İnsanın fabrika ayarı: Fıtrat

Vildan Alp, fıtratın değişen insan gerçekliğinde değişmez konumunu mercek altına alıyor.

Vildan Alp / Dünyabizim

İnsanın fabrika ayarı: Fıtrat

Toplumsal düzeni sağlayan, insan ilişkilerini saygı ve sevgi üzerine inşa eden, ahlâkî davranışları öğreten bazı kurallar vardır. Bunlara genel olarak Âdâb-ı Muâşeret denilmektedir. Âdâb-ı Muâşeret terkibindeki âdâb, edep kelimesinin; muâşeret ise “Barış içinde yaşama, birbiriyle uzlaşma” anlamındaki muâşere kelimesinin çoğuludur. Terkip bir bütün hâlinde genellikle bireylerin ve toplum kesimlerinin birbirine karşı olan sevgi ve dostluk duygularını güçlendirici medenî ve ahlâkî davranışları, nezaket ve görgü kurallarını ifade eder. Tanımdan da hareketle Âdâb-ı Muâşeret insana ve topluma yansıyan bir kurallar bütünü olduğundan bu kuralların kaynağının da insan ve toplum olacağını düşünmek doğru bir davranıştır. Ancak işin aslı ilâhî bir yaratılıştan ibarettir.

Hangi ırktan hangi milletten hangi dinden olursa olsun adalet herkes için iyi, yalan herkes için kötüyse demek ki bunlar bizim yaratılışımızdan gelen hisler ve düşüncelerdir. İnsan bir nevi bu hislere karşı kodlanmıştır. Kişiden kişiye değişmeyen bu kodlanmaya “Fıtrat” denilmektedir.

Allah Teâlâ’nın insanları belli bir fıtrat üzere yarattığı Kur’an-ı Kerim’de açıkça beyan edilmiştir: “O hâlde yüzünü, Allah’ı bir tanıyarak dine, Allah’ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult.”1 Resulullah  de fıtratın varlığını bildirerek: “Her doğan İslâm fıtratı üzere doğar.”2 buyurmuştur.

İnsan, Allah Teâlâ’nın yalnızca fiziksel varlığından ibaret olarak yaratmış olduğu bir varlık değildir. Onun fıtratı da Allah’ın tanzim ve takdiriyledir. Fıtrat, sözlükte “yaratılış, karakter, tabiat, mizaç” anlamlarına gelmektedir. Kelimenin sözlük manası dediğimizi kanıtlar niteliktedir. Çünkü Allah fıtratı yarattığını söylemiştir, fıtrat da zikrettiğimiz manalara gelmektedir. O zaman sözlük anlamından hareketle Âdâb-ı Muâşeret’i de içine alan güzel ahlâk dediğimiz şeyin insanın yaratılışında mevcut olan özelliklerin yerli yerince kullanılması diyebiliriz.

Fıtrat ve güzel ahlâk

Tabiatımızın iyiye ve güzele yönelik, yani güzel ahlâk temelli yaratıldığını Kur’an-ı Kerim’den öğreniyoruz. Allah, insanı en güzel şekilde yarattığını haber veriyorsa (“Biz gerçekten insanı en güzel biçimde yarattık.”3) bunu sadece fizikî anlamda düşünmek eksik bir düşünme olur. Eğer ki insanın tabiatı -yani fıtratı- da insanın bir parçasıysa o zaman o da en güzel şekilde yaratılmıştır. Yani bir insanın güzel ahlâk sahibi olması ve buna bağlı olarak Âdâb-ı Muâşeret kurallarına uyması aslında insanın yaratılışına en uygun şekilde hareket etmesidir.

Bu düşünceden hareketle ahlâksızlıkların temelinde insanın kendi tabiatını bozması vardır. Etrafımızda yapılan haksızlıkları gören bir kimse, adaletin fıtrat gereği olmadığını düşünebilir. Ancak şunu unutmamalıyız ki fıtrat değişen bir şeydir. İnsan fıtratını bozabilir. Fıtrat, varlık türlerinin temel yapısıdır. Henüz dış etkenlerden etkilenmemiş, ilk durumu ortaya koyan şeydir. Ama doğup büyüyüp dünyalık işlere ve duygulara kapılan insan eğer kendi nefsî terbiyesi üzerinde durmazsa Allah Teâlâ tarafından verilen temiz ve güzel fıtratta bozulmalar meydana gelir. Fıtrat, insanın bir nevi fabrika ayarlarıdır. Eğitim, aile, çevre gibi çeşitli faktörler fıtratı ya hakikati üzere devam ettirir ya da fıtratı bozarak yaratılış amacından saptırır. Adaletsizlik yapan biri, fıtratında adalet olmadığından değil; kendi fıtratını bozduğundan adaletsizlik yapabilmektedir. Adaletsizlik bu kişinin kendisine yapıldığında bu duruma karşı çıkacak ve ona karşı olan gerçek düşüncesini ortaya koyacaktır.

Âdap ve teklif

Dinimiz doğumdan ölüme kadar hayatın ne şekilde yaşanacağını, davranışların nasıl olacağını, iç ve dış dünyamızın ne şekilde bir yapıya kavuşturulacağını bizlere öğretir. Madden ve manen sağlıklı bir fert, sağlıklı bir aile ve sağlıklı bir toplumun yolu dinimizin bizlere öğrettiği ve emrettiği hayat tarzını yaşamak ile mümkün olabilecektir. Efendimiz  de kendi hayatı ile bizlere emredilen hayat tarzını yaşayabilmemiz için bizlere örnek olmuştur. Bir Müslüman nasıl konuşur, nasıl oturur kalkar, diğer insanlarla ilişkileri nasıl olmalı, ticarette nelere dikkat etmeli, nasıl idareci olmalı gibi çeşitli ince noktaları bize göstermiştir. Âdeta bize hayatı öğretmiştir. Peki, bu hayat biçimi ve yaşayış tarzı bizim doğamıza ters olsaydı Allah bizi bununla mükellef kılar mıydı? Rabbimiz biz kullarına taşıyamayacağımızdan fazla yük vermeyeceğini Kur’an-ı Kerim’de haber vermiştir. (“Allah, kimseyi gücünün yetmeyeceği şeyle sorumlu tutmaz.”4)

İman etmek nasıl ki fıtratımız gereğiyse -yani nasıl ki akıl sahibi bir insan bir yaratıcısı olması gerektiği inancına sahipse- ve biz iman etmekle mükellefsek güzel duygu ve davranışlarımızın da temelinde yine fıtrata uygunluk vardır. Eğer ki güzel ahlâk dediğimiz şey tabiatımıza uygun olmasaydı bizler bununla mükellef olmazdık.

Âdâb-ı Muâşeret’i de güzel ahlâkı da içine alan fıtrat, Allah tarafından bizlere verilen bir şey olmasaydı bunlara dair inanışlarımızda insanoğlunun var olduğu ilk günden bu yana mutlaka değişimler meydana gelirdi. Birçok anlamda tahrip olmuş şu dünya düzeninde dahi kimse hakikî anlamda kötü olanı savunamaz. Kendi çıkarı doğrultusunda fıtratına aykırı davranabilir ama yine de bunu hakikaten kabul etmesi mümkün değildir. Eğer nesiller boyu değişime uğramayan bir kurallar bütününden bahsediyorsak bunun ilahî temelli bir dayanağı olduğu açıktır.

Efendimizin  hayatında Âdâb-ı Muâşeret kurallarına aykırı tek bir davranış görülmemiştir. Kendisi, “Ben güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim.” buyurmuştur. O’nun  âdâba aykırı hiçbir davranışa rastlamadığımız hayatına baktığımızda içimize sinmeyen ve bize ters gelen tek bir davranış bulamayız. O güzel ahlâkı tamamlamıştır, artık geçerli olan O’nun ahlâkıdır ve O’nun ahlâkı tabiatımızın gerektirdiği kurallardır.

Fıtrat ve huzur

Hak din olan İslâm’a inanmayan bireylere baktığımızda kalben daimî bir huzur içinde olamadıklarını görürüz. Her türlü muhteşem teknik gelişmelere, maddî ilerlemelere rağmen tabiatı gereği gerçek mutluluğu bulamamakta ve büyük bir manevî boşluğa düşülmektedir. Dünya nimetleri açısından her şeye sahip olanlardan da o iç huzuru bir türlü bulamadığını itiraf edenler vardır. Bu huzursuzluğun sebebi insanın fıtratına ters hareket etmesidir. Hakikate inanç, fıtratın gereğidir. İnançsızlık nasıl ki fıtrata aykırı olduğundan beraberinde huzursuzluk getiriyorsa aynı şekilde âdâba ve ahlâka aykırı davranmak da beraberinde huzursuzluk ve kalbî rahatsızlık getirir. Çünkü bu da fıtrata aykırı bir durumdur.


Dipnot:

Hüma Dergisi, Sayı: 17

1 Rum Suresi, 30

2 Buhârî, “Cenâiz” 92; Ebu Davud, “Sünne” 17; Tirmizî, “Kader”, 5

3 Tin Suresi, 4

4 Bakara Suresi, 286

İslam Düşüncesi Haberleri

Felah; fıtrat ve vahiyle yeniden buluşmamızda!...
Diyanetten hatırlatma: Tüm kumarlar haramdır!
Kemalistlerin cehaleti uçsuz bucaksız saçmalama özgürlüğü sunuyor!
İ’tizâl ile itidal arasında Allah nerededir?
Mutlak kötüye karşı el-Kassam’ın özgürleştirici ribatı ve cihadı