İnsanın “kul” kimliği

Yavuz Bahadıroğlu

 

Kendi gerçeğimizi parada-pulda, makamda-mevkide arıyoruz...

Oysa insanın mutlak gerçeği “kulluk”tur.

İnsan kendini şöhrette-servette, başarıda değil, “kulluk”ta aramalıdır!..

Ancak bu durumda insan kudret, kuvvet ve iradesinin sınırını fark eder. Aczini idrak eder. Kulluğunda özgürleşip yücelir. Meleklerin üzerine çıkar.

Ancak böyle olmuyor. Çünkü insanı “kulluk” çizgisinden çıkaran envai çeşit “fitne” devreye giriyor...

Para-pul, mevki-makamla şımarıyoruz. Şımardıkça kendimizde güç ve kuvvet vehmetmeye başlıyoruz...

Pek-çok şey yapabileceğimizi, gücümüzün pek çok şeye yetebileceğini düşünüyoruz...

“Küçük dağlar benden sorulur” havasında tepeden bakmaya başlıyoruz herkese: Burnumuzdan kıl aldırmıyoruz.

Bir gün bir küçücük virüs girip içimize, hakkımızdan geliyor! Gücümüz duvara tosluyor. Enaniyetimiz çözülüyor. Birden fark ediyoruz ki, insan olarak son derece zayıf mahlûklarız. Gücümüz sınırlı, yeteneklerimiz sınırlı, algılarımız, duygularımız sınırlıdır.

Ayrıca pek çok şeye bağımlı yaşıyoruz.

Günün birinde, kendimize ait sandığımız her şeyi terk etmek zorunda kalma kâbusu da (ölüm) hayatı acılaştırıyor.

Bu konuda mü’minler biraz daha talihli sanırım: Çünkü ölüm gerçeği, hakiki mü’minin nazarında “vuslat”ı (kavuşma) çağrıştırıyor. Öteki dünyada daha iyi bir hayatın bizi beklediğine inanmak son derece rahatlatıcı oluyor...

Ya inançsız insan için ölümün ifade ettiği mânâ nedir? Yokluk... Hiçlik... Toprakta yitip gitmek... Tüm sevilenlerden ve sevenlerden kopmak... Mezar: Ebedî zindan...

Çok zor! Ölümü düşünüp ölü karşısında acz ve fakrımızı hatırlamamız gerekirken, biz kendi kendimizi kandırarak ölüm gerçeğinden saklanmaya çalışıyoruz...

Akıbetimizle ilgili her türlü düşünceden kaçınıyoruz. Aslında düşünmekten kaçıyoruz. Çünkü düşünen insan kendi gerçeğini aramaya çıkan insandır.

Yaratıcımızı tanımak, sevmek ve bizim Onsuz bir şey olmadığımızı, Onun yardımı olmadan hiçbir şeye sahip ve kadir (kudretten) olamayacağımızı anlamak üzere fıtratımıza yerleştirilmiş olan kabiliyetlerimizi de boğazladık...

Kendimizi oyalamak üzere kendimize bir program yaptık: Vur patlasın, çal oynasın!

¥

Sinema, televizyon, tiyatro, bale, opera filan... İnsanları azamî derecede meşgul etmek, oyalamak üzere düşünüldü.

Keza talih oyunları da heyecan pompalamak ve suni heyecanlarda insanları oyalamak için uyduruldu.

Çok mu kuşkucuyum diyorsunuz?

Belki: Ne de olsa ben de bu eğitim kıskacından geçtim. Eğitimimiz gözle görünmeyen her şeyi şüpheyle karşılamayı öğretti bize.

Sonuçta kendi varlığımızdan bile şüpheye düştük.

Descartes, “Düşünüyorum öyleyse varım” derken, sanırım farkı fark etmiş. Diğer varlıklarla insanın farkını bir güzel ortaya koymuş: Düşünebilme yeteneği!

İnancımızın merkezi Kur’an “Hiç düşünmezler mi?” diye azarlıyor.

Şu halde düşünmek, insan olmanın şartlarından biri!

İşte bu yüzden düşünce özgürlüğünü sınırlamak, Allah’ın hükmüne karşı çıkmak anlamına gelebiliyor!

Acaba ifade özgürlüğünü sınırlayan devletlerin geri kalmışlıkları bununla izah edilebilir mi?

YENİ AKİT