Galip Dalay’ın Karar’daki köşesinde bugün (23 Ekim 2017) yayınlanan “Irak’ta Yeni Dönem ve Türkiye” başlıklı yazısı şöyle:
Geçen hafta Irak ordusu bağımsızlık referandumunu da gerekçe olarak kullanarak Kürdistan bölgesinin 2014 yılından itibaren elinde tuttuğu, Kerkük başta olmak üzere Irak anayasasına göre statüleri tartışmalı olan bölgeleri askeri olarak geri aldı. Bazı noktalarda 2014 öncesi, hatta 2003 öncesi bölgelere Irak ordusu ve İran Devrim Muhafızları destekli Haşdi Şabi milisleri girdi. İran Devrim Muhafızları’nın bu sürecin hem siyasal arka planının hazırlanmasında hem de askeri olarak icra edilmesinde bilfiil rol aldıklarına dair birçok haber, yorum ve görsel yayınlandı. Bu yaşananlar, hem Irak’ın hem de Kürtler’in siyasal tarihinde yeni bir dönüm noktasını teşkil ediyor. Hem Kürtler’in kendi aralarındaki ilişkilerinin çerçevesi, hem Irak Kürdistanı’nın merkezi hükümetle ilişkilerinin mahiyeti, hem de Bağdat ve Erbil’in bölgesel ülkelerle ilişkilerinin niteliği bu süreçten etkilenecektir. Zaten bu, her üç boyuttaki değişimin yansımalarını son haftalarda olanca berraklığıyla görüyoruz.
***
Referandumun bugün yaşananları (Irak’ın askeri olarak tartışmalı bölgelere girmesi) tetiklediği, yapılış biçimini şekillendirdiğine kuşku yok. Fakat bu referandumdan bağımsız olarak da, post-IŞİD döneminde Kürtler’le Bağdat’ın ilişkileri zorlu bir döneme girecekti. İlişkilerin mahiyeti yeniden tanımlanmak zorundaydı. Son yıllarda IŞİD’le mücadelenin üzerini örtmesine rağmen, Bağdat’la Erbil arasındaki sorun alanları hem çoğalıyor hem de derinleşiyordu. Bu sorunların başında da Kerkük başta olmak üzere tartışmalı bölgelerin geleceği geliyordu. Zaten referandumun bir amacı da henüz IŞİD’le mücadele defteri tamamen kapanmamışken, bölgeye olan uluslararası ilgi buharlaşmamışken Erbil-Bağdat arasındaki ilişkilerin çerçevesini ve mahiyetini yeniden tanımlamak oluşturuyordu. Referandum bu konuda ters tepti. Barzani ve Irak Kürdistanı’nın konumu, referandum öncesine oranla ciddi manada daha da zayıfladı.
Bu sonuca rağmen, Irak’la Kürtler yeni dönemde ilişkilerinin mahiyetini ve çerçevesini yeniden tanımlamak zorunda oldukları bir döneme giriyorlar. Irak merkezi hükümeti tartışmalı bölgeleri de ele geçirip elini güçlendirdikten sonra aktörler, bundan sonra muhtemelen müzakere masasına oturacaklar. Türkiye’nin de kendisini bu yeni döneme uyarlaması gerekir. Türkiye’de referandum öncesi ve hemen sonrasında hakim olan reaktif öfke diplomasisi yerini Barzani’ye yönelik olarak “dersini aldın mı?” psikolojisine bırakmış durumda. Bu öfke ve rahatlama hali ne yazık ki bölgedeki yeni jeopolitik realiteyle alakalı, kendisine ne temel soruları soruyor ne de sorulan sorulara sahici cevaplar üretiyor. Mesela düne oranla Türkiye’nin bölgedeki manevra alanı arttı mı? Nüfuz alanı genişledi mi? Güvenlik kaygıları azaldı mı? Veya İran-Irak’ın bölgesel projeksiyonuna bu ölçekte destek sunması veya sessiz kalması bu ülkelerden Türkiye’nin bölgesel konulardaki siyasetine bir destek mi getirecek?
Referandum öncesi tartışmalarda Türkiye’nin güney veya güneydoğu sınırlarında ortaya çıkan bir kuşaktan sıkça söz ediliyordu. ABD-İngiltere-İsrail tarafından ilmik ilmik işlenen yekpare bir hattın kurulmakta olduğu korkusu güçlü bir şekilde pompalanıyordu. Irak Kürtleri’nin referandum öncesi ve sonrasında hiçbir anlamlı bölgesel veya uluslararası destek bulamaması bu tezin maddi zeminin ne kadar zayıf olduğunu ortaya koydu. Tam aksine, ABD başta olmak üzere Batılı ülkelerin hepsi Irak’ın askeri olarak Kürtler’i tartışmalı bölgelerden çıkarma girişimini destekledi. Bununla birlikte, Irak Kürdistanı’nın bugün ikili bir yapıya bölünmesi ihtimali, daha önceki Erbil ve Süleymaniye arasındaki birlikteliğin kırılganlığı da, son dönemlerde Türkiye’nin sınırlarında yekpare bir kuşağın oluştuğuna dair tezlerin suniliğini ortaya koydu. Öyle görünüyor ki, bu tezin düşünsel arka planını Kürtler’in hala büyük oranda bir tehdit olarak görülmesi oluşturuyor. Ne yazık ki sıklıkla pompalanan bu suni kuşak korkuları, İran’dan Akdeniz’e kadar uzanan daha reel bir kuşağın varlığını örtme işlevi gördü. Kürtler üzerinden pompalanan bu korkular İran’ın; Bağdat, Kerkük, Musul, Halep, Şam ve Beyrut’u kapsayan nüfuz alanının veya kuşağının ehven-i şer olarak görülmesine yol açtı.
Bu son yaşananların da bir kez daha gösterdiği üzere, Türkiye’nin Ortadoğu’da bölgesel bir güçten ziyade bir periferi gücüne dönüştüğüne şahit oluyoruz. Geleneksel devlet korkularının veya Kemalist fobilerin Türkiye’yi mahkum ettiği rol veya statüden bahsediyoruz. Son dönemdeki tartışmalar ve söylem bu korku veya fobilerin sadece geçmişe ait bir konu olmadığını, bugünü de esir aldığını ortaya koydu. Daha önce belirttiğim üzere; bu durum Türkiye’nin jeopolitik tasavvurunu, dış politika vizyonunu ve millet tasavvurunu da daraltan bir işlev görüyor. Siyasal yaratıcılığını da...
Aslında İran’ın aksine; Türkiye’nin, Irak’da işgalden sonra kurulan statükonun tartışılmaya açılmasında pek de kaygılanmasını gerektirecek bir durum yok. Çünkü 2003 sonrası oluşturulan statükoda Türkiye ve kendisine müzahir grupların büyük kısmı kaybeden taraftaydı. Kürtler’in bağımsızlık referandumunu bir kenara koyacak olursak, bu statüko El Kaide’ye geniş bir alan sağladı; IŞİD’i doğurdu. Muhtemelen yarın başka formlarda yeni radikalizm dalgalarını üretecek. Irak’daki siyasal mimari tekrardan dizayn edilmediği müddetçe, bu durum devam edecek gibi gözüküyor. Türkiye’nin kendisi de daha önce IŞİD’in sadece kendisine değil, onu doğuran zemine de yoğunlaşılması gerektiğini salık verdiğinde aslında Irak’taki siyasal statüko ve mimariden bahsediyordu. Bu nedenle Türkiye’nin, kendisine daha sahici sorular sorması gerekir. ABD, Irak’da yapıdan ziyade daha çok şahısa yatırım yapıyor. Daha önce Maliki idi, şimdi ise Abadi. Öyle görünüyor ki, ABD’nin şimdilik en büyük önceliği 2018 seçimlerini Abadi’ye kazandırmak. Irak’daki güvenlik ve siyasal mimaride bir reforma gitmeden, belli şahıslar üzerinden Irak’ı İran’ın yörüngesinden çıkarmanın ne kadar mümkün olduğu meçhul. Daha doğrusu mümkün değil. İran’ın hedefi ise malum. Fiili bir şekilde kendisinin uydu devletine dönüştürdüğü Irak’da, nüfuz alanını hem daha da derinleştirmek hem de genişletmek; İran’ın temel motivasyonunu oluşturuyor. Sayıları yüz binin üzerinde olan Haşdi Şabi milislerine resmî bir hüviyet de kazandırarak; İran, Lübnan’da Hizbullah’la yaptığını Irak’da Haşdi Şabi’lerle yapmak istiyor.
Mevcut statükonun pek de Türkiye’nin çıkarlarına hizmet etmediği deneyimle sabit olduğuna göre; peki Türkiye, Irak’da neyi koruyor ve önceliyor? Veya yeni dönemde hangi aktörlere yatırım yapacak?