İran Sevdası

MUSTAFA SİEL

Toplumsal bir sorunumuz var. Sevdim mi, tam seviyoruz. Sevdiğimizin sadece iyi - güzel olan taraflarını görüyor, kötü – çirkin olan taraflarını ya görmüyor, ya görmezden geliyor yada münasip bir kılıf uydurarak, güzelleştiriyoruz.

Tam akside sevmediklerimiz için geçerli. Sevmediklerimizin sadece çirkin - kötü olan taraflarını görüyor, iyi – güzel olan taraflarını ya görmüyor, ya görmezden geliyor yada münasip bir kılıf uydurarak çirkinleştiriyoruz.

Yani ak ve karadan başka renk tanımıyoruz. Oysa gerçekte ak ve karadan başka pek çok renk var, hepimizin gördüğü gibi. Bu konuda Kur’ana baktığımızda, Kur’an bu toptancı bakış açısı ve değerlendirmeyi reddediyor, kişi ve toplumları özel olarak değerlendirmemizi istiyor. Mesela, 3.Ali İmran Suresi 75. ayette ehli kitaptan olan herkesin aynı kefeye konmaması, kişisel bazda değerlendirilmeleri gerektiği bildiriliyor.

Bu çarpık bakış açısı kişi bazında, toplum bazında, devlet bazında, hülasa hayatın tüm alanlarında geçerli maalesef. Yani kişisel çarpık bakış açısı, toplumsal ve devlet bazındaki bakış açılarına da yansıyor. Kişiler sadece kişileri değil, toplumları ve devletleri değerlendirirken bu çarpık bakış açısını kullandıkları gibi; toplumlar ve devletlerde, kişi, toplum ve devletleri değerlendirirken bu çarpık bakış açısından kurtulamıyorlar.

Bu çarpık bakış açısı, toplumun bir parçası olan Kur’ani - tevhidi anlayışa sahip Müslümanlara da aynen sirayet etmiş durumda.

Mesela tevhidi kesimin İran’a bakış açısını ele alalım. Bizim camiada, pek dillendirilmese de, İran modern bir asrı saadet, nebevi bir İslam devleti gibi algılanır. Ufak tefek kusurları dışında, neredeyse ideale yakın bir İslam devleti olarak kabullenilmiştir İran.

Tevhidin kesimin bakış açısına göre, İran’ı yönetenlerin yaptığı her şey doğru olup, yanlış yapanlar halk ve rejim muhalifleridir. Halk geleneksel mezhebi anlayışları sürdürmekle, muhalifler ise meşru islam devletine karşı çıkmakla hata yapmaktadırlar, bizim kesimin genel anlayışına göre.

Bizim camia nezdinde, İran dışındaki İslami rejim iddiasındaki ülkeler değerlendirmeye bile değmez. Onların ne bu iddiaları, ne devlet ve halk bazındaki İslami uygulamaları dikkate bile alınmaz. Onlar baştan kaybetmişlerdir bir kere.

Aynı durum, dünyadaki diğer devletlerin İran’la olan ilişkilerinde de geçerlidir. İran’la iyi geçinen devletler iyidir, kötü geçinen devletler kötü. Düne kadar İran’la iyi geçinen bir devlet iyi iken, bu gün kötü geçinmeye başlamışsa, kötü olmuştur.

Bu devletler İslam ülkelerinde ise, halk ve devlet bazında İslami anlayış ve uygulamaları önemli değildir, önemli olan İran’la iyi geçinip geçinemedikleridir. İslam ülkesi olmayan devletlerinde, halklarına yada başka halklara zulüm yapıp yapmadıkları önemli değildir. Önemli olan İran’la iyi geçinip geçinemedikleridir.

Bizim camia tevhid ve şirk konusunda, tabiatıyla ve haklı olarak çok hassastır. Öyle ki, yatırlar, türbeler birer put; şeyhler, hocalar ve abiler birer sahte rab olarak nitelendirilir.

Ne var ki, İran söz konusu olunca unutulur bu Kur’ani - tevhidi hassas kriterler. Ne İran’daki yatırlar ve türbelerin birer put olduğu söz konusu edilir, ne de masum imam anlayışı ile velayeti fakih anlayışının kişileri rableştirme anlamına geldiği.

Bizim camiada, tasavvuf deyince tüyler diken diken olur haklı olarak. Genelde en büyük şeyhler (şeyhul ekber) olarak kabul edilen İbn-i Arabi ve Mevlana, en kafir şeyhler (şeyhul ekfer) olarak kabul ediliyor.

Lakin her iki şeyhide büyük şeyhler olarak kabul eden ve onların tasavvufi anlayışlarını aynen benimseyen Humeyni söz konusu olunca, sus pus olunuyor. Futuhat-ı Mekkiye ve Mesnevi yerin dibine geçirilip, eleştirmek için pek çok yazı ve kitap kaleme alınırken, Humeyni’nin “Hamd” ve diğer tasavvufi içerikli kitapları hakkında, fısıltılar dışında yüksek bir ses çıkmıyor pek.

Mevlana, eserlerinde meyhane ve şarap unsurlarını kullandığı için kıyasıya eleştirilirken, Humeyni’nin tasavvufi şiirlerinde aynı unsurları kullandığı söz konusu bile edilmiyor.

Eyüp Sultan Türbesi ve Mevlana Türbesi en büyük putlardan olarak haklı olarak kıyasıya eleştirilirken, Humeyni için inşa edilen altın kaplama tavanlı büyük türbe hakkında pek konuşan yok nedense.

Türkiye ve dünya Müslümanlarının genelinde mevcut bulunan mezhebi ve geleneksel şirk unsurları kıyasıya eleştirilirken, değil sıradan İran halkı, İslamcı yöneticilerinin bile ısrarla sürdürdüğü mezhebi ve geleneksel şirk unsurları hemen hiç gündeme getirilmiyor.

Bu çarpık bakış açısı, 1980 sonrası tevhidi İslamcılarının en büyük fitnelerinden birisi oldu kanaatimce. O yıllarda hattı imam anlayışı olarak savunulan bu çarpık bakış açısı, ileriki yıllarda hattı imamcıların pek çoğunun tevhidi bakış açısının bozulmasına, Şia mezhebinin mezhebi ve geleneksel şirk unsurlarının gerçek tevhid olarak benimsenmelerine, tevhidi anlayıştan fanatik Şia anlayışına savrulmalarına neden oldu. Öyleki bu evrilenler, kıraldan fazla kıralcı olarak, Şia kökenli Şiilerden daha fazla Şiacı ve İrancı oldular.

Bu bulanık bakış açısı, en keskin tevhidi söyleme sahip kişi ve topluluklarda aynen devam ediyor halen. Bir türlü objektif bir bakış açısı yakalanamıyor. Bunu neticesi olarak ta, tevhidi anlayışa sahip Müslümanlarda anlayış bulanıklığı, bir kısmında ise Şia mezhebine savrulma gerçekleşiyor.

Başta dedik ya, biz sevdik mi tam seviyoruz, sevmediklerimizden de tam nefret ediyoruz diye. Oysa 4.Nisa Suresi 135. ayette, en yakınlarımızın ve hatta kendimizin aleyhine de olsa hakka şahitlik etmemiz isteniyor bizden.

Elbette Şia ve İran düşmanı olalım demiyorum. İran rejiminin ve Şia mensubu olanların İslam ve İslamcılık iddialarını elbette ciddiye alalım. Şia mezhebi ile günümüzdeki Şia mensuplarının mezhebi anlayışlarını ve İran’ın durumunu, Kur’ani – tevhidi kriterlere göre objektif olarak, artıları ve eksileriyle beraber değerlendirelim. Ve buna göre doğru bakalım Şia’ya ve İran’a.

Sağlıklı bir bakış açısı ile, Şia ve İran’a göre kendi konumumuzu doğru olarak tesbit edelim. Elbette Şia’ya ve İran’a düşman olmayalım, lakin teslimde olmayalım. Hakkın şahitleri olmaya, Şia ve İran’ın hakka aykırı olmayan durumlarından beri olmaya çalışalım. Tabi aynı objektif değerlendirmeleri, Sünnilik ve diğer İslam olduğunu iddia eden devletler içinde yapalım.

Gerek Şii kökenden gelen ve gerekse sonradan Şiileşenlerin İran’a bakış açıları, kendi mezhebi anlayışları içinde normal karşılanabilir. Lakin tevhidi söyleme sahip olanların, İran’a bir Şii gibi bakabilmesi asla normal değildir.

Tevhidi söyleme sahip olan bizlerin, mevcut Şia ve İran yönetimimin İslam ve tevhid anlayışıyla tam olarak uyuşmamız da asla mümkün değildir. Bu kendi Kur’ani ve tevhidi söylemimizi inkar anlamına gelecektir.   

Bu bulanık bakış açısı, bulanık suda balık avlamak isteyen mezhebi taassub sahibi Şii hareketlerin ve İran yönetiminin işine gelmektedir. Bu şekilde hem kendilerini tüm dünya Müslümanlarının tek temsilcisi konumuna oturtmakta, bu konumun sağladığı avantajı İran devletinin ulusal çıkarları ve tevhidi Müslümanların Şiileştirilmesi operasyonlarında çok rahat bir şekilde kullanmaktadırlar.

İran yönetiminin ve Şia mezhebi taassubuna sahip olanların, takiyyeci ve pragmatist operasyonlarına alet olmamak, bilakis engel olmak; Kur’ani – tevhidi söylem tebliğ ve şahitliğimizi tüm dünyaya ulaştırmak ve hakim kılmak için, bu çarpık ve bulanık bakış açısından hızla sıyrılmalı; bu konudaki konumumuzu açık olarak ve yüksek sesle deklare etmeliyiz.