri anılan unsurların yaşadıkları vilayetlerden hareketle İran'daki durumu çözümlemeye çalışmışlar. Söz konusu kavimlerin kimliklerinin tarihî kökleri, İran toplumsal ve siyasal yaşamındaki konumları, devrimden sonra bunlara dönük izlenen politikaların niteliği ve bu topluluklar arasından üreyen milliyetçi hareketlerle ilgili olarak çok önemli bilgiler içermektedir bu yazılar. Dolayısıyla Kürt sorunuyla ilgili çalışma haricinde bu bölümdeki diğer makalelerde hâkim olan kadim İran ulusçusu perspektif atlandığında bu çalışmaların İran okumalarımızı olumlu anlamda besleyeceği kanaatindeyiz. Bu bölümde gerek muhtevası ve gerekse de perspektifi itibariyle sağlıklı bulduğumuz makale ise Kürt sorununu konu edinen makaledir.
***
Sonuç Yerine
Yazarlar ve makaleleri üzerinden özetlemeye çalıştığımız bu kitabın –bir iki istisna haricinde- İslami kimlik ve değerleri gözetmeyen bir perspektifi belgelediğini söylememiz mümkündür. Dolayısıyla İran'daki reformist akademik camianın mini bir özeti mahiyetinde de olan bu edisyon çalışmasından anlaşılmaktadır ki İran'da "reformist" olarak tanımlanan kanat fikrî bir homojenliğe sahip değildir. Ancak İran tarihi, toplumu ve siyasetine ilişkin değerlendirmeleri farklılıklar arz etse de özellikle de İslamî değerlerin siyaseti ve toplumu belirlemesine karşıtlık zemininde buluşmakta olup kalkınmış, çağdaş ve "uluslar arası toplum" nezdinde saygın bir İran'ın ancak (İslam dışında) şu ya da bu ideolojik paradigma ile yapılandırılmış bir ulus-devlet ile mümkün olabileceği paydasında birleşmektedirler. Kuşkusuz ki İslamcılık içindeki farklı bir çizgi olarak belirtilen "ılımlılar" arasından da bu kampa yerleşenler ya da bu zemini potansiyel bir imkân olarak algılayanlar yok değildir.
Sonuç olarak bu ve benzeri eserler tespitler düzeyinde içerdikleri olanca olumluluğa karşın usulî bir yeterlilikle okunmak durumundadırlar. Bu usulî yeterliliğe sahip olanların ise çağa, topluma ve insanlığa dönük farklı çözümlemeleri olan "dışımızdakiler"in adil bir zeminde tanınması ve bunların "içimizdekiler" üzerinde oluşturdukları olumsuz etkileri dönüştürüp ıslah etmek için gerek ferdî planda ve gerekse de kolektif zeminlerde mutlaka takibe alıp etüt etmeleri gerekmektedir.