İnsanlara Rabbu’l-Alemin’i hatırlatanlara ne mutlu!

RIDVAN KAYA

Sınırlı bir hayat yaşıyoruz. Ömür sermayemiz her geçen gün tükeniyor. Çoğumuz için önümüzde kaldığını tahmin ettiğimiz, zannettiğimiz süre geride bıraktığımıza, geçene nazaran çok daha az kalmış görünüyor.

Peki, bunun gerçekten farkında mıyız? Şu dünya hayatında ve kainatın tamamında en büyük lütuf olan hidayet nimetinin bizler için ne büyük bir ayrıcalık olduğunun yeterince idrakinde miyiz? Ki bu sayede sıradan, basit, süfli bir hayat yaşayanlardan ayrılıyoruz.

Bilmeliyiz ki ancak bu sayede sorumluluk hissetmeden tüketip, hayatlarını tüketenlerden; hicaba savaş açıp edepsizce vücutlarını teşhir edenlerden; insanları insan olarak, kardeş olarak görmek yerine kökenlerinden, geldikleri coğrafyalardan ötürü tasnif edip tahkir edenlerden; insanların acılarına, yardım çağrılarına kulaklarını tıkayıp cimrilik yapanlardan; Allah Teala’ya kulluk etmekten, secde etmekten kaçınıp başta nefisleri olmak üzere, ihtiyaçlarına, hazlarına, özlemlerine kul-köle olanlardan, dünyevi arzularının önünde yerlere kapaklananlardan, adeta sürünenlerden ayrışıyoruz.

Bahşettiği hidayet nimetiyle bizi bu süfli arzulardan, düşüncelerden ve topluluklardan ayrıştıran Rabbu’l-Alemin’e sonsuz şükürler olsun, hamd olsun.

Ayrışmak zorunludur! Bu yüzden bizi “Dünyaya dalanlarla dalar giderdik.” (Müddessir, 74/45) diyenlerden olmayıp takvaya, tevazuya, isara, infaka, sabra, emri bil marufa nehyi anil münkere, her durumda hayırlı olana talip olmaya sevk eden bu bilince, bu hassasiyete, farkındalığa çok ihtiyacımız var.

İşte bu bilinç hayatımıza bir yön, hedef belirliyor; en güzel kulluk çabamızı şekillendiriyor. Bizi Müminlerle bir saf olmaya, kalplerimizi ve amellerimizi tevhid etmeye sevk ediyor.

Öyleyse alışkanlıklarımıza teslim olarak, taat ve ibadetlerimizi rutin egzersizlere dönüştürerek, sahip olduğumuz nimeti, ayrıcalığı değersizleştirmeyelim. Bilincimizin ve amellerimizin sıradanlaşmaması için çaba sarfedelim, kardeşlik iklimini takviye edelim, yaygınlaştıralım.

Kendimizi hesaba çekelim; tövbe, istiğfarda bulunalım; günahlarımızdan, zaaflarımızdan arınmaya çalışalım. Daha iyisini, daha güzelini yapma imkanı varken az olanla yetinmeyelim. Sabikun olmayı, öncülük misyonunu yüklenmeyi hedefleyelim. Bu muhasebenin verimli sonuçlar doğurması için kendimize bazı sorular soralım, yetersizliklerimizi, eksiklerimizi tespit ve tamir etmekten çekinmeyelim. 

Hayat içinde çeşitli düzeylerde çok farklı insanlarla ilişki kuruyor, muhatap oluyoruz. Kendimize soralım: Acaba muhataplarımız bize baktıklarında ne görüyorlar? Sıcak bir dost, mütevazi bir kul, Allah’ın dini için çabalayan, fedakarlıkta bulunan, her durumda haktan yana tavır alan ve bunun için bedel ödemekten kaçınmayan bir Mümin mi, yoksa sıradan bir komşu, bir akraba, bir müşteri, bir mesai arkadaşı mı?

Biz insanlara neyi hatırlatıyoruz? Dünyevi meşguliyetler ve hesapları mı yoksa Rabbu’l-Alemin’i, onun aziz mesajını, izzetli olmayı mı? Bunu kendimize soralım ve cevabı hususunda inşallah netleşelim.

Rabbimiz Fussilet suresinde Müminlerin vasıflarını zikreder ve şöyle buyurur: "Allah'a çağıran, salih amelde bulunan ve: "Gerçekten ben müslümanlardanım" diyenden daha güzel sözlü kimdir?” bir manada bu ayetin tefsiri sayılabilecek bir hadiste ise Resulullah’ın (s) şöyle buyurduğu bildirilmiştir:Sizin en hayırlılarınız, görüldükleri zaman aziz ve celil olan Allah’ın hatırlandığı kimselerdir.” (İbni Mace, Zühd) Görüldüklerinde insanlara Allah’ı hatırlatanlara ne mutlu! 

Allah için yaptığımız, üstlendiğimiz işlerde hırslı olalım; idare eden, geçiştiren, çabuk bıkan, yılan, vazgeçenlerden değil, bilakis daha çok gayret edenlerden olalım. Resulullah (s) bize hırslı olmayı öğütlüyor. Ebu Hureyre rivayetiyle Müslim’in Sahih’inde naklettiği bir hadiste şöyle buyrulmuştur: “Sana fayda verecek şeyler için hırslı ol. Allah'tan yardım iste! Âciz olma!”

Biz ise çoğu zaman bize fayda vermeyecek, ya da az fayda verecek şeylerde çok hırslı olabiliyoruz. Dünyevi hedefler için çok çalışıyor; dünyevi kaygıları çok merkeze alıyor; insanlara kişisel nedenlerle, nefsimizden kaynaklanan saiklerle kızıp, öfkelenebiliyoruz. Bir insanı doğruya yöneltmek hususunda çabuk pes ediyor ama örneğin dünyevi menfaat beklentimizin olduğu şahıslara çok mesai ayırabiliyoruz. Oysa ölçülü olmak zorundayız, asıl olanla tali olanın yer değiştirmemesi için dikkat etmek zorundayız.

İnsanlara Allah azze ve celleyi, O’nun mesajını hatırlatmakla kendilerini vazifeli addedenler insanlarla iyi ilişkiler kurmak, güzel geçinmek, güzel örneklikler sergilemeye mecburdurlar. İyi insan olmak, dostluk kurmak, sevilmek, hayırla anılmak zor değildir ama fedakarlık ister, bencillikten uzaklaşmayı gerektirir. Nefse yenilmemeyi, dünyevi arzu ve heveslere ram olmamayı, sözünde de özünde de samimiyetle davranmayı zorunlu kılar.

Küçük hesaplar yapan ki ahret karşısında dünyaya ait bütün hesaplar netice itibariyle küçüktür, nefsani arzularını dizginleyemeyen, işinde, alışverişinde, sohbetinde, muhabbetinde Rabbu’l-Alemin’in rızasını öncelemeyenler ise mutlaka hata yapar, inandırıcılık sorunu yaşar, insanlar nezdinde de sevimsizleşirler.

Allah için olmayan, onun dininin korunması, gözetilmesi kaygısı taşımayan, münkere tavır almaktan kaynaklanmayan hiçbir hususta insanlarla çekişmek, tartışmak, onların rahatsızlığına sebep olacak davranışlarda bulunmak doğru değildir. İlla birileriyle ters düşeceksek, birilerini üzeceksek bu kesinlikle nefsani bir tutumdan kaynaklanmamalı, ancak onları kötülükten uzaklaştırma saikiyle olmalı.

Mal-mülk çekişmesinden ötürü, rahatımız, konforumuz için, dünyevi makam, itibar, eşya ya da zevk için insanlarla ters düşmekten, karşımıza almaktan, onlarla çekişmekten kaçınmalıyız. İndi düşünce ve yaklaşımlarımızı başkalarına kabul ettirme hususunda ısrarlı olmamalıyız. Bizim düşüncelerimiz bizim için değerli olduğu gibi, başkalarının düşüncelerinin de kendileri için değerli ve anlamlı olduğunu unutmamalıyız.

Başkalarının sahip oldukları bizi cezbetmemeli; kimsenin yediğine, giydiğine, bindiğine, taşıdığına gıpta etmemeliyiz. Abdullah İbni Mes’ud’un (r) rivayet ettiğine göre Resulullah (s) şöyle buyurdu:

“Yalnız şu iki kimseye gıpta edilmelidir: Biri, Allah’ın kendisine verdiği malı hak yolunda harcayıp tüketen kimse, diğeri, Allah’ın kendisine verdiği ilimle yerli yerince hükmeden ve onu başkalarına öğreten kimse.” (Buhârî, İlim 15; Müslim, Müsâfirîn; İbni Mâce, Zühd)

Sehl b. Sa’d es-Said’in Nebi’den rivayet ettiğine göre Nebi’ye birisi geldi ve “Ya Resulullah! Bana işlediğim zaman beni Allah’ın ve insanların seveceği bir amel söyle” dedi. Bunun üzerine Resulullah şöyle buyurdu. “Dünyaya karşı tok gözlü ol, Allah seni sever; insanların elindekilere göz dikme, insanlar seni severler.” (İbni Mace)

Müminler işlerinde, ilişkilerinde, davranışlarında dünyevi kaygıları değil, ahret hesabını öne çıkarmak zorundadırlar. Tok gözlü olmak ve buğzdan, düşmanlıktan kaçınmak durumundadırlar. Allah Teala’nın dünyevi imkanlar bağlamında başka insanlara lutfettiği imkanlar, mal, mülk, servet, evlat vb. hususlarda kıskançlık, haset vb. duygulardan uzak durmalı, sahip olduklarının kadrini, kıymetini bilmelidirler.

Şüphesiz insanların takdiri, kıymet hükümleri doğru ve yanlışı birbirinden ayıran temel ölçü değildir. İnsanların tespit ve değerlendirmeleri ancak Kitabullah’ın hükümleriyle muvafakat arzettiği ölçüde esas alınmayı hak eder. Ne var ki Allah Teala’nın kullarını yok sayan, rencide eden, değersizleştiren bir tutum da hayır getirmez. Bilakis asli ölçülerle çelişmediği müddetçe insanların yargıları dikkate alınmayı hak eder.

Bu yüzdendir ki “insanların hayırlısı insanlara faydalı olandır” buyruğu bizleri temel bir tutum belirlemeye davet etmektedir. Bu manada O’na isyan ve düşmanlık etmedikleri ölçüde Allah Teala’nın kullarıyla iyi geçinmek, onlara fayda sağlamak, haklarında hayır dilemek, hüsnü niyet beslemek Müslüman ahlakının gerektirdiği işler cümlesindendir.   

Allah Teala bizi dünyaya tamah edip, ahireti unutanlardan değil; hakka yönelen ve adaleti başta nefsi olmak üzere tüm yeryüzünde hakim kılmaya gayret edenlerden eylesin! Cuma’nız mübarek olsun!