Taha Kılınç’ın Yeni Şafak’ta yayımlanan yazısı:
Düşman ihtiyacı
Ramazanın sükûnetinde elimden geçen kitaplardan biri, Ziyaüddin Serdar’ın “Cenneti Arayan Adam”ı oldu. Kitapta Serdar, gençlik yıllarından itibaren girip çıktığı farklı düşünce akımlarını, cemaatleri, dinî ve entelektüel yapıları, tanıştığı çeşitli insanları, mütefekkirleri, âlimleri ve siyasetçileri keyifli bir dille anlatmış. Ünlü isimlerle bire bir yaşanmış hatıralar, diyaloglar ve yakın tarihin önemli dönüm noktalarına dair şahitlikler, “Cenneti Arayan Adam”ı sürprizlerle dolu bir kitap haline getirmiş.
Sonlara doğru (s. 347-48) aktarılan şu anekdot ise, bilhassa dikkatimi çekti:
“Tarih, 9 Kasım 1989 idi. [Selman] Rüşdi olayı sonrasındaki İcmalcilerin ilk toplantısını yapıyorduk. Bundan sonraki “yol haritası”nı belirlemek için, Merryl’in Golders Green’deki dairesinde toplanmıştık. Âdetimiz olduğu üzere, toplantı yemekle başladı. Merryl her zaman yaptığı gibi tencereler dolusu bolonez soslu spagetti yapmıştı. Bu bizim çoğulculuğa olan saygımızı gösteriyordu. Spagettilerle boğuşurken, haberleri izlemek için televizyonu açmamız, akşam, gece ve ertesi sabahki gündemimizin sonu oldu. Gözlerimizin önünde binlerce insan Berlin’deki Charlie Kontrol Noktası’nın bulunduğu Friedrichstrasse’ye koşuyordu. Canlı yayın, kalabalıkların Berlin Duvarı’na yüklenişini gösteriyordu. Ardı ardına gelen insan dalgaları, bu nefret sembolüne çarpıp geri çekiliyordu. Gözlerimize inanamaz bir halde seyrederken, duvar yıkılmaya başladı. O yıkıldıkça insanlar daha güçlü bir şekilde itti ve salladı. Doğu Alman sınır muhafızları, insanların batıya geçişine yardım ediyordu. Berlin caddelerindeki kutlama havası, Merryl’in oturma odasında yankılanıyordu. Kalabalıklar durmadan “Wahnsinn” diye bağırıyordu. “Çılgınlık” diye tercüme ediyordu televizyon yorumcuları. Bu gururu paylaştık. “Sonunda” diye bağırdı Perviz heyecanla, “lanet olası Soğuk Savaş bitiyor!”
Ancak gece sabaha dönüp, şafak yerini isteksiz bir güneşe bırakınca, ruh hâlimiz değişti. Soruyu ilk soran Merryl oldu: “Şeytan İmparatorluğu dağıldığına göre, yerini kim veya ne alacak?” Hiç kimse cevap veremedi. Tam bir şaşkınlık içinde birbirimize baktık. Cevap yerine, bir yığın muhtemel kehaneti mırıldandık. Sonunda Merryl kendi sorusuna cevap verdi: “Biz olacağız. Bir sonraki umacı, yeni şeytan imparatorluğu İslâm olacaktır. Batı’nın, özellikle sınai ve askerî işbirliğinin kendi kimliğini korumak, işleyişini sürdürmek için hâlâ bir şeytana ihtiyacı var. Batı, kendisinin orijinal şeytanına, ötekisine geri dönecek. Rüşdi olayı tüm eski fikirler, önyargılar ve aşağılayıcı dili yayan bir giriş bölümüydü.” Hepimiz başımızı sallayarak, sessizce ona katıldık.”
Tam da İran-ABD arasındaki salvoların yoğunlaştığı bir zamanda bu kısmı okuyunca, kitabı kapattım, düşünceye daldım. İran’la ABD arasında şahit olunan dalaş ve düello, “askerî ve siyasî hedeflerin tahakkuku için, düşman ihtiyacının tatmini” olarak adlandırılabilirdi. Her iki taraf için de.
***
1979’da Muhammed Rıza Pehlevî’nin devrilmesinden sonra İran’a yönelik uygulanan, zaman zaman gevşetilip daraltılan ambargolar ve kısıtlamalar silsilesi, Ortadoğu coğrafyasında somut bazı sonuçlara yol açtı, açıyor.
Bunlardan birincisi, dışarıdan maruz kalınan saldırgan üslubun, İran’ın ideolojik tabanının genişlemesine yaptığı somut katkı. İran devletinin resmi ideolojisi olan Şiîlik kitleler bazında hızla yayılırken, “ABD saldırıyorsa, İran’a sahip çıkmak gerekir” düz mantığından hareketle, İran büyük bir sempati halesiyle çevreleniyor. Bununla bağlantılı olarak, ne İran’ın Şiî yayılmacılığını ne de Suriye başta olmak üzere bölge ülkelerinde uyguladığı siyaseti tartışmak mümkün oluyor. ABD devlet aklının zaten meydanda olan tartışmasız zalimliği, İran’a bir tür “eleştirilmezlik zırhı” kazandırıyor. Amerikan ve Batı cephesinden gelen her saldırı, İran’ı bu anlamda daha da güçlendiriyor.
İkinci olarak, ölçüsüzce taarruzlarla eli güçlenen İran, fırsattan istifade Şiî yayılmacılığını genişletirken, bu durum İslâm dünyası içindeki bölünmeyi daha da derinleştiriyor. Sahadaki uzantıları yoluyla çok sayıda ülkenin iç siyasetinde direkt şekilde başrol oynayan İran, böylece etki alanını rasyonel gücünün de ötesine taşıyor. İslâm dünyası halkları, İran’ın Şiî yayılmacılığıyla Amerikan pervasızlığı arasında seçim yapmaya zorlanarak, adeta ideolojik bakımdan istikametsiz ve takatsiz bırakılıyor.
Üçüncü olarak, “İran tehdidi”, Suudi Arabistan başta olmak üzere petrol zengini ülkelere silah satışının daha da artmasına yardımcı oluyor. Ortadoğu’daki çatışma, dünyanın her yerindeki çatışmalarda genellikle olduğu gibi, sadece silah tüccarlarını zengin ediyor. Milyar dolarlar, ellerinden Müslüman kanı damlayan karanlık odakların ceplerine ve kasalarına akıyor.
Dördüncü olarak, ki belki de meselenin en can alıcı kısmı bu, Ortadoğu’daki bu kaos, İsrail’e daha fazla yayılma, gücünü artırma ve işgali derinleştirme noktasında sınırsız bir alan açıyor. İran “İsrail’e karşı direniş cephesi” olduğunu iddia ederek yayılmacı dış siyasetini temellendirirken, İsrail de “İran tehdidine karşı” Batı’yı ve bazı Arap ülkelerini yanına alarak kendi işgal siyasetini perdeliyor. İki taraf da bu anlamda birbirinden besleniyor.
***
Bazen, uluslararası ilişkilerin son derece karmaşık gibi görünen meselelerini çok kısa şekilde izah edivermek mümkün hale gelir. Tıpkı, Necip Fazıl’ın “Düşmanıma” isimli şu kısacık şiiri gibi:
Ey düşmanım, sen benim ifadem ve hızımsın / Gündüz geceye muhtaç, bana da sen lazımsın!