Dr. Hakkı Uygur / Anadolu Ajansı
Her ne kadar son günlerde bölgesel gelişmelerin ani değişiklikler gösteren yoğun ve yüklü gündemi gözlemcilerin dikkatini çoğunlukla Suriye eksenli çatışma ihtimallerine çekmişse de komşu İran’ın iç politikasında da gözden kaçırılmaması gereken oldukça önemli tartışmalar yaşanıyor.
Öncelikle ekonomik gelişmelerden başlanacak olursa ekonomik ve siyasal gündemin adeta donduğu Nevruz tatilleri dönüşü insanların döviz bürolarına akın etmesi ülkede döviz fiyatlarının kontrolden çıkmasına neden oldu ve hükümet sabit döviz kuruna geçtiğini açıklayarak belirlediği kur dışında döviz alım satımının yasaklandığını duyurdu. Buna göre serbest piyasada 60 bin riyali geçen doların fiyatı 42 bin riyalde sabitlendi ve hükümet yurt dışına çıkacak olan kimselere gidecekleri ülkeye göre yılda bir kereye mahsus olmak üzere 500 ya da 1000 avro miktarındaki dövizin bu kurdan satılacağını açıkladı. Döviz bürolarının faaliyetleri de geçici olarak yasaklandı ve tüm döviz işlemlerinin bankalar üzerinden gerçekleştirilmesine karar verildi.
Aslında sabit kur sistemi, İran’da yeni bir sistem değil; özellikle seksenli ve doksanlı yıllarda uygulanan bu politikalar sabit resmi kur ile serbest piyasa kuru arasındaki uçurumdan dolayı suiistimale açık olduğu ve haksız kazançlara yol açtığı gerekçesiyle kaldırılmıştı. Dolayısıyla başta ekonomi olmak üzere birçok alanda reform sözü veren Hasan Ruhani hükümetinin bu tür denenmiş ve sonuç alınmamış yöntemlere başvurmak zorunda kalması, sonuçları iyi düşünülmüş bir tedbirden çok, kısa vadeli ve kamuoyundaki paniğe varan endişeleri gidermek üzere alınmış bir karara benziyor.
Hükümet döviz harcamalarını kısıtlamak amacıyla başka bir adım daha attı ve yurt dışı çıkış harçlarını yaklaşık beş kat artırarak 2.2 milyon riyale çıkarma kararı aldı. Bununla birlikte bu tür palyatif tedbirlerin ne kadar işe yarayacağı hususunda soru işaretleri bulunuyor. Özellikle sosyal medyada Trump’ın, 12 Mayıs’ta Nükleer Anlaşmadan çekilmesi halinde doların 100 bin riyale kadar çıkabileceği iddiaları seslendiriliyor. Ahmedinejad’ın ikinci döneminin ortalarında ve nükleer yaptırımların hemen öncesinde bir doların sadece 10 bin riyal civarında olduğu hatırlanacak olursa, sert ekonomik yaptırımların ülke milli para birimine olan etkisi daha iyi anlaşılacaktır. Duruma müdahil olan Ayetullah Mekarim Şirazi’nin önerisi ise kimi ulemanın ekonomiye bakışını özetler nitelikteydi: Önde gelen döviz bürosu sahiplerinin yargılanmaları ve idam edilmeleri...
Döviz kurlarındaki şiddetli artış ile ilgili diğer bir açıklama da Meclis Ekonomi Komisyonu Başkanı Muhammed Rıza Puribrahimi’den geldi. Milletvekiline göre son birkaç ay içinde ülkeden 30 milyar doların çıkarılması ve 20 milyar dolar kadar bir meblağın da bankacılık sistemi dışında tutulması gibi yanlış mali politikalar, insanların dövize hücum etmesine neden olmuş durumda.
Askerlerin artan ağırlığı ve darbe tartışmaları
Yaşanan son devalüasyon, ülkede zaten sıcak olan iç politik tartışmaları daha da alevlendirdi. Muhafazakârlar, ülkenin içinde bulunduğu iç ve dış siyasi tıkanıklıktaki paylarını inkâr ederek, kötü ekonomik gidişattan Ruhani hükümetini sorumlu tutmaya çalışıyor. Bu kesime yakın basın organlarında manşetleri süsleyen döviz rekorlarının altında daima, söz konusu durumun Nükleer Anlaşmanın ‘hediyelerinden’ birisi olduğu ileri sürülüyor. Bazı gruplar daha da ileri giderek hükümetin istifa etmesi gerektiğini savunuyorlar. Örneğin Ensar-ı Hizbullah teşkilatı lideri Hüseyin Allahkerem gibi muhafazakâr figürler, sivil ya da din adamı politikacıların ülke sorunlarına çare bulamadığını, dolayısıyla askerlerin bu işi üstlenmesi gerektiğini söylemekten çekinmiyorlar. Muhafazakâr siyasetin karizmatik liderlik boşluğunu Kasım Süleymani gibi son dönemde parlatılmaya çalışan generallerin doldurmaya çalışması, 90'lı yıllarda şekillenmeye başlayan asker-ulema ittifakının gittikçe askerlerin lehine bozulması olarak değerlendirilebilir. Askerin siyasette artan ağırlığıyla eş zamanlı olarak, son zamanda darbe tartışmalarının da ülke basınında arttığı görülüyor.
Aslında iç politikanın en tartışmalı gündemini yakın zamana kadar Ahmedinejad ve ekibinin başına gelen hadiseler oluşturuyordu. Ancak Hicri Şemsi 1397 yılına girilirken sürekli olarak Laricani kardeşler üzerinden yargıyı ve meclisi İngiltere casusluğu ile suçlayacak kadar ileri giden ve olan bitene sesini çıkarmadığı için Devrim Lideri Hameney'e açık mektuplar kaleme alan, kendisine yönelik suçlamalar ile ilgili Kasım Süleymani’yi açıklama yapmaya davet eden ve arada bir kutsal türbelerde oturma eylemi başlattığı haberleri gelen Ahmedinejad vakasına farklı gündemler eklendi. Yoğunlaşan ekonomik ve iç politik tartışmalar nedeniyle, Ahmedinejad’a yakınlığıyla bilinen 300 akademisyen ve aktivistin Hameney'e hitaben kaleme aldıkları, ülkenin gidişatından memnun olmadıklarını belirten ve mevcut durumun savunulamayacağını ileri süren mektup, çok fazla ses getirmedi.
Ahmedinejad’ın çıkışlarını gölgede bırakan önemli gelişmelerden birisi Tahran Belediye Başkanlığı üzerinde yaşanan tartışmalardı. Önde gelen reformcu isimlerden Belediye Başkanı Muhammed Ali Necefi’nin istifası çoktandır gündemdeydi. Ancak Belediye Meclisi’nin, Necefi’nin ilk istifasını kabul etmemesi üzerine Ülke Başsavcısı Muhammed Cafer Muntazeri’nin sert açıklamasından sonra Necefi’nin sağlık sorunlarını gerekçe göstererek tekrar istifa etmesi ve bu istifanın kabul edilmesi, meselenin şahsi bir karardan çok etkin güç merkezlerinin baskısıyla ilgili olduğu izlenimini güçlendirdi. Aslında belediye seçimlerinde reformcuların büyük bir başarı kazanması muhafazakâr grupların tepkisini çekmiş ve Ruhani sonrası benzer başarının cumhurbaşkanlığı seçimlerinde de yaşanması ihtimali, bu kesimleri endişeye sevk etmiş durumda. Zaten ılımlı tavırlarıyla bilinen Tahran Milletvekili Ali Mutahhari’nin, Necefi’nin gece evinde uyurken ve saygısız bir şekilde gözaltına alındığını açıklaması da istifa meselesinin karşıt kamplar arasındaki güç mücadelesinin yansıması olduğunu gösteriyor.
Farklı kesimler reform talebinde birleşiyor
İç politika tartışmalarına bir katkı da reformcu kanaat önderlerinden Mustafa Taczade’den geldi. Reformcular arasında düşünsel etkinliğiyle bilinen eski İçişleri Bakanı Yardımcısı Taczade, “resmi ya da derin devletten biri sahneden çıkmak zorunda” diyerek İran’daki iki başlı yönetim düzeninin sürdürülemeyeceği mesajı verdi. Benzer diğer bir uyarı ise Nobel Ödüllü İnsan Hakları Savunucusu Şirin İbadi tarafından dillendirildi. Uzun süredir Batı’da yaşayan İbadi verdiği bir röportajda, “artık İran’ın reforme edilebileceğine inanmıyorum” diyerek siyasal sistemde çok temel değişiklikler yapılması ve öncelikle de anayasadaki velayet-i fakih ilkesinin kaldırılması önerisinde bulundu.
Son dönemde İran’ın içinde bulunduğu durumun vahametiyle ilgili benzer uyarılar geliyor. Bu açıklamaların bir diğeri de İran modern tarihinin en köklü siyasi hareketlerinden birisi olmakla birlikte, devrimden sonraki birkaç yılda Humeyni liderliğindeki devrimcilerle bozuştukları için siyasi faaliyetleri yasaklanan Özgürlük Hareketi’nden geldi. Hareket yayınladığı bildiriyle, son yaşanan gelişmelerin yalnızca rejimin bekasını değil İran’ın birlik ve bütünlüğünü tehdit eder hale geldiğini ileri sürdü ve diğer birçok grup gibi Anayasa Konseyi’nin müdahalesi olmaksızın özgür bir referandum ve seçim düzenlenmesini istedi. Burada ilginç olan nokta Ahmedinejad, Şirin İbadi, Hüseyin Museviyan ya da Özgürlük Hareketi gibi farklı siyasi gelenekten gelen kişi ve kurumların benzer talepleri dile getirmeleri ve çok köklü reformların gerçekleştirilmemesi durumunda ülkenin yeni şiddet içeren gösterilere sahne olabileceği yönündeki uyarılarda bulunmasıdır.
Sonuç olarak Trump yönetiminin İran’a karşı tavrını yavaş ama istikrarlı bir şekilde sertleştirdiği göz önüne alındığında ülkeye uygulanan yaptırımların, 12 Mayıs’tan sonra yeni bir aşamaya geçecek olması ve Rusya ile bozuşan Avrupa ülkelerinin İran’a ambargolar konusundaki isteksizliklerini terk etmeleri, öte yandan İran karşıtı sert tutumlarıyla bilinen Mike Pompeo ve John Bolton gibi şahin isimlerin, Beyza Saray’da önemli pozisyonlara getirilmeleri, İran’ın yakın gelecekte hem ekonomi hem de dış politika alanında zorlu bir döneme girebileceğini gösteriyor.
[Dr. Hakkı Uygur, İran Araştırmaları Merkezi (İRAM) Başkan Yardımcısıdır]