secakirgil@yahoo.com
Irak’da sosyo-politik bünye son haftalarda daha bir buhranlı.. Hemen her büyük Irak şehrinde yaygın protesto gösterileri yatışmak bir yana, bir de giderek tırmanacağa benziyor.. Başbakan Nûrî Mâlikî, daha çok da mezhebî ayırımcılık yapıldığı iddiasına protesto olarak gösterilen bu gösterilerin devam ve yaygınlaşması halinde, güvenlik güçlerini devreye sokmakta tereddüd etmiyeceğini bir gözdağı olarak açıkça dile getirmiş bulunuyor.. Bu tehdid işe yarar mı, bilinmez ama, bazı protesto odaklarından, güvenlik güçlerinin devreye sokulması halinde, kendilerininin de silahlı karşılık vermekte tereddüd etmiyeceklerine dair bildiriler yayınlanmakta olduğu gibi, buhranın giderek daha bir kontrol dışı kalabileceğinin işaretleri de peyderpey geliyor..
Bu gelişmeler de tabiî karşılanmalıdır.
Çünkü, bu ülke, 35 yıl süren bir kanlı Baas rejiminin ve Saddam gibi bir ismin acımasız diktatörlüğünün dişlileri arasında ezilmekle ve, o rejimin başlattığı korkunç kanlı bir 8 yıllık İran-Irak Savaşı’nın virân edici musibetlerinden de nasibini almakla kalmayıp; bu savaşın ağır faturasını gizlemek adına Saddam tarafından çılgınca gerçekleştirilen Kuveyt’in işgal ve ilhakı da, Ortadoğu’daki Osmanlı Devleti’nin parçalanmasından sonra oluşturulan emperyalist dengeleri alt-üst ettiğinden, Saddam’ı cezalandırmak adına Amerikan emperyalizminin öncülüğünde tezgahlanıp, 1991 ile 2003 Baharı’nda sahnelenen korkunç savaşlar, bu ülkeyi daha bir yerle bir etti.. Sonunda Saddam da idâm olundu, ama, bu ülkenin sosyal bünyesinin bu büyük ameliyatlardan sonra sağlığına kavuştuğunun ileri sürülmesi mantıklı olamazdı..
*
Önce bir durum muhakemesi yapalım..
İslam İnqılabı’nı yeni gerçekleştirdiği için Yah döneminden kalma ordusu büyük çapta dağılmış, sosyal düzenini yeni baştan kurmaya çalışan İran’a karşı Saddam Irakı’nın Amerikan emperyalizminin teşvik ve tahrikiyle yürüttüğü savaşta, 8 yıl boyunca bütün emperyalist ve şeytanî güçler Saddam’ın yanında yer alıp desteklemişken..
O savaşta kendisine verilen rolü tamamiyle yerine getirememiş olmanın ezikliğini yaşayan Saddam’ın durumunu kendi halkına karşı kurtarmak için, Ağustos-1990 başında bir gecede Kuveyt’i işgal ve ilhak ederek gerçekleştirdiği saldırı sonrasında, 1991 Baharı’nda B. Amerika ve bazı müttefikleri ile, Irak rejimi arasında meydana gelen Birinci Körfez Savaşı'nda Saddam Irak'ının çok ağır bir mağlubiyet alışı hatırlanmalıdır.
Birinci Körfez Savaşı’nın Amerikalı komutanı General Schwarzkoph, en büyük idealinin gerçekleştirememiş olmanın hayal kırıklığını yaşadığını belirtmişti.. En büyük idealinin ise, Bağdad’a gidip, Saddam’ın dev heykelini yıkmak olduğunu açıkça söylemişti..
Evet, Saddam değil, heykeli bile yıkılmamıştı, o zaman.. Çünkü, Amerikan emperyalizmi, Saddam’ın ve Baas rejiminin devrilmesi halinde, hadiselerin inisiyatifini yitirebileceğini ve ortaya bir otorite boşluğu çıkacağını, Saddam’ı iktidarda tutmanın asıl güç gösterisi olacağını düşünerek, onu kıskıvrak bağlayıp, 12 sene daha iktidarda tutmuştu..
(Ki, Çöl Fırtınası diye isimlendirilen ve Saddam Irakı’nın sadece asker olarak bile en az 250 bin kadar asker kaybetmesiyle sonuçlanan ve B. Amerika ve müttefiklerinin 750 binlik büyük bir gücünün komutanı olan ve ’Çöl Ayısı’ lâkabıyla da şöhret bulan Gen. Norman Schwarzkopf geçen hafta, 78 yaşında ölmüş bulunuyor.. Dönemin Amerikan Başkanı (Baba) Bush’un, bu ölüm ardından, ’gerçek bir Amerikan vatanseveri ve neslinin en büyük askerî liderlerinden birinin yasını tutuyorum..’ demesi boşuna değildi..
Bilindiği üzere, 1945 Ağustosu’nda Hiroşima ve Nagazaki’ye atom bombasını atıp, 300 binden fazla sivil insanı bir anda kavuran iki pilottan birisi, ’Ben vatanıma karşı vazifemi yaptım’ derken; diğeri, o korkunç modern barbarlığa âlet edildiği için çektiği vicdan azabınının altında ezilmiş ve ömrünün sonuna kadar bir tımarhanede kalmıştı.. General Schwarskoph da, yüzbinlerce insanın tamamiyle emperyalist emeller uğruna öldürülmesinde kukla olarak kullanıldığını anlayıp öyle bir vicdan azabı çekseydi, herhalde medyaya yansırdı..)
*
’Birinci Körfez Savaşı’ üzerinden 12 yıl geçtikten sonra ise..
2003 Martı’nda.. Saddam ve Baas rejimi, Amerika’da gerçekleşen 11 Eylûl 2001 Saldırıları’nın tertibçisi olarak gösterilip suçlanan El’Qaide teşkilatıyla irtibatlı diye suçlanarak ve de nükleer ve kimyasal kitle imha silahlarına sahib olduğu iddiasıyla cezalandırdılmak için, üç hafta süren bir korkunç savaş sonunda, Irak bir kez daha ve daha bir virâneye döndürüldü..
Amerikan emperyalizminin o dönemdeki başkanı (Oğul) Bush’un bağlı olduğu ve hrıstiyanlık tarikatının da bu saldırıda özel bir etkisi biliniyor. Çünkü, o tarikata göre, Hz.İsâ’nın ’Beklenen Mesih’ olarak dönmesi için, önce Kudüs’de büyük yahudi krallığının kurulması gerekiyordu.. Bu da, Evanjelik tarikatıyla, siyonist yahudiler arasında var olan hedef birliğinin hatırlanması gerekir. Bu cümleden olmak üzere, Ahd-i Atiq’deki bir âyetin dayanak olarak kullanıldığı da hatırlanmalıdır:
’İşte, Babil'e (Bağdat'a) karşı ve Leb-Kamay'da oturanlara karşı helâk edici bir yel uyandıracağım. Ve Babil'e harman savuranlar göndereceğim ve onu savuracaklar; ve onun diyarını boş bırakacaklar; çünkü kötü günde her taraftan onun üzerine gelecekler. Yay kurana ve zırhı ile övünene karşı, okçu yayını kursun ve onun gençlerini esirgemeyin; onun ordusunu bütün bütün yok edin..’ (Eski Ahid, Yeremya, 51; 1-4)
Irak’a karşı emperyalist dünya tarafından girişilen İkinci Körfez Savaşı da böyle psikolojik ve inanca dayalı argumanlarla başlatılmış ve üç hafta kadar süren korkunç saldırı sonrasında Irak rejimi çökertilmiş; Saddam da ortadan kaybolmuş, ordusu da dağılmış ve adetâ buharlaşmıştı. Birkaç ay sonra ise, yakalanan Saddam da yargılanmasını müteakib, idâm olunmuştu..
Irak’ın bu son savaşta direkt ve dolaylı olarak uğradığı insan kaybının, 2 milyon civarında olduğu tahmin edilmektedir..
*
Yaklaşık 20 milyonluk bir nüfusa sahib olduğu kabul edilen Irak halkının yüzde 90-95 kadarı müslüman, gerisi ise, hristiyan ve yahudi..
Müslüman halkın yüzde 60 kadarının şiî müslüman, yüzde 40 kadarı da sünnî müslüman..
Bu yüzde 40 kadarlık sünnî kesimin yüzde 70 kadarının (5-6 milyonunun) da kürdlerden (yarım milyon kadarının da türkmenlerden) oluştuğuna bakılırsa, arab etnisitesine mensub sünnî kesimin 2,5 milyon kadar olduğu tahmin edilmektedir.
Şiî müslümanların ise, büyük ekseriyetinin arablardan, küçük bir bölümünün de kürd ve türkmenlerden oluştuğu kabul edilmektedir..
Bu rakamları tekrarlamanın bir sebebi de, Irak’ın nüfus yapısı anlatılırken, genelde şiîler, sünnîler ve kürdler denilmesinin yanlışlığını vurgulamak.. Eğer arablar, kürdler, türkmenler, farslar vs. denilseydi, aynı kategoriden olan bu ayrı unsurların birlikte değerlendirilmesinde bir yanlışlık olmazdı.. Ama, bir tarafa mezhebî farklılıkları koyup, onların yanına bir de bir etnisiteyi koymanın mantığı yoktur. Çünkü, ya, kürdlerin de bir mezhebinden sözedilmesi gerekir; ya da, ötekilerin de etnisitelerinden..
*
Irak Kürdistanı’nda yaşayan ve geçmiş 60-70 yıl boyunca kendilerine uygulanan dışlayıcı siyasetlere karşı silahlı mücadele veren 5 -6 milyon kadar sünnî kürdlerin; Saddam sonrasında, Amerikan baskısıyla düzenlenen ’anayasa’ya göre, bir bölgesel hükûmet kurma haklarının tanındığı da hatırlanmalıdır.
Yine hatırlayalım ki, Irak’ın bu yeni ’anayasa’sı yürürlüğe konulurken, Irak’daki Amerikan Genel Valisi, ‘Evet, bu anayasa şeriat anayasasıdır, ama, onun meşruiyyeti, geçerliliği benim kabulüme bağlıdır..’ diyordu. Bu anayasa, şiî müslümanlara, sunnî müslümanlara ve de kürdlere ayrı ayrı imkanlar sunuyordu. Öte yandan, Amerikan emperyalizmi, şiî ve sünnî halk kesimleri arasında asırlardır olmayan bir boğuşmayı ortaya çıkarmak için, Bağdad’da farklı mezheblerden insanların yaşadığı mahalleler, semtler arasına duvarlar çekmiş ve böylece olmayan bir düşmanlığın şekillenmesi için, hayalî korkuların uyandırılması için elinden geleni yapmıştı. Bu engellerin bir kısmı, hâlâ da korunuyor..
*
Irak’ın kuzeyinde, Irak Kürdistanı’nda, Barzanî liderliğindeki bölgesel hükûmetin, bu yörede on yıllardır görülmemiş bir huzur ve kalkınma sağladığı biliniyor.. Ve amma, problem, bu bölgesel hükûmetin, kendi yöresindeki yeraltı zenginliklerini, özellikle petrolü sadece kendi bölgesine aid bir zenginlik olarak kullanmak istemesi, Bağdad’daki merkezî hükûmetle arasında devamlı bir sürtüşme meydana getiriyor.. Özellikle Kerkük Petrolleri yüzünden, Kerkük vilayetinin, Irak Kürdistanı’nın bölgesel hükûmetinin mi, yoksa Bağdad’daki merkezî sınırları dahilinde mi olduğu konusu hâlâ da önemli olup, henüz de halledilmiş değil..
Ama, şiî müslümanların Irak Meclisi’nde birkaç siyasî grup halinde olmalarına rağmen, aralarında, etrafında birleşebilecekleri bir isim olarak ilk önce İbrahîm Caferî başbakanlığa getirilmişse de, Amerikan emperyalizmi, ondan hoşnud olmayınca, 1,5 yıl sonra değiştirilmek zorunda kalınmış ve yerine onun yardımcısı Nûrî Mâlikî getirilmişti.. Irak Meclisi’nde ekseriyeti oluşturan şiî müslümanların başka bir başbakan adayı üzerinde anlaşamamaları üzerine ortaya çıkan Mâlikî’nin ise, ene büyük zaafının, yeni anayasada oldukça geniş olan yetkilerini kullanırken, karşısına çıkan problemleri sadece güç gösterisiyle halletmeyi veya kendisine karşı çıkanları terörist suçlamasıyla bertaraf etmeyi denemek gibi bir usûlü benimsediğinin birçok örnekle doğrulanması.. Nitekim, üç yıl öncelerde, Muqtedâ es’Sadr kendisine destek vermeyince ve ağır eleştiriler yöneltince, Mâlikî, ona, ’Seni, ’terörist’ olarak suçlayıp, yargılarım..’ tehdidinde bulununca, Sadr, çareyi, derhal İran’a geçmekte buldu.. Ama, orada da, Mâlikî’ye yardımcı olması ve 40 kişilik Meclis Grubu’nun, Mâlikî’nin hükûmetine destek vermesi için yoğun telkınler altında kalınca.. Sadr, bir ara, ’Çeker giderim Lübnan’a..’ dediyse de, gidemedi ve Mâlikî’ye destek vererek, problem odağı olmaktan kısmen de olsa çıkmış oldu..
Arkasından, Mâlikî, Suriye Baas rejimini ve Beşşar Esed’i suçladı bir süre.. Irak’da ardı arkası kesilmeyen patlamaların, Suriye Baas rejiminin, Irak Baas rejimi artıklarına verdiği desteklerle gerçekleştirildiği iddisasıyla..
Ancak, Arab rejimlerinin bir çoğunda başlayan ve bazı diktatörlüklerin devrilmesiyle sonuçlanan sosyal patlamalar Suriye’ye de sıçrayınca, yine İran’ın telkin vs. çabalarıyla, Esed’le arayı düzeltti ve ona elinden gelen desteği vermeye başladı.. Saddam ve Irak Baas rejimine karşı 30 yıla yakın bir süre direniş mücadelesi vermiş olan Dâvâ Partisi‘nin önde gelen isimlerinden olan bir Mâlikî’nin de tıpkı İran rejimi gibi Esed’in yanında yer alması ve bütün bir Suriye’yi kendisinin ve katı laik Baas rejiminin iktidarının sürmesi adına 60 binden fazla insanı öldürmesine; Suriye Şahı veya Şam’daki zamâne Yezidi’ne, ülkesini kangölü ve harabeye çevirmesi için destek vermesi, stratejik gerekler adına arka çıkması, İslamî mücadelelerin geleceğinde ümmetin birliğine engel teşkil edeceği açısından iç karartan, esef edilecek, hayıflanılacak bir durumdu ve bu destekleme hâlâ da devam ediyor..
*
Mâlikî bununla da kalmadı, geçen sene, Irak C.Başkanı Yard. Târıq el’Hâşimî’yi, ‘ülkedeki terör eylemleri’ni yaptırttığı iddiasıyla tutuklatmak isteyince.. Hâşimî, Bağdad’dan çıkıp, önce Irak Kürdistanı bölgesine geçti; oradan B. Arab Emirlikleri‘ne ve sonra da Türkiye’ye..
Hâşimî’nin bazı korumaları idâma mahkûm edildi.. Hâşimî de gıyaben yapılan yargılamalar sonunda üç kez idâma mahkûm oldu..
Hâşîmî, sünnîlerin temsilcisi sıfatıyla o makama getirilmişti..
Mâlikî, Hâşimî’ye Türkiye’nin sığınma hakkı vermesini düşmanca bir tavır olarak niteledi ve Türkiye’ye karşı tavrını oldukça sertleştirdi.. Ama, kendi hükûmetinin de Irak sınırları içinde yer alan Kandil Dağı‘nda çöreklenen PKK karargâhından dolayı bir sorumluluk üstlenmemeyi sürdürdü.. Çünkü, Irak Amerikan işgali altındaydı ve Kandil’e de dokunamazdı.. Bu iddia üstelik yersiz de değildi..
Esasen, Irak‘daki ve Ortadoğu‘daki denge hesabları açısından da, yazık ki Amerika ve Rusya’nın satranç oyunu ve denge hesablarının etkinliği, görmezlikten gelinemiyecek bir durumdur.. Tabiatiyle bizzat Mâlikî’nin hükûmetini sürdürmesinde de bu etkenler yok sayılamaz.. Elbette, bu, onun tamamiyle o güçlere teslim olduğu mânâsına alınamaz, ama, bu güç dengeleri arasında Mâlikî’nin hükûmetini sürdürmesi de küçümsenemiyecek bir durumdur..
Bu arada elbette onun canını sıkan gelişmeler de olmuyor değil.. Nitekim, Barzanî ile de Kerkük Mes’elesi yüzünden neredeyse iç-savaşın eşiğine tekrar geld, son aylarda.. Ama bu durum, Barzanî’yi de Türkiye‘ye yaklaştırdı..
Bu karmaşık satrançta, Mâlikî, geçen hafta da, yine sünnî partilerin kontenjanından Hükûmet‘te Maliye Bakanlığı’nı uhdesinde bulunduran Râfî el’İsevî’nin Bakanlığına yapılan baskında İsevî’nin bütün korumaları ve bazı üst derece bürokratları tutuklandı, yine -tıpkı Târıq el‘Hâşîmî örneğinde olduğu gibi- terör faaliyetlerine katıldıkları iddiasıyla..
Bu da, Mâlikî’nin yönetim içindeki bütün sünnî unsurları bertaraf etmek istediği şeklinde yorumlanıyor. Burada, halkı, şiî ve sünnî diye kanunî açıdan, anayasada bile ayıran Amerikan emperyalizminin bir oyununun olmadığı düşünülemez ve Mâlikî‘nin de bu oyuna gelmediği söylenemez herhalde..
*
Kezâ, Irak‘da terörün bir türlü dinmek bilmemesi, bir bakıma, Mâlikî’nin ve onun bakış açısını paylaşıp, menfaatlerini onun iktidarına bağlayanların da işine geliyor gibi bir durum çıkarıyor ortaya..
Konuyu şiî- sünnî gibi bir mezhebî yaklaşım açısından ele almak elbette ki son derece yakışıksız, ama, yazık ki, Mâlikî bu yanlıştan bir fayda umuyor gibi bir görüntü vermekten kaçınmıyor.. Mâlikî’yi bir müslüman olarak bilmek ayrı, onun mezheb çengeline düşüp düşmediği tartışması ayrı..
*
Ve, bir ilginç ’tarihî yargılama’ hikâyesi..
Zeyd bin Ali’yi ne kadar ve nasıl tanırız?
Zeyd, Hz. Huseyn’in torunudur..
Hz. Huseyn’in oğlu (ve 12 İmam silsilesinde, Dördüncü İmam) olan İmam Zeyn-el’Âbidin’in oğlu olup, (Seccâd lakabıyla da bilinen) İmam Zeyn-el’Âbidin’den sonra şiî müslümanların 12 İmam çizgisine bağlı müslümanların liderliği konusunda, onun mu, kardeşi Muhammed Bâqır’ın mı ’imam’ olacağı üzerinde, Şiî müslümanlar arasında ilk büyük ihtilaf ortaya çıkmış ve Zeyd’i ’İmam’ kabul edenler‚ ’Zeydiyye’ olarak isimlendirilmiştir.. Onun değil, kardeşi Muhammed Bâqır’ın ’İmam’ olduğunu düşünenler ise, 12 İmam silsilesini bu çizgiden sürdürmüşlerdir.. Zeyd, Emevîlere karşı çetin mücadelere girmiş ve Ebû Hanife de, takibçilerine, Zeyd’e yardımcı olmalarını tavsiye etmiştir, tarihî bilgi ve belgelerin belirttiğine göre..
Zeyd’in öldürüldüğü haberi ulaştığında, Muhammed Bâqır’ın ve etrafının, onu, şer’an yetkisiz hareket ettiği ve o âqıbeti hakettiği gibi bir anlayış sergilediği, yine bazı şiî kaynaklarında zikredilir ve o Zeyd’den asla ’İmam’ olarak sözedilmez, tabiatiyle.. Ama, özellikle Yemen taraflarında çoğunlukta olan Zeyd takibçileri, Zeydîyye mezhebi mensubları, onu İmam Zeyd olarak kabul ederler..
Bu hatırlatmadan sonra, gelelim ilginç bir habere..
(tabnak.ir) isimli stratejik değerlendirme ve yayınlarıyla bilinen sitede, -miladî- 2 Ocak 2013 (Hicrî-şemsî takvimle 13 Dey 1391) günü ’Benî Umeyye / Emevîler’in egemenlerinden iki kişi yargılandı’ başlığıyla yayınlanan bir haberde şu bilgilere yer veriliyordu, özetle:
Irak’dan ulaşan haberlere göre, Necef-i Eşref şehrinde, Beni Umeyye egemenlerinden iki kişi, gıyabî olarak yargılandılar.
Mahkeme, bu iki Beni Umeyye egemeninin, Zeyd bin Ali’yi katletmesini araştırıyordu..
Kûfe Üniversitesi’nin konferans salonunda yapılan yargılamanın sonunda hâkim, bu iki kişiyi idâma mahkûm etti.
Hatırlanacağı üzere, Zeyd, 1313 sene önce, dönemin emevî sultanlarının direkt emirleri gereğince yapılan bir terör eyleminde sonunda şehîd edilmişti..
Belirtilmesi gerekir ki, bu benzersiz mahkeme, Necef-i Eşref Barosu’nun teşebbüsüyle ve onlarca avukat, tarihçi, üniversite öğretim üyesi, Ehl-i Beyt âşıkları ve diğerlerinin huzurunda gerçekleştirilmiştir.
Yargılama sırasında, Irak’lı meşhur tarihçi Hasan Îsâ el’Hekîm ve ulemâdan araştırmacı Mehdî el’Hekîm ve Irak’lı gazeteci Haydar Huseyn el’Cenâbî, yargıç karşısında, Beni Umeyye cinayetkârlarının aleyhindeki görüşlerini dile getirdiler ve Zeyd bin Ali’nin öldürülüp cesedinin 4 yıl asılı olarak tutulması ve sonra yakılıp, kemiklerinin de ezilerek, küllerinin Fırat’a atılmasını tafsilatlı olarak anlattılar.
Hatırlanacağı üzere, İmam Seccâd’ın oğlunun katledilmesi ve sonrası gelişmeler, Emevi sultanlarından Hişâm bin Abdulmelik ve Velid zamanında, Hicrî- qamerî 120’lerde cereyan etmişti..’
*
Evet, böyle bir yargılama..
Tarihin canlı tutulması açısından doğru, ama, toplumun tarihteki husûmetlerle bugün de yeniden yapılandırılmasına hizmet edecekse?..
*