Tarihimiz baştan sona “insanlık” örnekleriyle doludur... Bu konuda zaman zaman o kadar ileri gidilmiştir ki, Osmanlı mülkünü gezmeye gelen Avrupalı gezginlerin dudakları uçuklamış, “Bu kadar da olmaz!” demek zorunda kalmışlardır.
Tarihteki insanımız insana saygılıydı, çünkü insan olmanın ne anlama geldiğini biliyordu.
Bir birimizin hakkını-hukukunu bu anlayış içinde gözetiyor, bizimle aynı dini, aynı inancı, aynı milliyeti, aynı siyaseti, aynı kıyafeti paylaşmayanlara karşı, yine bu anlayış içinde müsamahakâr olabiliyorduk.
Çünkü “kul” olduğumuzu biliyorduk. Bizi “efendi”lik makamına yücelten işte bu “kulluk şuuru”ydu.
Sonra her şey değişti.
Kendimizi okumayı ve okuyarak hayatı kavramayı unuttuğumuz gibi başkalarına saygı duymayı da unuttuk.
Şimdi gelin, aşağıdaki tüm sorulara “evet” deyin de, ondan sonra oturup “insan olmanın anlamı” üzerine kafa patlatalım:
- Zaferi ve hezimeti, galibiyeti ve mağlubiyeti, başarıyı ve başarısızlığı, kârı ve zararı aynı olgunlukla karşılayabiliyor musunuz?
- Yüreğinizde açan her çiçeği sulayabiliyor, yüreğinize gelen her baharı koklayabiliyor, din, dil, ırk, renk ayırımı yapmadan her bayramı kutlayabiliyor, kendi iç mehtabınızda gölgenizi gezdirebiliyor musunuz?
- Hiç ummadığınız bir zamanda, ummadığınız zorluklarla karşılaşmanız halinde de şükredebiliyor musunuz?
- Rotanızı başkasına sorarak, danışarak değil, kendi iç güneşinizin aydınlığında kendi yürek pusulanıza bakarak bulabiliyor musunuz?
- Zindanda özgürlüğü, esarette hürriyeti yaşayabiliyor musunuz?
- İnanıyor, inandığınızı yaşıyor ve her gerektiğinde imanınızın burcunda dirilebiliyor musunuz?
- Yüreğinizi her daim hayata ve tüm sevgilere açık tutuyor musunuz?
- Vehimlerinizden, endişelerinizden, kuşkularınızdan, korkularınızdan, tereddütlerinizden ve nefretinizden örülmüş utanç duvarlarını bir hamlede yıkıp hayatla buluşabiliyor musunuz?
- Kendiniz için istediğinizi başkaları için de isteyebiliyor musunuz?
- Size vermeyene sizde olandan verebiliyor, hem kendinizi, hem malınızı insanlarla paylaşabiliyor musunuz?
- Size acımayana da acıyabiliyor musunuz?
- Size taş atana ekmek sunabiliyor musunuz?
- Diken olup yüreklere batacağınıza, çiçek olup yüreklerde açabiliyor musunuz?
- Hata ettiğiniz zamanlarda hiç yüksünmeden özür dileyebiliyor musunuz?
- Sizden nefret ettiğini bile bile, size nefret besleyeni sevebiliyor musunuz?
- Yaradılış hikmetine uygun bir hayat yaşayabiliyor musunuz?
- Gerektiğinde dünya malından geçebilecek bir insani boyutta kalabiliyor musunuz?
- Sizin inancınızdan, sizin milletinizden, tarikatınızdan, cemaatinizden, partinizden, takımınızdan, ilinizden, ilçenizden, köyünüzden olmayan birine de “kardeş” gözüyle bakabiliyor, hiç karşılık beklemeden sevebiliyor musunuz?
- Size yanlış yapan birine hakkınızı helal edebiliyor musunuz?
- Tanıyın tanımayın, insanları selamlıyor, selamlarken gülümsüyor, karşılık verenlerin halini-hatırını soruyor musunuz?
- Elinizde, avucunuzda var olandan fakirin hakkını ayırıyor musunuz?
- İşyerinizde çalışan, ya da yönettiğiniz insanların aile durumlarıyla ilgileniyor, haklarını eksiksiz veriyor musunuz?
- Akşam yorgun argın geldiğiniz evinizde, size sevdiğiniz bir şeyler hazırlamak için çırpınan eşinize, “eline sağlık” diyor musunuz?
- Annenizi, babanızı memnun ediyor, en azından bu konuda çaba gösteriyor musunuz?
- Hayatı sorgulamak yerine yaşamayı tercih ediyor musunuz?
- Her gününüzü son gününüz gibi yaşamaya çalışıyor, böyle bir hassasiyet içinde bulunuyor musunuz?
- Hakkı-hukuku, haramı-helâlı gözetiyor, “günah” işlememek, “yanlış” yapmamak için uğraşıyor musunuz?
- Tanıyın tanımayın, zora düşmüş insanların elinden tutmayı, ama asla başlarına kakmamayı biliyor musunuz?
- Daima okuyor, yeni şeyler öğrenme çabası içinde oluyor musunuz?
Ne kadar “evet”, o kadar “insan!”
Böylece “insan olmanın anlamı nedir?” sorusu da bir cevaba kavuşmuş oldu işte.
VAKİT