İran, Suriye ve Biz "İslamcılar" Yanıbaşımızdaki Barbarlık ve Fıkhımız
Bismillahirrahmanirrahim…
Allah’a hamd, Rasûl’üne selatu selam olsun.
Yanı başımızda büyük bir barbarlık yaşanıyor. Bu yer öylesine yakın ki sadece top sesleri değil, kardeşlerimizin boğazlanırken attıkları çığlıklar da işitiliyor. Ama suni ulusal sınırların kalbimizde, kulağımızda ve gözlerimizde yaptığı tahribat bu seslerin duyulmasını, bu katliamların görülmesini ve yardıma gidilmesini engelliyor. Özbeöz kardeşlerimiz olan bu mazlumların on binlercesinin öldürülmesi, yüz binlerin işkencehanelere tıkılması ve milyonların iç ve dış göçlere mecbur bırakılması bile bizi ciddi bir hareketlenmeye sevk etmiyor. Katliama uğrayan bir halkın mensubu olarak ciddi tecrübe sahibi Bosna-Hersek liderlerinin Suriye’de yaşanılanlarla, Bosna’da yaşanılanların aynı olduğuna dair beyanları ve Sbrenica katliamına benzer katliamlar konusunda uyarmaları da kimseyi yerinden oynatamadı.
Genel halkın bu tepkisizliği bir yana “İslamcılar” bile görmedim, duymadım, işitmedim seronomisine katıldılar. (Başta İHH, Özgür-Der ve Köklü Değişim dergisi çevreleri olmak üzere, bazılarını bundan tenzih ederek söylüyoruz.) Bu çevre ve şahsiyetler kendilerini konuşmak zorunda hissettiklerinde ise tavırsızlığı besleyici, kafa karıştırıcı ve muğlâk ifadelerle konuşmayı tercih ettiler. Bunların çoğu ulusalcılıktan uzak oldukları için onları etkileyen şeyin, ulusal sınırlar ve değerler olduğunu söylemek onlara haksızlık olacaktır. Kaldı ki bu insanlarımızın çoğu genel anlamda İslam ümmetinin yararını gözeten ve buna göre tavır alan şahsiyetlerdir. Bu nedenle bu insanlardaki bu büyük yanlış tavrın sebebi, kanaatimizce İran ve Hizbullah’ın barbar Baas rejiminin yanında yer almasından kaynaklanmaktadır. Emperyalistlerin projelerine alet olmama, ya da İsrail karşıtı bloğun zayıflatılmaması gibi faktörlerin ise bu şahıslar üzerinde ikinci derece bir etkilerinin olduğunu söylemek yanlış olmasa gerektir. Ayrıca Suriye halkının katliamında sesiz kalanların veya halkın direnişini itham altında bırakanların büyük çoğunluğunun aynı zamanda İran’la güçlü ilişkiler içinde oluşları da İran faktörünü önemsemeyi zorunlu kılmaktadır. Bu nedenle İran’ın bu duruşunun üzerinde durmak faydalı olacaktır. (Hizbullah’ın direk Velayet-i Fakihe/İran’a biatli olması onun üzerinde ayrıca durmayı gereksiz kılmaktadır.)
İRAN İSLAM DEVRİMİ SÜRECİ
Bilindiği gibi ABD’ye rağmen, 11 Şubat 1979’da gerçekleşen İran İslam devrimi birçok yerde olduğu gibi Türkiye’de ki “İslamcılar” üzerinde de büyük tesirler bırakmıştır. Devrimin İslami değerleri merkeze alışı; başta ABD ve Rusya olmak üzere küresel ifsad güçlerine karşıt bir noktada kendini konumlandırması; birçok bölgede İslam devrimi özlemi içinde olan grupların çabalarını desteklediğini deklare etmesi ve bazılarını desteklemesi; sade yaşantısından ödün vermeyen devrim lideri Ayetullah Humeyni’nin görece Şii ve Sünni ayırımındaki mutedilliği, ulusalcılıktan öte İslamcılığı gözeten bir devlet politikasını öncelediğini ortaya koyan beyan ve tavırları dünyadaki birçok İslamcı kesimi derinden etkilemesine sebep olmuştur.
İslami bir devrime/devlete hasret kalmış olan birçok çevre ve hareket için yeni bir kan ve ümit kaynağı olan bu devrimin mezhep ve kavim farklılığı önemsenmemiş ve normal şartlarda reddedilen yanlış gayb ve Bâtıniliğe yakın anlayışlarına sahip oluşları da genel siyasi İslami duruşları nedeniyle görmemezlikten gelinmiştir. Şüphesiz bunda ABD’nin başını çektiği şer güçlerin devrimi bastırma çabalarının ciddi bir etkisi olmuştur. Zira dünyada var olan kapitalist ve komünist paktlara rest çeken ve Müslüman halkları İslam devrimine ve diğer mustazafları da Amerika’yla mücadeleye çağıran bu devrim, anında bastırılmaya çalışılmış ve bugünkü Suriye’nin ikizi olan Irak Baas rejimi üstüne saldırtılarak yok edilmeye çalışılmıştır. Doğal olarak tüm İslamcılar (istisnalar hariç) İran İslam devriminin yanında yer alırlarken, ABD’nin müttefikleri ve Arap coğrafyasının tüm diktatörleri (Esed ve Kaddafi diktatörleri hariç) Saddam’ın yanında yer almışlardı.
Bu sürede İran devrimine destek olan İslamcı gruplar çeşitli şekillerde İran’ı, daha iyi tanımaya ve İran’la ilişki kurmaya çalıştılar. İlişki kurmaya çalışanlar mezhep ve ulus-devlet gerçeğiyle yüz yüze kaldılar. Zira gruplardan istenilen mezheplerinin benimsenmesi, ya da en azından mezheplerinde kalacak olsalar bile onlara kesin biat/itaat edilmesiydi. Bu durum İhvan vb. bazı hareketleri düşmanlığa düşmeden İran’la aralarına belli bir mesafe koymalarına neden oldu. Diğer gruplar ise ya Şiileştiler, ya da en azından İran’a biat ederek İran devriminin etki alanına girdiler. (Şüphesiz İran’a biat etmemelerine rağmen ilişkilerini daha canlı tutmaya çalışanlar da oldu ama bunlar sürekli üvey evlat muamelesi görmeye devam ettiler.)
Bununla beraber Ayetullah Humeyni döneminde, yaklaşık olarak devrimin önceliğinin sırasıyla İslamcılık, İsna aşerecilik ve daha sonra İran ulus devleti olduğunu söyleyebiliriz. Vefatı sonrası ise bu sıralamadaki öncelik Şiicilik, İslamcılık ve İran ulus devletine dönüştü. Son zamanlardaki öncelemenin ise İran ulus devleti, Şiicilik ve İslamcılık şeklinde ortaya çıktığını söylememiz yanlış olmaz.
İran İslam devriminin baştan beri ciddi sorunları vardı. Bu sorunlarının en büyüğü devrimin liderlerinin bile istenilen anlamda Kur’an’ı en öne alarak meseleleri değerlendirme bilincinden uzak oluşlarıydı. Devrimin en iyilerinden ve liderlerinden olan Ayetullah Humeyni’nin İslam Fıkhında Devlet kitabı ve vasiyetnameleri, Ayetullah Mutahhari’nin Hatemiyet adlı eserleri bu gerçeği yeterince ortaya koymaya kâfidir. (Kur’an’ı zanni haberlere, mezheplerine, meşreplerine, üstatlarına mahkûm etme sorunu maalesef ümmetimizin en büyük sorunu olmakla beraber bu zaaf Bâtıni eğilimdeki hâkim İran kültürünün tesirinde olanlarda ne yazık ki daha fazladır.)
İran İslam devriminin ikinci handikabı Şia mezhebinin kültürüne ait olmasıydı. (Şia mezhebinin gulat kolları için -Suriyedeki Nusayriler gibi- bir şey söylemeye zaten gerek yok. Çünkü bunlar İsna aşeriye gibi Şia mezheplerince de yoldan çıkmış sapıklar olarak eleştirilirler.) Zira İran devriminin gerçekleştiği İran coğrafyasının hâkim mezhebi İsna aşeriyeydi ve bu mezhebe göre on iki imamın masumiyetine inanmak itikadi bir zorunluluktu. Bu durum zorunlu olarak onları kâfirleri İslamlaştırmaktan öte, kendilerine yakın duran İslamcıları öncelikle Şiileştirmeye, kendilerince itikaden ıslaha sevk etme tehlikesini taşıyordu ve maalesef böyle de oldu. Devrim yıldönümlerine davet edilen şahsiyetlerin gittikleri gibi yoğun bir mezhep propagandasına maruz kaldıklarına dair özel sohbetlerdeki beyanlarına sanırım birçok kişi şahitlik eder. Ayrıca yaşadığımız coğrafyada İranlı propagandistlerin etkisiyle ülkemizde yaşanan yoğun Şiileşme olaylarına da hepimiz tanıklık etmişizdir.) Nitekim birçok Sünni grup ve İslamcıların mezhepleri önemsemeden beraber hareket etme yaklaşımına bizzat devrimin önderleri şiddetle karşı çıkmış ve mezhebi önemsememenin, dini önemsememe anlamına geldiğini beyan etme ihtiyacını duymuşlardır. Nitekim Ayetullah Mutahhari Türkçeye çevrilen Hatemiyet adlı eserinde bu tavrını açıkça ortaya koymaktadır. Aynı mantığın bir sonucu olarak İran İslam devriminin üçüncü bir zaafı da ulusal devlet olma sorunuydu. Bu ulusal devletin çok güçlü bir gelenekten gelişi, sahip olduğu tarihî ve kültürel kodları işini daha da zorlaştırıyordu. Devrim liderinin rehberliğiyle İslam öncesi pers kültürüne aidiyeti simgeleyen bayraktan vazgeçiş, devletin resmi adının İran İslam Cumhuriyeti olarak değiştirilmesi vb. birçok güzel adıma karşın, köklü geleneği aşmak yine de çok kolay değildi. Bu güçlü ulusal kültürle, ümmetten ayrıştırıcı güçlü mezhepçilik içiçe geçince, İran İslam devriminin işi daha da zorlaşıyordu. (Yukarıda da değindiğimiz gibi İsna aşeriye mezhebi farklılıkları itikadi düzlemde değerlendiriyordu. Bunun yanı sıra İslam ümmetinin içinde azınlık olma ve büyük parçanın Peygamber’e ihanet ettiğine dair ülke psikolojisi de işi zorlaştıran başka bir unsur olarak ayağını bağlıyordu.)
Yukarıda sıraladığımız ve buna benzer zaafların, İran İslam Cumhuriyetinin politikalarını içte ve dışta etkileyeceğini tahmin etmek zor değildir. Biz bu zaafların esas konumuz olan İran-Suriye ilişkisini ne oranda etkilediğinin üzerinde durmaya çalışalım.
DEVRİM SÜRECİNDE İRAN-SURİYE İLİŞKİSİ
Devrim sonrasında İran’a Saddam eliyle açılan savaşta bu coğrafyada destek veren ender ülkelerden biri Libya, diğeri de Suriye’ydi. Diğer coğrafyalar da Romanya, Küba vb. bazı muhalif ülkelerdi. Elbette özellikle Suriye’nin İran’dan yana tavır almasının altında yatan sebebi tek bir faktörle açıklamak yanlış olacaktır. İkizi Irak Baas rejimiyle rekabetinden yer aldığı muhalif sosyalist Arap milliyetçiliği cephesine varıncaya kadar bu desteğin birçok sebebi vardır. (Nitekim Libya diktatörü de sosyalist Arap milliyetçiliği cephesinde yer alıyordu. Ama bütün bunların yanında şüphesiz İran’ın Şia geleneğinden gelmesinin de özel bir yeri olduğunu tahmin etmek de güç değildir. Nitekim Suriye rejiminin Sünni kesime mensup bazı grupları Şii mezhebine yönlendirmeye çalıştığını biliyor oluşumuz, bu öngörüde bulunmamızı kolaylaştırıyor. -Ayrıca İran’daki bazı kesimlerin Nusayrilik anlayışını yanlış bulmalarına rağmen, son tahlilde Suriye devletini Hz. Ali’nin sevgisinde ortak oldukları Alevi bir devlet olarak görüşleri de bu iddiamızı destekliyor.-) Sebebi ne olursa olsun savaşta olan bir İran devriminin kendisine destek veren bir ülkeye sempati duyması, kendisinden silah alması ve uluslararası arenada makul ölçüler içinde müttefik olması anlaşılır bir şeydi. Bununla beraber bu ilişkinin İslami sınırlar içinde kalması gerekliliği de ortadaydı. Peki, İran İslam Cumhuriyeti bu sınırlara gerektiği kadar riayet edebildi mi? Maalesef hayır. Zira kendisine destek olan katil Baas rejimi, bir yandan İran’a destek olurken diğer yandan zulümleriyle silahlı isyana zorladığı Müslüman Kardeşler hareketini korkunç bir barbarlıkla katliamdan geçiriyordu. Sadece Hama’da 40-50 bin müslümanı şehit ediyor, Müslüman kadınların namuslarını kirletiyor, on binlercesini işkencehanelere yığıyor, babalarının akıbetini soranları bile 10-15 yıl mahkemeye çıkarmadan hapishanelerde süründürtüyordu. Öyle ki sadece Müslüman Kardeşlere üye olma veya evinde Seyyid Kutub’un Fizilali’l Kur’an’ını yakalatma ölüm cezası için yeterliydi. Durum böyleyken İran İslam Cumhuriyetinin çaresizliğinden kardeşlerine yardım edememesini anlamaya çalışabilir ve kendisini mazur görebilirdik. Ama ne yazık ki, İran yardım etmeyi bir yana bırakalım, ayrıca orada katledilen 40-50 bin Müslüman Kardeşler mensubunu Amerika’nın ajanları olarak itham ederek, o mazlum Müslümanları töhmet altında bırakma gibi büyük bir vebali yüklenme yoluna gitti. (Maalesef İran’ın bu büyük yanlışı, Suriye İhvanına mensup bazılarını da başka yanlışlara sürükledi. Nitekim rahmetli Kelim Sıddiki gibi İran İslam devriminin bağımsız ve güçlü destekçileri de, İran’ın Hama katliamındaki tavrını yanlış bularak, devrimin bu süreçteki tutumunu eleştirme ihtiyacını hissediyorlardı.)
İRAN’IN SURİYE’DE YERE ÇAKILIŞI
İran İslam Cumhuriyetinin bugünkü Suriye politikasına gelince; maalesef bugün İran İslam Cumhuriyetinin ve dolayısıyla Hizbullah’ın Suriye politikası ise İslami açıdan tam anlamıyla bir yere çakılmaya karşılık geliyor. Çünkü bilindiği gibi bu yeni süreçte başta Tunus ve Mısır’da olmak üzere gerçekleşen halk hareketlerini İran İslam Cumhuriyeti, İran devriminin olumlu yansımaları olarak nitelendirip büyük bir heyecanla destekledi. Ama bu intifadalar Suriye’ye sıçrayınca, sanki Suriye’de adil ve hukukun üstünlüğünü gözeten özgürlükçü bir İslam devleti varmışçasına, halk hareketlerini Amerika ve batının tesirindeki ajanlar olarak lanse etmeye ve katil/barbar Nusayri rejimini bütün gücüyle desteklemeye girişti. Üstelik bunu Hama katliamı sırasındaki gibi sadece beyanatlarla da sınırlı tutmadı. Ekonomik, askeri, lojistik, diplomatik vb. alanların tümünde katil/barbar sosyalist Nusayri rejimiyle beraber hareket etme yoluna gitti. Öyle ki Suriyeli direnişçilerden bazı Müslümanlar, Lübnan işgali sırasında kendilerine destek verip beraber savaştıkları Hizbullah’ın kendilerine yardıma geleceklerini beklerken, bir anda kendilerini Hizbullah ve İran’la bir savaşın içinde bulmanın hüznünü, acısını ve şokunu yaşadıklarını itiraf etmektedirler. (Birçok fert ve kuruluş gibi, Diyarbakır AGİD sağlık ekibi de direnişçilere yaptıkları ilaç yardımları sırasında bu hayal kırıklıklarına bizzat tanıklık ettiklerine şahitlik etmektedirler.)
Şüphesiz ki İran İslam Cumhuriyeti ve takipçisi Hizbullah’ın bu politikalarını hiçbir sebep meşrulaştıramaz. İçinde bulundukları şartlarını ve imkânlarını göz önünde bulundurup mazeretler ileri sürerek yardım etmeme durumları biraz olsun anlaşılabilirdi. Ama katillerle beraber Müslümanları veya mazlumları öldürmelerinin izah edilir hiçbir tarafı olamaz. Bilindiği gibi zalimler tarafından, Müslümanlara, masum bir insanı öldürmeleri ya da birçok kayıplara neden olacak savaş dayatılsa, Müslümanlar hiçbir şekilde masum insanın kanına girme mazeretine sahip olamazlar. Burada vahye tabi olmayan bir aklın maslahat tanımları geçerliliğini yitirir. Bu çerçevede stratejik ortaklık, direniş cephesini zayıflatmama gibi hikâyelerin masumların kanlarını meşrulaştırmayacağı açıktır. Aksi takdirde padişahların çok büyük fitnelere sebep olur diye kardeş katline girişmelerini Müslümanlar olarak nasıl eleştirebiliriz? Ulus devletlerin reel politik ihtiyaç ve çıkarlarından hareketle adaletten uzaklaşmalarını nasıl kınayabiliriz? Fert ve grupların, mesela Fethullah Gülen Hoca’nın maslahat gereği Amerika’nın politikalarına karşı çıkmamasını nasıl İslami açıdan mahkûm edebiliriz?
Bilindiği gibi İslam emrolunduğumuz gibi dosdoğru olmamızı ve zalimlere asla yaklaşmamamızı emretmektedir. (Hud/113-114.) Fert, aile, cemaat ve devlet olarak hiç kimsenin kendisini gereğinden fazla önemseyip hikmetlilerin en hikmetlisi olan Yüce Allah’ın koyduğu ilkelerin üstünde kendisini görmesinin meşru hiçbir temeli olamaz. Nitekim Rasûl’ün (s) çok iyi niyetler ve Müslümanların maslahatları adına Kureyş’in ileri gelenleriyle ayrı oturma düşüncesine bir an sahip olması bile, Yüce Allah tarafından şiddetlice eleştirilir ve bunun asla kabul edilemeyeceği kendisine ifade buyrulur. (Enam/56) Nerede kaldı ki sözüm ona maslahatlar ve devrimin veya direniş hattının varlığının sürmesi adına on binlerce Müslümanın kanının dökülmesinin meşruluğu/İslamiliği söz konusu olabilsin!
HUDEYBİYE ANLAŞMASI ZALİMLERE DESTEK OLMANIN MAZERETİ OLABİLİR Mİ?
Bu meselenin anlaşılması için yanlış anlayışlara dayanak yapılan Hudeybiye Anlaşmasının üzerinde biraz durmakta fayda var. Bilindiği gibi Rasûlullah(s) Mekkeli müşriklerle, Hudeybiye diye anılan bir anlaşma yapmıştı. Bu anlaşmanın bir maddesi de Mekke’den gelip Medine’ye sığınanların geri verilmesi yönündeydi. Bu anlaşma yeni imzalanacaktı ki müzakereyi yürüten Süheyl bin Amr’ın oğlu Ebu Cendel Mekke’den kaçarak Müslümanlara sığındı. Rasûlullah’ın tüm ısrarına rağmen babası, Ebu Cendel’i antlaşma dışında tutmaya yanaşmadığı gibi, Ebu Cendel’in kendisine teslim edilmemesi durumunda antlaşmayı da imzalamayacağını kesin bir dille belirti. Rasûlullah da heyette bulunan Mikrez’le Huvaytıp’tan Ebu Cendel’i himayelerine alıp işkence ettirmeyeceklerine dair güvence aldıktan sonra onlara teslim etti. Bu maddeden anlaşılan temel hususun şu olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır: Rasûlullah ve Medineli müminler anlaşmanın yapıldığı an itibariyle Mekkeli Müslümanlar da kendilerine sığınanlara yardım yapamayacaklarını ilan etmiş oluyorlardı. Rasûlullah ve müminler yardım yapamamalarının nedenini de açıkça ifade ediyorlardı. Siz bizim kardeşimiz ve dostumuzsunuz, fakat biz Allah’ı şahit tutarak Mekke’den gelenlere sığınma hakkını tanımayacağımıza dair Mekkelilerle antlaşma yaptık. Bu nedenle sizler sabretmeli, kendi mücadelenizi bizim himayemize girmeden de sürdürmeli ve başka çıkış yolları aramalısınız. Nitekim bu anlaşma gereği iade edilen Ebu Basir’in kendisini götürenleri öldürüp tekrar Rasûlullah’a geldiğinde, Rasûlullah “Ben seni ikinci kez iade etmem ama himaye de edemem. Bu nedenle dilediğin yerlere çekip gidebilir ve yerleşebilirsin.” diyerek serbest bırakıyordu. Ebu Basir de Kureyş kervanlarının güzergâhındaki mıntıkalara yerleşip, kendisine daha sonra katılanlarla beraber kervanların yollarını kesmeye başlıyordu. Bu tehlike artınca bu maddenin kaldırılması teklifini bizzat Kureyşliler yapıyor ve Rasûlullah da memnuniyetle bu yeni teklifi kabul ediyordu. Böylelikle dışarıda ikamet etmek mecburiyetinde kalan Müslümanlar Medine’deki kardeşlerine katılma imkânını buluyorlardı.
Bu anlaşma örneğinden hareketle İslam devletlerinin müşrikler/kâfirlerle beraber Müslümanları yakalama, hapsetme veya öldürme hakkına sahip olabileceğini söyleyebilmek asla mümkün değildir. Burada en fazla İslam devletleri İslami mücadelenin maslahatı adına, başka bir coğrafyadaki Müslümanlara geçici bir süre yardım edememe gibi bir politikayı yürütme iznine sahip olduklarını düşünebilirler. Yoksa Rasûlullah’a (s) İslami ölçülere aykırı olarak tek bir Müslüman’ı öldürtmeyi dayatsalardı, Rasûlullah asla o antlaşmayı imzalamaz/imzalayamazdı. Bu, çeşitli ülkelerde yaşayan Müslümanların gücü yetmediği için, İslam’ı tebliğ veya İslami organizasyonlardan dolayı hapse tıkılan ve kendilerine işkence edilen kardeşlerine yardım edememeleri gibi bir sıkıntı ve imkânsızlıktı. Müslümanların kırmızı çizgileri, en zor durumlarda bile zulmün bizzat icracısı durumuna düşürülmemektir. Nitekim hicret etmenin gerektirdiği fedakârlıklara katlanmadığı için, hicret etmeyip müşrikler arasında kalan ve can korkuları nedeniyle müşriklere katılan sözde Müslümanları, Yüce Allah münafık olarak isimlendirmiş ve öldürülmelerini emretmiştir. (Nisa/88-89.) Bu insanlara “Siz baskı altındasınız dolayısıyla Müslümanlara saldırmanız anlaşılır.” denilmemiştir. Tersine bu saldırı eyleminde bulunanlarla ilgili; “Acaba onlarla savaşabilir miyiz?” tartışmasına girenler paylanmış ve onlar hicret edip saldırıdan vazgeçmedikleri sürece Müslümanların tereddüde kapılmadan onları öldürmeleri emredilmiştir. Fıkıhta kişinin kendisini kurtarması için küfür sözünü söylemesine izin verilmişken, ölümden kurtulmak için başkasını öldürmesine izin verilmemesi de bu anlayışın bir yansımasıdır.
Bu nedenle hiçbir şekilde Müslüman fert, grup ve devletler Müslümanlar bir yana, herhangi masum/mazlum bir insanı öldürme hakkına sahip değildirler. Bu devlet ne kadar önemli olursa olsun, stratejik çıkarlar ne kadar hayati olursa olsun, durum değişmez. Bu çerçevede şunu söylemek gerekir ki; İran İslam Cumhuriyetinin Suriye politikası asla İslami ve insani değildir.
İSLAMCILAR OLARAK DURUŞUMUZ NASIL OLMALIDIR?
İslamcılar olarak duruşumuzu belirlerken, İslami ilkelerin belirleyiciliğinden asla sapmamamızın gerekliliği tartışılamaz. (Bu duruşumuz, kendi nefsimizin, ailemizin, cemaatimizin ve devletimizin aleyhine olsa bile.) Bu ilkeler de adaletten, mazlumdan, Müslümandan ve ıslahtan yana olmayı gerektiriyor. Bugün Suriye rejiminin barbarlığının tescilliğine azgın zalimlerin dışında kimse itiraz edemiyor. (Körü körüne İran’a destek olmak için muhaliflerin karşısında yer alan İrancılar da, Suriye rejiminin zalimliğini kabul ediyor ama gelenlerin yeterince İran’a yakın olmayacakları ve sözde ABD’nin rejim değişikliğini desteklediği bahanelerinin arkasına sığınıyorlar.) Halkın mazlumiyetine de kimse itiraz edemiyor. Sözüm ona itiraz edilen şey halkın yeterince İslami ilkeler içinde önceden örgütlü olmaması, (Sanki Suriye ortamı çok müsaitti de halk yeterince sorumlu davranmamış gibi) bir kesim muhalifin seküler kesimlere mensup oluşları, bazılarının liberalizmi isteyişleri vb. itirazlar yapılmaktadır. (Aynı şekilde, sanki insanların Müslüman olmamaları veya bazılarının liberal bir özgürlüğe talip olmaları, onlara yapılan zulmü meşrulaştırırmış gibi) Zalim de, mazlum da belli olduğuna göre, biz İslamcıların yeri de bellidir.
Evet, Suriye rejiminin zalimliği ve halkın mazlumiyeti “İslamcıların” ve insani duygularını yitirmeyenlerin saflarının neresi olduğunu yeterince belirliyor. Bu nedenle İslamcılar olarak elbette yerimiz mazlumların ve Müslümanların yanı olmalıdır. Bizler mazlumdan yana tavır alırken iç ve dıştaki kesimlerin nerede durduklarının çokta önemi yoktur. Zira bizler tavırlarımızın kimin tavrıyla paralelleştiğine değil, öncelikle İslam’ın ilkeleri ve Müslümanların maslahatıyla uyuşup uyuşmadığına bakmalıyız. Aldığımız pozisyonlar bazen ABD’nin, bazen Rusya’nın, bazen CHP’nin ve bazen de AK Parti’nin tavrıyla uyuşabileceği gibi, ayrışabilir de. Nitekim İslamcılar olarak aldığımız pozisyonlar Irak ve Afganistan işgalinde, Mavi Marmara olayında, Mısır devriminde (Devrim ifadesi Mursi’ye ait) ABD karşıtlığına düşerken; Çeçenistan, Suriye katliamlarında ise Rusya’nın aldığı pozisyonlara karşılık geliyordu. Aynı şey AK Parti, CHP ve BDP için de geçerlidir. Anadil konusunda tavrımız BDP’yle uyuşurken AK Parti’yle zıtlaşıyor; İmam-Hatipler konusunda AK Parti’yle uyuşurken BDP ve CHP’yle zıtlaşıyorduk. Doğu Türkistan’daki mazlum kardeşlerimize destekte de MHP’yle örtüşüyorduk. Zira önemli olan tavırlarımızda kiminle zıtlaştığımız veya örtüştüğümüz değil, İslami ilkelere uygun hareket edip etmediğimizdir.
Yanı sıra bu politikaları geliştirmeye çalışırken “İslamcılar” olarak itidalliği de elden bırakmamak ve bu itidalliği sözlerimize ve tavırlarımıza da yansıtmak durumundayız. Bu çerçevede İran İslam Cumhuriyetinin Suriye’de çuvallaması onu düşman ilan etmemize ve onun tüm politikalarını mahkûm etmemize neden olmamalıdır. Bu durum Suriye’de direnişçi Müslümanlar açıktan İran’la savaşmak zorunda kalsalar bile böyle olmalıdır. Zira bütün zaaflarına rağmen İran İslam Cumhuriyeti, Kur’an ve sünneti referans aldığını ilan etmekte ve bu çerçevede dünyada buna uygun bir politika izleme iddiasından vazgeçmemektedir. Nitekim İslami ve olumlu bir tavır olarak (mezhepçilik ve ulusalcılığının ayağına dolandığı Suriye olayı olmadan önce) yapılan intifadaları desteklediğini deklare etmekte ve bu intifadaların Siyonizm ve ABD’nin karşıtlığında geliştiğini kabul etmekteydi. Ayrıca İran’ın ve Hizbullah’ın İsrail karşıtlığının yapay olduğunu iddia etmek de isabetli olmayacaktır. Hizbullah’ın İsrail karşıtlığına ve bu uğurda verdiği bedellere hepimiz şahidiz. Bunun için Nasrallah’ın oğlunun İsrail’le savaşırken hayatını kaybettiğini hatırlamak bile yeterlidir. Elbette İran İslam Cumhuriyetinin, iç ve dış politikalarının İslamiliğini sorgulamak bir zorunluluktur. Nitekim biz geleneği Kur’an’ı kuşatacak şekilde kutsamasını, adalete uygun olmayan bir şekilde iç muhalifleri susturan baskı politikalarını veya ABD’yle Afganistan ve Irak’taki işbirliklerini (aracılar üzerinde olsa bile) İslami bulmaz ve tasvip etmeyiz. Ayrıca maalesef İran’ın yanlışlığı ABD’nin, Siyonist İsrail’in ve küresel istikbarın elini güçlendirmiş; kendisi de dahil olmak üzere yeni Mısır, Tunus hükümetlerinin ve Hamas’ın ellini zayıflatmış ve küresel istikbara; Şii-Sünni ayırımını körüklemek ve İslamcıları çatıştırmak için olumlu bir ortam sunmuştur. Bu durum ayrıca yeni intifadaların başlatılması azmini de zayıflatmıştır.
Ama bütün bunlara rağmen bir yandan bütün gücümüzle mazlum/Müslüman Suriyeli kardeşlerimize destek verirken diğer yandan İran İslam Cumhuriyetini bu yanlışından vazgeçmeye çağırmalı ve onu bu büyük hatasının özelde kendisine, genelde ise tüm “İslamcılara” büyük zarar verdiğini fark ettirmeye çalışmalıyız. Unutmamalıyız ki Kur’an’ın belirttiği gibi (Hucurat/9-10.) Müslümanlar bazen iletişimsizlikten ve bazen de bir tarafın azgınlığından dolayı karşı karşıya gelebilirler. Önemli olan bir yandan hakkın tarafını tutmak, diğer yandan bu tavrıyla azgın grubun doğru yola getirilmesini hedeflemektir.
Yüce Allah’tan dileğimiz hakkın yanında ve hak bir tutumla imtihanımızı vermeyi bize nasip buyurması ve Suriyeli Müslüman kardeşlerimizin zafere ulaştırılmalarıdır.
Son sözümüz; Hamd, âlemlerin rabbi olan Yüce Allah’a mahsustur.