Dost acı söyler, o zaman sözü söylemenin vaktidir...
İdeallerle kurulan bir devrim rejimi süreç içinde baskıyla ayakta duran bir resmi ideoloji totalitarizmine dönüşüyor. Bu baskıcı ve boğucu sistem de muhalefetini kendini ifade edebilecek alanlar aramaya itiyor. Sistem içi özeleştiri yapanlar daralan alanları sebebiyle doğrudan sistemin kendisini eleştirmeye başlıyorlar...
80 küsur milyonluk bir ülkede herkesin tektip olmasını beklemek kadar akıl dışı bir şey yok... İranlı sosyalistler, liberaller, milliyetçiler, İslamcı ıslahatçılar, aydınlar, muhalif Ayetullah-i uzmalar, Sünniler, Azeriler, Kürtler ve Beluçlar...
Herkes “Derin” Ayetullah Misbah Yezdi'nin hücceti şiiliğine, onun öğrencisi Mahmud Ahmedinejad'ın fikirlerine katılmak zorunda değil... İranlılar soruyor; bugüne kadar neden istihbarat bakanlarının çoğu Yezdi'nin okulu Hakkaniye'den mezun? Hakkaniye ekolü'nün temsil ettiği “Hüccetiye” tartışılabiliyor mu?
Abdulkerim Suruş'un resmi web sitesinde Veliyy-i Fakih İmam Hamanei'ye yönelik yayınlanan mektuplu tepkisi ajitatif, abartılı ve duygusal olsa da İran'da yaşanan böyle bir rahatsızlığı ifade ediyordu. İran sistemi Sovyetlerin yaşadığı acı kaderi yaşıyor.
Kendi kuruluş amaçlarıyla çelişen bu baskı siyaseti ise karşıdevrimin doğmasına yol açıyor.
Bu açıdan İran elitleri artık tarihin bu kadim yasasından ders çıkartıp "açılım" yapmalılar...
İran İslam Devriminin mimarlarından olan Muntazari'yi uğurladık geçen hafta...
O, "Velayet-i Fakih" kurumunun baş teorisyeniydi. Kaderin garip bir cilvesidir ki bir zamanlar inşası için teorize ettiği kurum onun hayatını olumsuz yönde etkileyecek yegane kurum oldu.
Muntazari özgürlükçü tutumuyla ülke içindeki farklı kesimlerle diyalog kanallarının açık tutulması gerektiğini savunuyordu.
Diyalog yerine dışlayıcı, yaftalayıcı ve baskıcı yöntemlerin Devrim idealleriyle çeliştiğini savunuyordu. Bu sebeple muhalif birçok kesimin sistem içinde tutulmasına çaba gösterdi ama olmadı... Kişiye endekslenen bir sistem de olamazdı zaten...
Bugün İran sisteminin adı maalesef hak ve özgürlüklerle değil baskı ve sansürle anılıyor.
Şayet İmam Humeyni'den sonra Muntazari imam olsaydı çok daha farklı bir İran'la karşılaşabilirdik, Ancak İran şaibeli seçimleriyle pandoranın kutusunu açmış oldu...
Peki, İran'ın temel sorunu ne? İran'ın bizzat kendi kimliğini analiz ederek cevaba ulaşabiliriz.
Temel sorun Türkiye'de olduğu gibi “resmi ideoloji” sorunu. Bu sorunu besleyen Merhum Şeriati'nin tanımlamasıyla “Safevi Şiiliği” İran'ın din anlayışını belirlediği sürece “kişi merkezli” “lider kutsayıcı” bir anlayış yaşamaya devam edecek. Takiyye'yi ahlak, türbeyi kıble edinecek... Yas tutma altında üzüntüyü bile resmiyete dönüştürecek...
Bu anlayış doğası gereği totalitarizmini beraberinde getirecektir. Din adamları sınıfı ihdas eden ve bu din adamlarının velayetini “mutlak bir velayet” olarak kutsallaştıran bir devlette doğal olarak tepeden inmeci ve şuraya kapalı, farklı sesleri sindiren bir yapı oluşacaktır. Bu bağlamda Safevi Şiası içinde büyük bir reform niteliğindeki “Velayet-i Fakih” kurumunun kendisi de -öze yönelik bir değişimi barındırmadığından- totalitarizmin kaynağına dönüşmektedir.
Velayet-i Fakih kurumunu daha özgürlükçü bir yoruma tabi tutan Ayetullah Uzma Sanii gibi taklid mercileri ise Resmi İdeoloji Uleması tarafından etkisizleştirilmekte.
Devrimi yapan ulema siyasi bağımlılığı olmaması sebebiyle özgür düşünebiliyor bu özgürlüğü ile halkla bağlantı kurabiliyorlardı. Özgürlüğün olduğu yerde dinamizm, hak ve adalet vardı... Ama Devrim sonrası süreçte ulema devletin resmi ulemasına dönüştü, özgürlükler belirli çerçevede, izin verildiği kadarıyla mümkün hale geldi... Sistem bekası uğruna kendi ilkelerini çiğnedi. Şah'ı sansürcülükle suçlayanlar, baskıyla itham edenler benzeri yöntemler kullanmaktan çekinmediler. Herkesin hukuka hesap verebildiği açık bir adalet toplumu olmak yerine ruhban oligarşisini tercih ettiler. Bu yanlış tercih “Devrim adına” karşı-devrimin iktidarını getirdi. Devrime karşı çıkan çoğu ruhban devrim sonrası iktidarı ele geçirmek için ateşli devrimciler oluverdiler. İktidar hırsı öyle bir şeydi ki devrim ilkelerini çiğnemek kadar Şiiliğin kendi kurallarını bile takmaz oldular. Eleştirenler “Merci-i Taklid” ve “Ayetullah-i Uzma” bile olsalar sarıklarına basılıp geçildi üzerlerinden... Veliy-i Fakih olabilmek için Ayetullah bile olamayanlar bir gecede Ayetullah-i Uzma olabildiler!
Özgür olmak isteyenler, İmam dâhil olmak üzere herkesin hukuka ve adalete tabi olduğunu söyleyerek eleştiriye gidenler ya hain ve münafık ilan edilerek susturuldular ya da “tövbe ettirildiler”.
İran İslam Devriminin İran Dini İstibdatına dönüştürülmesi Şeriati'nin “Din'e Karşı Din”de anlattığı kadim diyalektiğin tekrarından ibaret...
Gazete kapatmalar, fail-i meçhuller, keyfi idamlar, cezaevinde işkenceler ve tecavüzler normalleşti hem de İslam İnqılabı adına (!) Kelhizedek Hapishanesinde yaşananlar ortada. İşkence ve tecavüz iddiaları sebebiyle kapatıldı. Kapatılmakla kalmadı her ne hikmetse hapishanenin gardiyanları teker teker ecelleriyle ölüverdiler...
Milyonlarca insanın şaibe kuşkusunun olduğu bir seçimde hem de iddia edildiğine göre 10 milyon oy fark attıysanız neden oyları tekrar saymıyorsunuz?! 10 milyon oy fark atan taraf gayet rahat biçimde tekrar oylarını saydırır ve tüm kuşkuları gidererek zaferini güçlü bir biçimde ilan eder! Değil mi ama...
İslam İnqılabının muhafızı olduğunu iddia eden Ahmedinejad'ın iki bakanı İran mahkemelerinde yolsuzluk yaptıkları tescillenmiş iki kişi... İslam ve yolsuzluk... Enteresan... Sormak lazım kim Devrimci kim hain?
Dini İstibdat, paradoksal olarak Düşmanı olan Emperyalizm ve Siyonizm’e bol miktarda imkan alanı açıyor. Ayrıca İslam/Safevi Şiiliği adına yapılan baskının, sansürün, fail-i meçhul cinayetlerin, işkencelerin “İran laikliğinin” doğumuna ön ayak olduğunu da görüyoruz. Ahmed el-Katib'in kitapları ve eleştirileri bunun için önemli... Muhammed Taqi Şeriati'nin, Taleqani'nin, Ali Şeriati'nin düşünsel çizgisi bunun için önemli...
İran'da yaşanan olayların tümünün dış güçlere fatura edilmesi sorunu çözer mi, yoksa erteleyerek büyütür mü? İmam Humeyni'nin Fransa'da korunması, ABD'ye karşı bazı Avrupa ülkeleri ve Sovyetler tarafından en azından hareketine/liderliğine “göz yumulması” tarihi bir gerçekken ülke muhalefetinin doğrudan ajan, dış güçlerin kontrolündeymiş gibi lanse edilmesi ne kadar ahlaki?
Mir Huseyn Musevi'nin özeleştiri çağrısı “Yeşil Rasyonalizm” sistemin kendini yenileyerek canlandırması için bunun için önemli... Onların hatası yok mu; elbette ve de oldukça var. Ama sonuçlara değil sebeplere bakmak lazım...
Velhasıl-ı kelam, açılım sadece Türkiye'ye değil daha acil biçimde de İran'a da şart...
Çünkü baskı ve zulmü çıplak bir kötülük adına yaparsanız kötü bir şeydir
Ama baskı ve zulmü iyilik adına, İslam adına yaparsanız bu hem kötü ve hem de iğrenç bir şey olur...
Tuzu kokutanların vebali bunun için çok büyük. İnsanların vicdanlarındaki umuda leke sürmek kadar büyük katliam var mı?