Yaşar Değirmenci / Yeni Akit
İnanmak ve olmak... Mü’mince bir hayat, kıble merkezli bir düzen kuralım
Modern dünya hepimizi yara bere içinde bıraktı. Maddi/manevî zor günler geçiriyoruz. İnsanların tüketmek için yaşar hale getirilmeye çalışıldığı, israfın hayat standardı olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Dinin basit şeylere feda edildiği bir dünya. Ölümü unutturan dünya. İslâmî değerlerin ya imha edildiği yahut içiyle oynandığı, içi boşaltılmış dindarlığın revaçta olduğu bir dünya. Kutsalsız veya mukaddesten arındırılmış hayat. Adına da ‘modern dünya’ denilen hayat. Günaha ayarlı bir zihin yapısıyla inşa edilmeye çalışılan hayat tarzı, kaygan zemin ve cam kırıkları üzerinde yalın ayakla gitmeye çalışan mü’minler. Meleğin mahkûm, iblisin hâkim olduğu insan tasavvurunu ikame eden bir hayat.
İnsanı Rabbi ile kulluk bağlarından koparan, fıtratından uzaklaştıran bu düzende nasıl yaşayacağız? Mü’mince bir hayatı, kıble merkezli bir düzeni nasıl kuracağız? Dağılan/dağıtılan aileleri nasıl toplayacağız? Konforu, refahı artırma gayreti içindekilere ‘Dünyada bir yolcu gibi ol!’ hakikatini haykırıp dünyevîleşme hastalığından kurtarma faaliyetlerine nereden başlayacağımıza kafa yormayacak mıyız? Dış dünyası güzelleştikçe, iç dünyası çirkinleşenlere, dış dünyası zenginleştikçe iç dünyası fakirleşenlere ‘dengeli hayat’ı kim hatırlatacak? Psikologların işsiz kaldığı, Adliye saraylarının kulübeye döndüğü, kadının evine/yuvasına kavuştuğu bir dünyanın hasretini mi çekeceğiz? Allah’la kulluk irtibatını koparmış bir insana israfı, sade hayatı, sabrı/şükrü/ kanaati/bereketi nasıl izah edeceğiz. İnsana hayatın ve sahip olduğu değerlerin ilahi bir emanet olduğunu açıklayamaz mıyız? Kulun gücü, kabı, ömrü sınırlıdır. Rabbimizin gücü ise sonsuzdur. Kul; onu yaratan/yaşatan/yoktan var eden Allah’a karşı haddini bilmelidir. Kulun Rabbini tanıyıp, O’nun sonsuzluğuna mutlaklığına inanması demek, O’na tâbi olması demektir. Kişi inandığını sever, sevdiğine ise tâbi olur. Rabbinin sıfatlarını bilir, o sıfatları üzerinde görmek ister. Mesela Rabbimiz sonsuz mutlak merhamet sahibidir. Kul da bunu bildiğinde, tanıdığında ve uyduğunda merhametli olmaya çalışır. Gerçek kul olan Resulullah’a uyarak. Peygamberimizin buyurduğu gibi “Merhametlilere Rahman rahmet eder. Siz yeryüzündekilere merhamet edin ki göktekiler de size merhamet etsin.” Allah’a kul olmak en büyük izzettir. (“İzzet ve şeref isteyen, bilsin ki, izzet ve şerefin hepsi Allah’ındır.” Fâtır 35/10) Allah’a gerçek kul olan, âleme efendi olur. Gerçek özgürlük de Allah’a kulluk ile başlar. Her şeyi yaratan, yaşatan, öldüren, diriltecek olan Rabbimize inanması ve güvenmesidir. Her namazımızın rekatında (günde kırk defa) okuduğumuz Fatiha suresindeki “iyyâke na’büdü ve iyyâ kenestaîn” (Sadece sana ibadet eder, yalnızca senden yardım bekleriz.) ayeti bize bunu emreder. Allah’a kul olan, Allah haricindeki hiçbir şeye kul olmaz/olamaz. Gerçek hürriyet/özgürlük de nefsinin bağlarından/esaretinden âzat olmaktır. Müminler son asırda ‘hürriyet/özgürlük’ kavramını da yanlış anladılar. Batı’nın yaptığı gibi siyasi bir kavrama indirgediler. Sonra da bu kavramın özünü menfaatlerine/çıkarlarına kaba güce, dünya kulluğu’na hasrettiler. Toplumu; bunalımlı, tedirgin, endişeli, huzursuz hâle getirdiler. Ancak Allah’a teslim olan huzur, sükûn, selamet bulur. İçinde, dışında, kişisel ve toplum hayatında. Kul güvenilirdir, emindir. Sadece diğer kullar için değil, bütün canlı cansız varlıklar için emniyet telkin eder. Sadece müminler için değil, mümin olmayanlar için de emin olan insandır. Her toplumda kötüler ve kötülükler, sapkınlar ve sapkınlıklar olabilir. Mesele; doğrunun ve iyinin nasıl tanımlandığıdır. Bir mümin toplumda şerri şer, hayrı hayır alarak tanıdıktan sonra yanlışın neden yanlış olduğunu bilir. Yasaklar, Allah Resulünün koyduğu yasaklara dayanmalıdır. Mesela faiz haram ise ona müsaade edilmez. Halbuki faiz; inanmayanlara göre mantıklı, makul bir iştir. Hatta mecburi gördükleri bir uygulamadır. Bir mümin; sırf içinde yaşadığı toplumun/halkın çoğu bir şeyi hoş ve gerekli görüyor diye o şeyi meşru kabul etmez. Müminler; toplumları, insanları, işleri, uygulamaları, kanunları, sistemleri, kurumları, âdetleri değerlendirirken tevhide dayanan ölçüleri kullanır. İşin esası vahye dayanınca yanlış bir iş, söz veya âdet beyaz bir sayfada siyah bir lekenin göründüğü gibi hemen göze çarpar. İnsanımız kendi değerlerini bilmeyince, kendi kavramlarından habersiz olunca, dini de hayat tarzı hâline getirmeyince, Hıristiyanlar gibi belli gün ve gecelerde kutlanan bir yapıya büründürülünce Müslümanlar Müslümanlığı hafif bir şey sanıyorlar. Bir aksesuar, bir ayrıntı zannediyorlar. Allah’ı, Resulü’nü, imanı, itikadı, ahlâkı çok kolay unutabiliyorlar. Bunları yaşadığımız için “Ruh köklerimize dönelim, yeniden Müslümanlaşalım ve dirilip ayağa kalkalım. İnsanlığı ayağa kaldıralım” diyorum.
Mü’minlerin beş vakit namazda kırk defa ‘İhdinassıratalmüstakîm’ demelerine rağmen niçin istikamet üzere devam etmiyor/edemiyorlar. Mutlaka bu soruya cevap aranmalı. Eleştiriye kapalı olma hastalığı beraberinde kusursuzluk (‘hiç yanılmam’ deme hastalığını) da barındırıyor. Kendi kendisini de dar çevreye mahkûm ediyor. İkaza en fazla ihtiyaç duydukları zamanlarda bile kendilerini uyaracaklar yok çevrelerinde. Tavizkâr hareket etme, müdahane, aşağılık kompleksi, özgüven yokluğu, mü’min şahsiyette olması gereken özelliklerin kaybedilmesine götürüyor. Dünyayı, imar etmeyenlere bırakıp ibadete çekilemeyiz. Bizim dünyayı imar etmemiz de kulluk dairemiz içinde kalır. Ancak dünyayı imar etmekle dünyanın esiri olmak arasındaki fark, fark etmeliyiz. Zengin olmanın bile sınırı yoktur. Bir mü’min dilediği kadar zengin olabilir. Dilediği kadar mal, İslâm’ı yaşayarak (helâle harama dikkat ederek) mü’mine helaldir. Yeter ki elde edilme yolları helal olsun ve o mal Allah’a kulluğu unutturmasın. Kınanan şey mal edinmek, dünyalık sahibi olmak değil, mala ve dünyaya esir olmak, ona tapar hale gelmektir. Ashaptan yamalı giyinenler de vardı, büyük serveti olanlar da. İki grup da aynı safta namaz kılıyor, birbirlerinden uzak kalmıyorlardı. ‘Allah’ın elindekini senin elindekinden daha değerli ve güvenli’ gördükçe mal ve dünya tehlikeli değildir. İslâm, insanlık dinidir. İnsanlığın olmadığı yerde İslamlıktan da insanlıktan da bahsedilemez. Anaların/babaların evlatları tarafından ağlatıldığı, herkesin konumuna veya sınıfına göre yaşadığı, zengin-fakir arasında kapanmaz uçurumun oluştuğu, ilim yuvaları olması gereken müesseselerin diploma dağıtan büro gibi olduğu bir toplum, İslam’ın yaşandığı bir toplum olamaz. Namaz kılanların, başörtülülerin sayısı çoğalsa bile.
Camilerde namaz kılmak kadar, hısım, akraba, konu-komşuyla irtibatımızı kesmememiz de ‘Mü’minlik kalitemiz’dir. Hiçbir ‘önemli toplantı’ hiçbir iftar sofrası, çoluk-çocuk aile efradıyla bir araya gelme samimiyetinin yerini tutamaz. Resulullah Efendimizin hayatı bizler için ‘örnek hayat’tır. Ashabın gençlerinden Abdullah bin Ömer anlatıyor: “Biz öyle bir zaman gördük ki, kimse dinarını/dirhemini (altın ve gümüş parasını) Müslüman kardeşinden kıymetli bilmezdi. Şimdi ise, dinar ve dirhem bize, Müslüman kardeşimizden daha değerli geliyor.” Devamında da: Ben Resulullah’tan şöyle buyururken işittim, “Nice komşular kıyamet günü komşusunun yakasına yapışıp, Ya Rabbi! Bu kapısını bana kapatıp iyilik yapmadı” diyecek. Bütün bunların ışığında iç dünyamıza dönüp bir ‘nefs muhasebesi’ yapalım. Nefsimizle mücahede ve mücadele ederken ehli küfürle cihadı unutmayalım. Zalimlere ‘Dur!’ diyelim mazlumların yanında olalım.