İrade ortaya koyup teslim olmayanların örnekliği...

Ali Osman Aydın, Filistinli Müslümanların direniş ruhuyla tüm Müslümanlara nasıl bir çağrıda bulunduklarını inceliyor.

Ali Osman Aydın / Yeni Akit

Kafatasımızdaki fırtına

Victor Hugo’nun Sefiller adlı o harika romanında, bana sembolik olarak Filistin ve Müslüman devletlerin karşılıklı konumlarını çağrıştıran bir bölüm var. 

On dokuz yıllık mahkumiyetinden ardından hapishaneden yeni çıkmış olan romanın baş karakteri Jean Valjean, kimliğini değiştirmiş, Mösyö Madlen ismiyle bir kasabaya yerleşmiştir. Madlen, bir dizi ticari girişimde bulunur ve ürettiği bir cam çeşidinden dolayı kısa sürede zengin olur. Zenginliğini, hem istihdam oluşturarak, hem de yetim, öksüz, dul ve yaşlıları koruyan hayır işleri yaparak, halkla paylaşır. 

Ardından bu ticari başarıyı, şehrin sakinlerinin de teşvikiyle belediye başkanlığıyla taçlandırır. Paris’in ünlü polis şeflerinden ve geçmişte gardiyanlık da yapmış olan Javert adındaki görev aşığı memur ortaya çıkmasa, karanlık geçmişini hatırlatacak hiçbir şey yoktur hayatında. 

Belediye başkanının kimliğinde, grilikler, tuhaflıklar olduğunun kokusunu alan Javert onu göz hapsine alır ve her adımını takip etmeye başlar. Gününün birinde Javert, Başkan Jean Valjean’ın makamına girerek, ona şöyle söyler: 

“Beni kovmalısınız!”

Başkan, “neden” diye sorar. 

“Çünkü ben sizin eski bir mahkum olduğunuzu düşünerek, sizi takip ettirdim. Her hareketinizi izledim. Oysa Gerçek Jean Valjean dün yakalandı. Yarın mahkemesi görülecek. Beni kovun çünkü yetkimi aştım, kanun dışı şeyler yaptım” der. 

Başkan Madlen hiç renk vermeden, işinin başına dönmesi gerektiğini söyler Javert’e. O gittikten sonra da sancılar içinde özel odasına çekilir. 

İşte Victor Hugo, Jean Valjean’ın, yani yeni kimliğiyle Mösyö Madlen’in düşünce savaşı içinde geçirdiği o geceyi “Kafatasındaki Fırtına” başlığıyla anlatır romanda.  

İnanılmaz etkileyici bir bölümdür. Ahlaki bir ikilemin bu kadar keskin ve bu kadar güzel anlatıldığı çok az metin vardır herhalde.   

Mösyö Madlen, yani şehrin belediye başkanı, mahkemeye gerçek Jean Valjean olarak teslim olmakla olmamak arasında gider gelir o gece. Bir türlü doğru yolun hangisi olduğuna karar veremez. Nereden bakarsa bulunduğu durumu doğru olarak görür. Şöyle düşünür:  

“Teslim olursam, o zavallı adamı bırakıp, beni hapse atacaklar. Burada bir şehir, sanayi, fabrikalar, işçiler, kadınlar, yaşlı büyükbabalar, çocuklar, yoksul insanlar var! Tüm bunları ben yarattım, ben yaşattım, nerede tüten bir baca varsa sobasına odunu, tenceresine etini ben koydum; refahı alışverişi ben meydana getirdim. Hayatı canlandırdım, bereketi artırdım, insanları teşvik edip tüm bölgeyi kalkındırdım, ben olmazsam, bu ruh, bu zenginlik yok olur. Teslim olarak kendimi feda edersem her şey ölüp gitmez mi?”

“Hem zaten hırsızlık yapmış biri için neden teslim olayım? En iyisi ben burada kalıp görevime devam edeyim. On yılda milyonlar kazanıp şehrin yararına dağıtırım. Herkesin yaşam düzeyi yükselir, sanayi canlanır, fabrika ve atölyeler çoğalır, aileler, yüzlerce, binlerce aile mutlu olur! Bölge nüfusu kalabalıklaşır. Sefalet ve onunla birlikte ahlaksızlık, fahişelik, hırsızlık, cinayetler, tüm suçlar ortadan kaybolur!” 

Bu yüzden teslim olmamanın en doğru karar olduğuna hükmeder bir anlığına. Daha önceki düşünceleri için kendisini suçlar. Teslim olmayı düşündüğü için, “aklımı kaçırmışım, az kalsın kendimi, değmez biri için ele verecektim” der. “Bir suçluyu kurtarıp masumları feda etmeye, bir ihtiyar serseri için çocukları feda etmeye gerek yok” diyerek içini rahatlatmaya çalışır.

Ardından “Kararımı verdim. Bu sadece benim çıkarıma değil, herkesin çıkarına olacak. Ben mösyö Madlen’im ve öyle kalacağım. Jean Valjean’ın vay haline! Artık o ben değilim. O adamı tanımıyor, kim olduğunu bilmiyorum, şuan bir Jean Valjean varsa başının çaresine baksın. Umurumda değil” der. 

Mahkumluk günlerinden kalan ve onun suçlu geçmişinin izlerini taşıyan kıyafetlerini, şamdanları çıkarıp hızlıca şöminenin ateşine atar geçmişini yok etmek için. 

O esnada karanlıkların içinden bir ses duyar. “Her şeyi unut, her şeyi yak, çok güzel! Kendini alkışlamalısın! Belki de hiçbir suçu olmayan, sırf senin ismine sahip olduğu için yaşlı bir adam senin yerine zindana atılacak, ömrünün son günlerini korku ve sefalet içinde tamamlayacak. Çok güzel! Sen dürüst bir adam ol. Belediye başkanı olarak kal, şehri zenginleştir. Yoksulları doyur. Öksüzleri yetiştir. Mutlu, erdemli bir hayat sürdür. Sen burada mutlu ve ışıltılı bir hayat sürerken bir başkası senin kırmızı kazağını giyecek, ismini ve zincirini taşıyarak ölecek. Evet böylesi daha güzel! Ah Sefil!”

****

Filistin ve Müslüman devletler arasındaki bağlara ve ilişkiye baktığımda, tıpkı o yaşlı adam gibi bu savunmasız insanların da bizim yerimize kurban olarak seçildikleri düşüncesine kapılıyorum. Bizi dişi kesmeyenler, bize ait ama bizden uzakta olan bu topluluğu; bizi tamamen ellerine geçirseler nasıl paramparça edeceklerse, öyle paramparça ediyorlar. Kadınları, çocukları özellikle öldürüyorlar. 

Gazze de izlediğimiz, -başta Türkiye olmak üzere- Müslüman toplumlar olarak müstakbel ölümümüz bir bakıma. Bir fragman gibi izletiyorlar bize. Dünya Müslümanlarını psikolojik olarak çökertmek hırsıyla vuruyorlar Gazze’nin sivillerine. 

Biz Sefiller ’deki kimliğini değiştirmiş, başka bir hüviyete bürünmüş, asıl kimliğini özenle saklayan, gizlenen Jean Valjean’a çok benziyoruz. Gizlenerek yaklaşan gerçekten kaçabileceğimizi zannediyoruz. 

Gazze bizim adımızı, izimizi taşıdığı için tutsak alınmış bir mahkum adeta, romandaki gibi. Biz Jean Valjean’ın yaptığı gibi, kurulu düzenimiz bozulmasın, başımıza iş almayalım, yaptıklarımızı yapmaya devam edebilelim diye kendimizi kandırarak, savunmasız Filistinlilerin acılar içinde yok oluşlarını izliyoruz. “Reel politik, uluslararası dengeler, bilmediğimiz gerçekler var” gibi kelime oyunlarıyla da kaçış yolumuza inciler döşüyor, kayıtsızlığımızı aklileştiriyoruz. (Siyasal olarak doğru olanın bu tutum olduğu söylenebilir ama ahlaken doğru olanın bu olmadığına eminim!) 

Victor Hugo kitabın ilerleyen bölümünde kahramanına menfaate uygun olanı değil, ahlaki olarak doğru olanı yaptırıyor. Kahraman ahlaki kurtuluşu, gizlenip konforlu hayatına devam etmekte değil, onun yerine mahkum edilecek kişiyi kurtarmak için mahkemeye teslim olmakta buluyor. Mösyö Madlen unvanını, servetini feda ederek mahkeme salonuna giriyor ve “gerçek Jean Valjean benim!” diye haykırıyor. 

Biz de “kafatasımızda bir fırtına” estirip düşünelim! Müslüman toplumlar ve Türkiye, bir gün ahlaki cesaretlerini toplayıp, gizlendikleri yerden çıkıp, “biz buradayız” diyerek bu korkunç gidişata el koyarlar mı acaba? Ahlaka, Müslümanlığa ve insan onuruna uygun olanı yaparlar mı?    

Yorum Analiz Haberleri

CHP ile laiklik anlayışınız farklı, peki Anıtkabir anlayışınız aynı mı?
Siyonizm Batı'nın çöküşünü hızlandıracak
Siyonistlerden dost olmaz, ne Kürtlere ne de bir başkasına
“AB İsrail’i daha ne kadar koruyacak?”
“BM Siyonizm'i ırkçılık saysın”