Mahmut Ay / Yeni Şafak
Dinin geleceği
Geçtiğimiz haftalarda, Türkiye’de Din ve Diyanet Algısı hakkında yapılan bir saha araştırması üzerine iki yazı yazdım. Her ne kadar ülkemizde dindarlık oranı, %70 gibi göreceli olarak hâlâ yüksek olsa da, dünyanın genel gidişatına paralel bir şekilde, dindarlığın hem niceliksel hem de niteliksel olarak zayıflama eğiliminde olduğu görülmektedir. Bunun temel nedenlerini düşünmek ve bu soruna imkân ölçüsünde çözümler üretmek her duyarlı Müslümanın vazifesidir.
S. Simon, A. Comte ve J. Frazer gibi pozitivistler; dini, geçmiş çağlara ait kabul ediyor ve bilim çağında ona yer olamayacağını iddia ediyorlardı. Dinin, 20. asırda büyük oranda tarih olacağını hayal ediyorlardı. Bu pozitivist düşünürlerden etkilenen siyasetçiler de ülkelerini pozitivist-laik çizgide dizayn etmeye çalışıyorlardı. Zira insanlık “büyü ve din çağı”ndan çıkmış, “bilim ve teknoloji çağı”na girmişti. Hâlbuki, ünlü dinler tarihçisi M. Eliade’ın da belirttiği gibi “kutsal; insan bilincinin tarihinde bir aşama değil, bilincin yapısında mündemiç bir unsur”du. Nitekim tarihî tecrübe, onları haklı çıkarmadı. Din, yok olmak bir tarafa, bazı coğrafyalarda insanoğlu tarafından 20. asrın ortalarından itibaren adeta yeniden keşfedildi. Dine dayalı yeni devletler kuruldu. Yüzlerce yeni dinî akım ortaya çıktı. Felsefeciler tarafından sert eleştirilere maruz kalan Pozitivizm ise, zamanla felsefe pazarında ciddi satıcısı ve alıcısı olmayan bayağı bir metaya dönüştü. Bu, böyle olmak zorundaydı. Zira “kutsal”, tarihin belirli bir döneminde insan tarafından yaratılmış bir kavram değil, bizatihi insanın özünde yerleşik bir tözdü.
Peki, inanma ihtiyacı insanın özünde yerleşik olduğu halde; ne oldu da, son otuz yılda belirgin bir şekilde dünyada dine ve kutsala karşı gittikçe derinleşen bir ilgisizlik baş gösterdi?
Felsefelerin, düşüncelerin ve ideolojilerin toplumlar üzerindeki etkisi genellikle sınırlı olur. Ancak insanın nefsine hoş gelen ve günlük hayatının bir parçası haline gelen şeyler, onu çepeçevre kuşatır. İstese de istemese de, o kuşatılmışlığın içinde yaşar hayatı. Ondan etkilenir, ona tepki verir. Teknolojik ürünler de böyledir. Teknolojinin kendini yenileme hızı arttıkça ve buna paralel olarak sürekli yeni ürünler ortaya çıktıkça, insanın teknolojik ürünlere ve dolayısıyla dünyaya olan ilgisi de artmaktadır. Dünyaya meyletmek ise, dinden ve kutsaldan uzaklaşmayı doğurmaktadır. Böylece son yıllarda, önceki yüzyıllar boyunca ateist ve pozitivist felsefecilerin yapamadığını, yepyeni bir şey çok kısa bir zamanda yapmıştır: Dijital teknoloji.
Son otuz yıl içerisinde, özellikle dijital teknoloji alanında inanılmaz bir hızla yeni ürünler ve içerikler icat edilmesine paralel olarak, insanoğlu sanal dünyanın cazibesine kapılıp hakikî olan her şeyden uzaklaşmaya başladı. Böylece en büyük hakikat olan Cenâb-ı Hak ile de, insanın aklı ve kalbi arasına gittikçe büyüyen engeller koydu sanal dünya. Yiyeceklerimizde organiklik kalmadığı gibi, düşüncelerimizde de otantiklik kalmadı. Gıdalarımız gibi, düşünme melekemizin de genetiğiyle oynandı. Aklı gitgide yapaylaşan, kalbi gitgide sanallaşan zavallı modern insanın, gerçeklikle ve hakikatle bağı zayıfladı; sanal âlemle uğraşmaktan, metafizik âlemle ilgilenmeye ne vakti ne takati kaldı.
Dijital dünyanın ürettiği sanallığın en büyük marifeti, gerçekliği unutturmaktır. Gerçeklik ise insanoğlu için “hakikat”in ipucudur. Sanallık, hakikate götüren ipucu olan gerçeklikten kopardı insanı. Din ise, hakikatlerin özü olan ve en büyük hakikat olan Mutlak Yaratıcı fikri üzerine kurulduğu için, sanal dünyanın en büyük darbesi; din, yani Tanrı inancı üzerinde oldu. Yapay zekâ denen şey henüz hayatımıza girmedi. O girdikten sonra, hayatımızda neler olup biteceğini henüz tam kestiremiyoruz. Belki bu yapay zekâ, zamanla “yapay tanrı”ya dönüşecek ve hakikî Tanrısını kaybeden zavallı insan, belki yapay olarak kendine bir “tanrıcık” edinecek. O ne derse onu yapacak. Bir nevi onun kulu ve kölesi olacak.
Öyle bir dünyayı hayal dahi etmek istemesem de, dünyanın akışı maalesef o yöne doğru. Bu akışı, çocuklarımız üzerinden görebiliyoruz. O halde ne yapmalı? Ne yapmalı ki, sanal dünyaya kendini kaptırıp hakikati tamamen yitirmesin insanlık? Artık dijital dünyadan bağımsız yaşayamayacağımıza göre; o dünyada dinin güzel bir şekilde anlatılmasını yaygınlaştırmaya ihtiyaç var. Buna “sanal dünyayı dindarlaştırmak” diyebiliriz. Dijital çağda hayatın nabzı sanal dünyada attığına göre, o dünyayı iyileştirmek, o dünyada iyi içerikler üretmek, her iyi insanın birincil görevidir.
Sipehsâlâr’ın anlattığına göre; Mevlânâ, aslında şiir yazmayı sevmezmiş. Ancak Konyalılar şiire meraklı oldukları için istemeyerek de olsa düşüncelerini şiirle anlatmak zorunda kaldığını söylermiş. Bunu da şöyle bir misalle anlatırmış: “İşkembe çorbasını seven bir misafiri için insan nasıl istemeye istemeye işkembe yıkayıp temizlerse, ben de Konyalılar şiiri sevdiği için istemeyerek de olsa şiiri kullanıyorum.”
Bendeniz gibi, sanal dünyadan hoşlanmayıp uzak durmayı yeğleyebilirsiniz. Ancak o mecrada, insana “hakikat” diye bir şeyin olduğunu hatırlatan nitelikli içerikleri bolca üretmek zorundayız. Kanaatimce dijital çağda “Din”in geleceğini müspet manada etkileyecek en önemli iki husus şudur: 1. İnsanları, mümkün mertebe sanal dünyanın cazibesinden uzak tutup, hakiki mutluluğun gerçek dünyada olduğunu anlatmak ve gerçek dünyadaki eserleri üzerinden Yüce Yaratıcı’yı hatırlamaya teşvik etmek. Yani sanallıktan gerçekliğe; gerçeklikten de hakikate yönlendirmek. Bu konuda, çok zengin ve derin bir muhtevaya sahip olan tasavvuf düşüncesinden yararlanılmalıdır 2. Sanal dünyada, insan için dinin ve Allah inancının önemine dair nitelikli içerikler üretmek.
Bu uğurdaki gayretlerin nasıl bir sonuç vereceğini kestirmek zor; ancak biraz karamsar olsam da, özünde “nefha-i ilâhiyye” taşıyan insana güveniyorum.