“Türkiye İslamcılarının 1979 İran İslam Devrimi’nden bu yana garip bir İran romantizminin etkisi altında olduklarını söylemek yanlış olmaz. Ütopik-romantizm havası, İslamcı kesimde körlük etkisine neden oluyor. Oysa İran’la ilişkiler, dış politika epistemisinin önemli argümanları olan güç, güvenlik ve çıkar çerçevesinde değerlendirilmeli.”
İRAN ROMANTİZMİ VE TEHDİT ALGIMIZDAKİ BOZUKLUK
ÖMER ASLAN - HAKAN KIYICI / STAR
Ortadoğu’daki güç dengesi, 2003 Irak işgalinden sonra bölgede giderek güçlenen ve etki alanını Lübnan ve Irak’tan Suriye’ye ve Yemen’e de yayan İran’ın uluslararası yaptırımlardan kurtulmasıyla artık yadsınamaz şekilde değişti. Batı ve İran arasındaki flörte karşı, Suudi Arabistan ve Körfez ülkeleri başta olmak üzere bölgede İran’ın artan etkisini kırmaya yönelik bir tavır ortaya çıkarken; Türkiye İslamcılarının 1979 İran ‘İslam’ Devrimi’nden bu yana garip bir İran romantizminin etkisi altında olduklarını söylemek yanlış olmaz. Devrimin ütopik-romantizm havası, İslamcı kesimde körlük etkisine neden olurken, İran’la ilişkiler dış politika epistemisinin önemli argümanları çerçevesinde -güç, güvenlik ve çıkar- değerlendirilemedi.
1979 Devrimi ülkemizdeki Müslüman kesimi öylesine etkilemişti ki Afgan cihadına katılmak üzere Afganistan’a giden mücahitlerin evlerindeki ve ellerindeki Humeyni resimleri abes kaçmıyordu. ABD’nin ‘çifte çevreleme’ politikası çerçevesinde İran’ı ‘haydut devlet’ olarak nitelendirdiği 1990’ların ortalarında ise, Başbakan Erbakan, Kemalist müesses nizamın ve Batı’nın tepkilerini göze alarak İran’ı ziyaret etti ve 20 milyar dolarlık gaz ithalat anlaşması ile İran’a manevra alanı kazandırdı. 1997 yılında yine D-8 girişimiyle, ambargo uygulamalarını ve çevreleme politkasının neden olduğu bölge içi dengesizliği gidermeye çalışan Başbakan Erbakan, MİT’in İran-PKK ilişkisini gösteren raporlarına rağmen İran’ın yanında yer alarak ülkedeki seküler kanadın yoğun ithamlarına maruz kaldı.
Eksen kayması suçlamaları
2009 yılına gelindiğinde ise bu yıl yapılan İran cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ‘Yeşil Hareket’in başını çektiği demokrasi yanlısı geniş halk ayaklanmalarının yaşandığı ve neredeyse tüm dünyanın İran’ı eleştirdiği bu dönemde, Türkiye ‘tarihi komşusuna’’anlayışlı’ ve ‘itidalli’ davranmayı tercih etti ve durumu İran’ın iç siyasal meselesi olarak değerlendirildi. Aynı yıl Cenevre’de yapılan ve İran’ın son dönem dış siyasetini en çok meşgul eden P5+1 görüşmelerinde, Başbakan Erdoğan’ın İran’ın
nükleer çabasını destekleyen ifadeleri Guardian ve El-Cezire’de yer aldı. İran, 2010 yılında BM Güvenlik Konseyi’nin İran’a uygulamak istediği dördüncü yaptırım kararını Brezilya ve Türkiye’nin BM Güvenlik Konseyi’ndeki oylamada verdiği ret oylarıyla atlatırken, Türkiye kısmen İran’a verdiği destekten de ötürü uluslararası arenada “eksen kayması” suçlamalarına göğüs germek durumunda kaldı. Türkiye’nin bu dayanışmacı ve korumacı politikasına rağmen, İran-PKK ilişkisi bir şekilde devam etti. Özellikle 2011 yılında PKK’nın önemli isimlerinden Murat Karayılan’ın İran tarafından yakalanıp daha sonra PJAK pazarlığı çerçevesinde serbest bırakıldığı iddiaları gündeme geldi ve çarpıcı olarak Karayılan’ın yakalanmasından sonra PJAK İran’da ciddi bir eylemde bulunmadı.
2011 yılında NATO’nun Türkiye’de kurduğu Kürecik erken uyarı radar sistemi ve 2012’de sınır bölgelerine konuşlandırılan Patriot savunma sistemlerine, İran sert tepki gösterdi ve bunun düşmanca bir tutum olduğunu beyan etti. İran 2012 yılında İstanbul’da Türkiye’nin ev sahipliğinde yapılan Suriye Halkının Dostları Grubu’nu ise “Suriye’nin Düşmanları” olarak tanımladı. Bu örnekler, İran’ın Türkiye’nin bu zamana kadar kendisine verdiği desteği nasıl kendi politikası ve çıkarları çerçevesinde görmezden gelebildiğini göstermesi bakımından önemli. Bugün İran bölge içerinde uzlaştırıcı değil dışlayıcı bir rol oynamakta ve diyalog yanlısı değil saldırgan politikalarını devam ettirmektedir.
Mezhepçi fitne ateşi
Türkiye’de ise İran’a yönelik romantizmden muzdarip bir kesim (yöneticiler, köşe yazarları) açık neo-Safevi saldırganlığına rağmen Türkiye’ye, ‘İran’la 400 yıldır savaşmama iradesini gösterebilmiş devlet tecrübesini ve derin hafızayı’ hatırlatıyor, Sünniler ve Şiiler arasında açılmak istenen ‘mezhepçi fitne ateşi’ne düşmeme çağrısında bulunuyor. En kötüsü, İran Dışişleri Bakanlığı’ndan üst düzey bir ismin ‘Türkiye’nin güvenliği bizim güvenliğimizdir’ sözü olumlu alınarak sütunlara taşınıyor. ‘İslam İttifakı’ önerisi karşısında ‘Suud ne zamandan beri Sünni sayılmaya başlandı?’ diye soran ‘İranzede’lerin aklına Şii İslamını sorgulamak hiç gelmiyor. Bu İranzedeler, İran, Afganistan’dan getirdiği 20 bin Şii yabancı savaşçıyı Suriye’de sahaya sürer, Afganistan, Pakistan vesair yerlerde 200 bin milisi hazırda beklettiği tehdidini savurur ve bölgede en kanlı mezhepçi politikaları izlerken, mezhepçi fitneye düşmeme sorumluluğunu ve yükünü neden sadece Türkiye’nin sırtına yüklediklerini de açıklamıyor.
Suriye ve Irak’ta Türkiye aleyhine yaşanan gelişmelerin baş müsebbiblerinden biri İran olmasına rağmen, tarafımızdan bugün bile bir ‘rakip’ olarak görülmemesi, uluslararası yaptırımların kaldırılması sonrasında öne sürülen bazı hatalı varsayımlara dayanıyor. İlk olarak, yaptırımların kaldırılması sonrasında ‘İran’ın yeniden finansal piyasalara entegre olması ve yatırımlara açılması bu ülkenin mezhepçi politikalarını törpüleyebilir’ iddiaları dile getiriliyor. Türkiye-İran ticaret hacmi -İran Rusya ile birlikte Suriye’yi kan gölüne döndürmeden ve çıkmaza çevirmeden önce- 2010 yılında, 10 milyar dolar seviyesindeydi. Ancak bu ticaret hacmi İran’ın Irak, Suriye ve Yemen’de mezhepçi politikalarını ve bölgeye emperyal gözle bakışını engellemedi.
Agresif politikaları sertleşcek
Belki de büyüyen ticaret ve karşılıklı ekonomik ilişkilerin ikili ilişkilerde barışı ve uzlaşıyı getirdiğine dair dış politika inancımızı artık bir kenara koymanın zamanıdır. Buna ek olarak, yaptırımların kaldırılması sonrasında önce Çin daha sonra İtalya çoktan İran’la milyarlarca dolarlık anlaşmaya imza atmışlardı. Fransa da benzer bir anlaşma için İran Cumhurbaşkanı’nı ağırladı. İran 100’ün üzerinde Airbus yolcu uçağı satın almak için çoktan girişimlere başladı bile. Bu durumda Türkiye-İran ticaret hacminin artması beklenmekteyse de herşeye rağmen İran’ı tehdit olarak görmeme politikamızın karşılığının öyle on milyarlarca dolar olmayacağı çoktan ortaya çıkmış oldu. Diğer yandan, İran’a akmaya hazır sermayenin İran’ın Suriye, Irak ve Yemen’de sürdürdüğü savaşlardaki pozisyonunu güçlendireceğini tahmin etmek de çok zor olmasa gerek. Eğer Suriye’deki savaş İran hazinesini biraz olsun erittiyse, yaptırımlar sonrası akacak para İran’ın agresif politikalarını daha da sertleştirecektir.
İran Devrimi’nden sonra ülkeyi terk etmek durumunda kalan birçok muhalif ismin bile tutuklanmadan giremeyecekleri ülkelerini son olaylar karşısında ısrarla savunduklarını şaşkınlıkla görüyoruz. Örneğin, AK Parti iktidarını çok ‘otoriter’ bulduğu için Türkiye’de davet edildiği konferansa gelmekten vazgeçen Hamid Dabashi, konu İran olunca ‘yeni bir İran’ın doğuşu’ diye yazmaktan geri kalmadı. Dahası, “Türkiye’den İsrail ve Suudi Arabistan’a, bölgedeki rakiplerinden hiçbiri, Tahran’ın yumuşak ve akıllı gücüne denk değil” dedi. Babası Seyyid Hüseyin Nasr İran’a ayak basamasa da İran’ın başarısı oğul Vali Nasr’ın gururunu öylesine okşamış olmalı ki “Suudi Arabistan ve birçok Sünni 2003 öncesi Ortadoğu’nun özlemini duyuyor olabilir ama yeni gerçekliğe alışmalarının zamanı geldi: Artık daha Şii olan ve siyasetinde İranlıların lafının daha fazla geçtiği bir Ortadoğu var” diyebiliyor. Daha mesafeli olmasını bekleyeceğimiz İranlı bilim insanlarına bile böylesine coşkuveren bir ‘zaferin’, İran içerisinde çok daha büyük bir anlatıya dönüşerek ülke dışında daha derin ve daha agresif politikaları getirmesi muhtemel değil mi?
İranzede olmadan önce...
Bu arada yaptırımların kaldırılmasının yaklaşan Uzmanlar Meclisi seçimleri öncesinde İran’da ılımlı, reformcu kanadı güçlendireceği, bunun da İran’ın bölgedeki politikalarını törpüleyeceği bir başka hatalı varsayım olarak göze çarpıyor ki bu argüman da çoktan çürümüş durumda. Humeyni’nin torunu Hasan Humeyni de dahil olmak üzere reformcu/ılımlı gösterilen birçok ismin adaylığı Anayasayı Koruyucular Konseyi tarafından şimdiden reddedildi. Bu durumda İran’ı (ve diğer her devleti) söylemleriyle değil bölgede yaptıklarıyla değerlendirmenin vakti geldi de geçiyor. İran’ı İranzede olmadan ve mezhepçiliğe kapılmadan yalnızca bölgedeki saldırgan ve yayılmacı politikalarına bakarak bölgesel çıkarlarımız açısından değerlendirdiğimizde karşımızda ‘sorumluluk bilinciyle hareket etmeye çağırarak bertaraf edemeyeceğimiz’ büyük bir tehdit duruyor.