İran, İsrail ve Rusya’nın ortak hedefi: Kaos devam etsin!

Prof. Dr. Şener Aktürk, Orta Doğu'da bölünmeyi sürdürmek isteyen İsrail, İran ve Rusya'nın ortak bir hedefe hizmet ettiğini ve Orta Doğu’yu birleştirebilecek potansiyele sahip üç devleti kaleme aldı.

Şener Aktürk / Fokus Plus

İran, İsrail ve Rusya’nın ortak hedefi: Orta Doğu’nun bölünmüşlüğünün devamı

Orta Doğu’daki en önemli güç mücadelesinde İran, İsrail ve Rusya’nın ortak bir hedefi olduğunu ve bunun da Orta Doğu’nun bölünmüşlüğünün devamı olduğunu yazan İsrailli bir siyasetçi, eski milletvekili, yazar ve stratejist Einat Wilf. Bu tezini, Orta Doğu’nun geleceğinde İsrail’in büyük stratejik önceliklerini oldukça tutarlı bir şekilde açıkladığı ve kamuoyunun erişimine açık bir şekilde Avustralya Stratejik Politika Enstitüsü tarafından yayınlanan raporunda ve enstitünün bir başka yayın organı The Strategist (Stratejist) dergisinde raporun özeti mahiyetinde yayınlanan özette açıkça dile getiriyor.

“Orta Doğu’da hegemonya için savaş” (“The battle for hegemony in the Middle East”) başlıklı Mayıs 2017 tarihli raporunun da, raporun özeti mahiyetindeki yazısının da ilk cümlesi uzun vadeli stratejik bakış açısının özeti aslında: 

"Gelecek on yıllar boyunca Orta Doğu’nun hikayesi, özellikle Arap dünyasında Sünni İslam’ın hegemonya kurma çabası ve Sünni olmayan Müslümanlar ile gayrimüslimlerin, Sünni Arapları ve hatta genel olarak Sünni Müslüman dünyayı birleştirebilecek herhangi bir Sünni Müslüman gücün ortaya çıkışını engellemek için gösterecekleri çabaların hikayesidir."

Tüm raporu ve büyük stratejik bakış açısını özetleyen uzunca bir giriş cümlesi. Bir cümleyle özetlenen ve gelecek on yıllar boyunca süreceği öngörülen bu denklemde İsrail elbette Orta Doğu’da Sünni Müslüman bir hegemon gücün ortaya çıkmasını engellemek için çaba gösteren cephenin kilit bir unsuru, hatta belki de başlıca unsuru. Fakat rapora göre İsrail bu çabasında hiç de yalnız değil çünkü Orta Doğu’yu birleştirebilecek siyasi güce sahip bir ülkenin ortaya çıkmasını engellemekte askeri ve siyasi, sert ve yumuşak güç unsurlarıyla sahada oldukça etkin iki doğal müttefiki de var: İran ve Rusya. 

İran, İsrail ve Rusya’nın ortak hedefi Orta Doğu’yu bölünmüş tutmak 

Wilf raporun daha ilk sayfasında çok anlamlı ve yerinde bir benzetme yapıyor. İngiltere’nin Avrupa kıtasına yönelik 500 yıllık dış politikasının Avrupa’nın tek bir gücün hakimiyetinde birleşmesini engellemek ve Avrupa’nın siyasi parçalanmışlığını devam ettirmek olduğunu yazıyor ki bu genel hatlarıyla doğru. İngiltere’nin Avrupa tarihinde yüzyıllarca son derece başarılı bir şekilde oynadığı bu rolün benzerini, Orta Doğu’da İran, İsrail ve Rusya’nın oynadığını yazıyor. Ortak hedefi Orta Doğu’yu bölünmüş tutmak olan İran, İsrail ve Rusya, herhangi bir başka devletin bölgeyi birleştirme çabalarına karşı askeri, siyasi, ekonomik müdahalelerle, sert ve yumuşak güç unsurlarını seferber ederek engel oluyorlar. Raporun daha ilk cümlesinde özetlendiği üzere, bölgenin kültürel ve demografik yapısı sebebiyle bölgeyi birleştirmesinden endişe edilen potansiyel gücün ise Sünni Müslüman olması bekleniyor.

İran, İsrail ve Rusya Orta Doğu’nun bölünmüşlüğünü devam ettirebilmek için dini, mezhepsel ve ideolojik azınlık gruplarını kullanıyor ve destekliyor. Rusya-İran destekli Esed yönetiminden İsrail destekli Falanjistlere kadar örnekleri maalesef çok olan bir durum bu. Böylelikle bölge genelinde çoğunluğa sahip Sünni Müslümanların siyasal iktidarını ve bölgesel hegemonyasını mümkün oldukça engellemeye çabalıyor ve bu çabalarında da bir hayli başarılı oluyorlar. İran, İsrail ve Rusya’nın yıllardır devam eden çabaları sonucunda bugün Filistin, Irak ve Suriye’de yaşayan ve toplamı on milyonları bulan Sünni Arap nüfusun siyasal egemenliğe sahip ve hatta ortak olabildikleri bir devletleri yok… Şam’da ancak İran ve Rusya’nın olağanüstü askeri desteğiyle var olabilen, Sünni nüfusa karşı soykırıma varan şiddet uygulayan, bir azınlık mezhep kimliğini istismar, ideolojik anlamda da Baasçı bir azınlığa yaslanan bir kukla yönetimi var. Bağdat’ta ise ABD’nin işgali ve sonrasında fiilen İran’ın etkisine devredilmiş, yine mezhep kimliğini araçsallaştıran bir yönetim yıllardır iktidarda.

Batı Şeria ve Gazze şeridi başta olmak üzere milyonlarca Filistinli on yıllardır işgal altında ve değişik dönemlerde soykırıma varan şiddete maruz kalırken, milyonlarca Filistinli de Ürdün ve Lübnan gibi komşu ülkelerde mülteci olarak veya İsrail içinde sınırlı haklara sahip ikinci sınıf vatandaşlar olarak yaşıyorlar. Tepeden tırnağa silahlandırılmış azınlıkların siyasal iktidarlarını devam ettirmek uğruna bazen soykırıma varan nüfus mühendisliği politikaları uygulamaları korkunç olmakla birlikte maalesef çok da şaşırtıcı değil.

Tuzağa düşmemek: ABD-İsrail ve Rusya-İran eksenlerinin danışıklı dövüşleri

Orta Doğu’da on yıllardır devam eden fakat ancak savaşlar ve çarpıcı kitlesel katliamlarla manşetlerde yer bulabilen bu kısır döngüde, gözden kaçan veya özellikle kaçırılan bir husus sadece bir devlet veya ittifakın değil, bölgede küresel güçlerle irtibatlı her iki ana ittifakın da Orta Doğu’nun bölünmüşlüğünü devam ettirmek konusunda çok büyük rol oynadığıdır. Bir yanda kuruluşundan bugüne kadar “yerleşimci sömürgeci” bir yapısı olan ve değişik dönemlerinde İngiltere’nin, Fransa’nın ve nihayet ABD’nin olağanüstü dış desteğiyle bugüne kadar Filistin topraklarını işgal eden İsrail ve başta Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) olmak üzere bir dizi yeni Arap müttefiklerinden oluşan ABD-İsrail ekseni bulunuyor. Diğer yanda kendilerini Amerikan karşıtı bazı sözde muhalif çevrelere kurtarıcı olarak tanıtan Rusya-İran ekseni yer alıyor ki onların da Suriye’nin güneyindeki Esed yönetiminden Libya’nın doğusundaki Hafter yönetimine, Irak’tan Lübnan’a kadar geniş bir coğrafyada Arapların kendi kendilerini yönetme ve özgürlük taleplerini bastırdıkları apaçık ortadadır.

Bu açılardan da bölgede birbirini tamamlayan girişimleri ve ortak hedefleri düşünüldüğünde, İran, İsrail ve Rusya birbirlerinin doğal müttefikleridir. Dolayısıyla esas büyük mesele, hem ABD-İsrail ve hem de Rusya-İran ittifaklarının işgallerine karşı çıkarak her iki ekseni de geriletebilmektir. Yoksa ABD-İsrail ekseninin işgallerine karşı çıkmak adına bazılarının “direniş ekseni” olarak adlandırdığı Rusya-İran ekseninin işgallerine destek ve taraftar olmak veya Rusya-İran ekseninin işgallerine karşı çıkmak adına ABD-İsrail ekseninin işgallerine destek ve taraftar olmak, aslında tam da bu kanlı kısır döngüyü devam ettirmek üzere kurulan tuzağa düşmektir. Görünüşte birbirine karşıt bu iki ittifakın ve onların vekil unsurlarının danışıklı dövüşlerinin temel dinamiği, Irak ve Suriye örneklerinde açık seçik görülebileceği üzere, Sünni Arapların kitlesel halde sürülmesi ve hatta katledilmesi, sonrasında da görünüşte rakip bu iki ittifakın büyük bir diplomatik başarıyla “uzlaşarak” Sünni Arapların topraklarını ve siyasi, ekonomik ve diğer haklarını kendi aralarında paylaşmasına dayanıyor.

Orta Doğu’yu birleştirebilecek devletler Mısır, Suudi Arabistan ve Türkiye mi?

ABD-İsrail ve Rusya-İran ittifaklarının güdümünde Orta Doğu’yu kan gölüne çeviren bu kısır döngünden kurtulabilmek, Orta Doğu ülkelerinin kendi aralarında siyasi, ekonomik ve elbette askeri konularda Avrupa Birliği (AB) ve NATO benzeri bir entegrasyon ve işbirliğine yönelmesiyle olabilir. Bölgenin nüfus yapısı göz önüne alındığında, eğer gerçekleşirse böyle bir birliğin Sünni Müslüman çoğunluklu olması kaçınılmaz. Dolayısıyla bölgeyi birleştirebilecek çabaların, karşı çıkanlar tarafından “Sünni Müslüman hegemonyası” olarak yaftalanması hiç de şaşırtıcı değil. Yazının başında atıfta bulunduğumuz Wilf’in kaleme aldığı raporda Orta Doğu’yu birleştirebilecek potansiyeli olan bölgedeki üç devlet olarak, sırasıyla, Türkiye, Suudi Arabistan ve Mısır sayılıyor. Gerçekten de nüfus, askeri güç, ekonomik kaynaklar, dini sembolizm, tarihsel miras, bölgenin kültürel yapısı ve coğrafi konum gibi değişik potansiyel avantajları değerlendirdiğimizde Orta Doğu’nun birleşmesine önderlik edebilecek, uzak ve yakın geçmişte böyle girişimlerde bulunmuş üç ülke olarak Mısır, Suudi Arabistan ve Türkiye öne çıkıyor.

Tarihsel olarak Suriye’den Hicaz’a kadar Orta Doğu’yu birleştiren Eyyûbî ve Memlük devletlerinin mirasçısı olarak Mısır, aynı zamanda daha geçtiğimiz yüzyıl ortalarında Nasır liderliğinde Mısır ve Suriye’yi üç yıllığına da olsa Birleşik Arap Cumhuriyeti çatısı altında birleştirmeyi denemiş, defalarca İsrail’le savaşmış ve halen de İsrail’in en büyük nüfuslu ve güçlü orduya sahip Arap ve Müslüman komşusu. Fakat 1978’de ABD gözetiminde Mısır ve İsrail arasında varılan Camp David uzlaşmasıyla Mısır, İsrail’le çatışmaması karşılığında, İsrail’den sonra dünyada en fazla ABD yardımı alan devlet oldu. Arap Baharı ile Mısır binlerce yıllık tarihinde ilk defa rekabetçi seçimlerde halkın oylarıyla seçilen bir cumhurbaşkanına ve parlamentoya kavuştu. Bu demokratik ve birleştirici potansiyel güç, gerek bölgede gerekse dünya başkentlerinde “kontrolden çıkabilecek bir Mısır” ihtimalinden endişeye kapılan çevrelerin desteklediği bir askeri darbeyle ortadan kaldırıldı ve böylelikle “Mısır tehlikesi” görünen o ki bir süre daha gündemden çıkmış oldu.

Suudi Arabistan’ın da benzer şekilde sisteme meydan okuduğu bir dönemi ve sonrasında sistemle uzlaştırılması söz konusu denilebilir. 1967’de Doğu Kudüs’ün İsrail tarafından işgal edilmesinden sonra 1969’da Mescid-i Aksa’nın kundaklanması dolayısıyla 1969-1972 yıllarında İslam İşbirliği Teşkilatı’nın kurulmasına Suudi Arabistan önderlik etti ve İİT’nin merkezi Suudi Arabistan’ın Cidde şehri oldu. Belki çok daha önemli olarak 1973’deki Yom Kippur savaşında İsrail’e destek veren ülkelere karşı başarılı bir petrol ambargosu başlatan Suudi kralı Faysal, bu girişimiyle uluslararası siyasal ekonominin en önemli dönüşümlerinden birine sebep olduğu gibi katlanarak artan petrol fiyatları sayesinde kısa sürede yüz milyarlarca doların gelişmiş kapitalist ülkelerde petrol üreten Arap ülkelerine akmasını sağlamıştı. Bu olaydan yaklaşık iki yıl sonra Kral Faysal ABD’den yeni dönen yeğeni tarafından öldürüldü. Fakat Suudi Arabistan’ın muazzam petrol kaynakları ve Mekke ile Medine’nin yönetimini elinde bulundurması nedeniyle Orta Doğu’da ve genel olarak İslam dünyasındaki liderlik potansiyeli devam etti. 

ABD-İsrail ve Rusya-İran ittifaklarına alternatif “üçüncü ittifak” ve Türkiye’nin rolü 

Türkiye de 1918’e kadar Orta Doğu’yu tek bir devlet çatısı altında birleştirmiş son büyük İslam devletinin varisi olması, Orta Doğu’nun en büyük ekonomisine, en güçlü ordusuna, yüzyılı aşkın çok partili rekabetçi seçim deneyimiyle bölgenin en köklü demokrasisine sahip olması dahil, pek çok sert ve yumuşak güç unsuru sebebiyle bölgenin bütünleşmesine liderlik edebilecek potansiyele sahip. Fakat geçmişte ve günümüzde Mısır ve Suudi Arabistan örneklerinde olduğu gibi, özellikle son on yıldır bölgesel statükoya meydan okuyan Türkiye’yi, bölgenin bölünmüşlüğünü derinleştiren İran, İsrail, Rusya ve onların vekil unsurlarıyla uzlaştırarak, bir bakıma bölgesel statükoya eklemleme çabaları ve baskıları da kesintisiz olarak devam ediyor. Tüm bu baskılara rağmen Türkiye’nin yıllardır Libya’dan Suriye’ye, Filistin’den Somali’ye kadar, ABD-İsrail ve Rusya-İran eksenleri tarafından yok edilmeye çalışılan halklara destek olması takdire şayan. 

ABD-İsrail ve Rusya-İran eksenleri arasında bölüşülen, işgal edilen, kitlesel tehcir ve katliamlara maruz kalan, dini ve mezhepsel nüfus yapısı olağanüstü şiddet kullanılarak değiştirilen Orta Doğu’da, her iki eksenle de büyük sorunlar yaşayan Türkiye ve Orta Doğu halkları için çıkış yolunun ancak ABD-İsrail ve Rusya-İran eksenlerine alternatif bir üçüncü ittifak olabileceğini düşünüyorum. Bu düşüncelerle ve ayrıca Türkiye için büyük strateji tartışmasını başlatmak gayesiyle yazdığım “Turkey’s Grand Strategy as the Third Power: A Realist Proposal” (Üçüncü Güç olarak Türkiye’nin Büyük Stratejisi: Gerçekçi bir Öneri) başlıklı makalem 2020 yılında Perceptions dergisinin “Türkiye’nin Büyük Stratejisini Tartışmak” konulu özel sayısında yayınlanmıştı.

Türkiye’nin böyle bir çabada tek başına başarılı olması elbette mümkün değil fakat Katar’dan Libya’ya, Özgür Suriye Geçici Hükümeti’nden Irak Kürt Bölgesel Yönetimi’ne, Filistin’den Somali’ye kadar Orta Doğu’da ABD-İsrail veya Rusya-İran eksenleri tarafından varlıkları tehdit edilen çok sayıda aktör Türkiye’nin doğal müttefikleri konumunda. Esas mesele, tüm bu aktörleri Türkiye’nin desteğiyle tutarlı bir büyük strateji çerçevesinde sabırla ve kararlılıkla örgütleyerek, dış destekle ayakta duran kukla yönetimlere değil, halkın iradesine dayanan bir bölgesel işbirliği ve bütünleşmeye giden yolun taşlarını döşeyebilmek. 

Yorum Analiz Haberleri

“Esed’in düşüşüyle Rusya 'süper güç' olmaktan çıktı”
Döktüğün kan yetmedi mi hala utanmadan konuşabiliyorsun?
"Suriye'den bize ne?" yaklaşımını besleyen körlük
Suriye devrimine çarpık ve indirgemeci yaklaşımlar
Yılbaşında normalleşen haram: Piyango