Taha Kılınç / Yeni Şafak
Çin’in Büyük Oyun’u
Amerikan The Washington Post gazetesinin 13 Ocak 1983 tarihli nüshasında, Michael Weisskopf imzalı dikkat çekici bir haber-analiz yer alıyordu. Devam etmekte olan İran-Irak Savaşı’nda taraflara ulaştırılan dış yardımların incelendiği analizde, Weisskopf özellikle Çin’in rolüne odaklanıyordu. Buna göre:
Çin, savaşın başlangıcında tarafsızlığını bütün dünyaya ilân etmiş olmasına rağmen, perde arkasından hem Irak’a hem de İran’a destekte bulunuyordu. Irak’a silah transferinde Ürdün’ün Akabe Limanı kullanılıyor, gemilerle buraya yanaşan Çin silahları, daha sonra karayoluyla Irak’a naklediliyordu. İran’a giden silahlar ise Kuzey Kore üzerinden taşınıyordu. Çin yönetimi silahları bizzat sağlamanın yanı sıra, İran’a gidecek olan silah yüklü Kuzey Kore uçaklarının kendi havaalanlarında yakıt ikmali yapmasına da göz yumuyordu. Çin’in gönderdiği silahlar Sovyet altyapısına uygun olduğundan, Irak’ın daha çok işine geliyor, ancak İran da Çin’den aldığı teknik destekle, rakibine karşı bu açığı kapatıyordu.
Irak ve İran’a destek bunlarla sınırlı değildi. Irak topraklarında hasar gören petrol boru hatlarının tamir ve yeniden inşasında 20 bin dolayında Çinli işçinin harıl harıl çalıştığı tahmin ediliyordu. Tahran’la Pekin arasında ise haberin yayınlandığı günlerde yüksek meblağlar içeren çok sayıda ticarî anlaşma imzalanmıştı. Çin’in bu anlaşmalar çerçevesinde İran’a transfer edeceği “sivil ekipmanlar”ın aynı zamanda askerî malzemeye dönüştürülme ihtimali de bulunuyordu.
Michael Weisskopf, tarafların tüm bu yoğun trafiği inkâr ettiğini vurgularken, haber-analizinde kullandığı somut verilerin sahadaki diplomatlardan ve diğer kaynaklardan kendisine ulaştığını kaydediyordu. Weisskopf’un dikkat çektiği bir diğer nokta da şuydu:
Çin, İran ve Irak’a aynı anda destek verirken, Ortadoğu’daki uzun vadeli planları çerçevesinde hareket ediyordu. Benzer bir strateji, Afganistan’da da uygulanıyordu. Orada da -tıpkı Amerikalılar gibi- Sovyet işgaline karşı mücadele eden Mücahitlere silah ve mühimmat desteği veriyor, böylece İç Asya’nın geleceğinde kendisine bir yer bulmaya çalışıyordu. Ve elbette, karşısında ABD gibi “dişli” bir rakip bulunduğundan son derece dikkatli hareket ediyordu.
Son haftaların en önemli gelişmelerinden biri, Suudi Arabistan ile İran’ın “Çin’in arabuluculuğunda” müzakere masasına oturarak, aralarındaki diplomatik pürüzleri gidermeleri ve bir sulh anlaşmasına imza atmalarıydı, malum. Normalde böyle durumlarda ABD, İngiltere, Fransa vb. Batılı ülkeleri arabulucu rolünde görmeye alışık olduğumuzdan, Çin’in varlığı büyük şaşkınlık uyandırdı. Ancak yukarıdaki 40 yıllık örnek, Çin’in Ortadoğu’nun karmaşık labirentlerinde epey zamandır gezinmekte olduğunu gözler önüne seriyor. Üstelik, bu durumu teyit edecek pratik örnek sayısı da oldukça fazla. Dolayısıyla, Çin’i “arabulucu” olarak görüp şaşırmaya gerek yok.
1983’ün mahcup ve sessiz Çin’i ile 2023’ün cüretkâr Çin’ini kıyaslamak ise imkânsız. Her şeyden önce Çin bugün çok daha güçlü. “Dişli” sayılan en büyük rakibi ABD, birçok nedenle uğradığı kan kaybını engellemekte zorlanıyor. Sadece Suudi Arabistan ve İran değil, Ortadoğu’nun her ülkesiyle derin angajmanlara giren Çin, hem kendi Kuşak-Yol Projesi’nin altyapısını hızlandırıyor hem de “Batı dostu” olarak bilinen bölge yönetimlerini kendisine yaklaştırıyor. Suudilerin, son yıllarda giderek artan bir hızla “Pekin kampı”na kaymakta oluşu, zaten sır değil.
19’uncu yüzyılda Rusya ile İngiltere arasında Asya toprakları üzerindeki şiddetli rekabet “Büyük Oyun” adıyla literatüre geçmişti. Şimdi aynı “Büyük Oyun”un ABD ile Çin arasında, ama bu defa Ortadoğu ve İslâm dünyasında yaşanmakta olduğu yazılıp çiziliyor. Ancak bütün gücüne ve cüretine rağmen, Çin’in İslâm coğrafyasıyla tam bir doku uyumu yakalayabileceğini söylemek için henüz çok erken. Bilhassa Ortadoğu’da, sahadaki kadim problemlerin yanı sıra, Çin’in en büyük eksiği “semâvî” dinlerden hiçbirine mensup olmamak. Dinler coğrafyasında, sadece “kapital” ile kalıcı bir varlık göstermek mümkün değil. Bu noktaya zaman zaman vurgu yapıyorum, zira mevzunun bam tellerinden biri.
Ve elbette bu anlaşmanın, özellikle Suudi Arabistan’a bakan tarafları da var. Meseleyi daha geniş bir perspektifte, Suudi Arabistan’ın son birkaç yıldır geçirmekte olduğu sosyal dönüşümle birlikte ele almakta fayda var. Nasipse, çarşamba günü bu köşede.