İnsan hakları kavramsallaştırması ve tartışmalar

İnsan hakları tanımı birçok tartışmaya rağmen günümüzde kullanılmaya devam ediliyor. Peki, kavramın ortaya çıkışını sağlayan tartışmalar nelerdi?

Abdurrahman Güner / HAKSÖZ HABER

İnsan hakları kavramsallaştırması ve tartışmalar

İnsan hakları tanımlaması, tartışmalı olmakla birlikte bugün birçok topluluk ve siyasal rejim tarafından kabul görmüş bir kavramsallaştırmadır. İnsan, ister tekil bir varlık olarak isterse belirli bir siyasal-sosyolojik tabana ilişkin biçimde ele alınsın, felsefi açıdan birçok tartışmanın ortasındaki bir varlık olagelmiştir. Söz konusu terkibe yaklaşım noktasındaki görüş ayrılığının sebeplerinin temeli bu nokta olabilir. Tarih boyunca devam eden gelişmeler, insanlığı bugünkü konumuna getirmiş ve içinde bulunduğumuz zamanın gerçekliğine hapsetmiştir. Bu sebeple insanlar tarafından oluşturulan kavramsallaştırmaların tarihselliklerine dikkat çekmek yerinde olacaktır. İnsan hakları kavramsallaştırması bu bağlamda, batı merkezlilik ve insan merkezli olmak noktasında kusurlu gözükmektedir. Batı merkezlidir zira kavramın ortaya çıkışından itibaren var olan tartışmalar batı düşünce geleneği içerisinde anlam kazanmıştır. 171 ülkenin katılımı ile imzalanan insan hakları evrensel bildirgesine zemin teşkil eden metnin Viyana Bildirgesi olması da rastlantı olmasa gerektir. Burada ortaya çıkan husus ise ilerlemeci/lineer tarih anlayışıyla ilişkili olarak ele alınabilir. Batı dünyası kendisini insanlığın evriminin son/üst noktası olarak görmekte ve bunu çeşitli şekillerde; demokratik veya otokratik rejimler, medya vd. eliyle dünyanın geri kalanına dayatmaktadır.

Tüm bunların eleştirisine giriştiğinizde ortaya hâkim paradigmanın belirleyiciliği ve kavramsallaştırma ile mahkûm edilme halinin çıkması kaçınılmazdır. Tüm bunların özgürlük, eşitlik ve kardeşlik adına yapılması ise modern bir parodi gibi gözükmektedir. İnsan merkezlilik meselesi ise batı düşünce geleneğinin felsefi kökenleri ile ilişkili olarak okunabilir. Batı metafizik düşünce geleneğinin iki temel dayanağı olan; logos (akıl) ve düalizm (dikatomi) kuramı üzerine düşünürsek kastımızı daha rahat anlayabiliriz. Ortaçağda Tanrı merkezli dünya tasavvurunun yıkılıp insan merkezli düşünce, düalist kabullerle birleşince yeni bir merkez olarak “İnsan Tanrı” kâmil hale getirilmeye başlandı. Descartes’in “düşünüyorum o halde varım” (cogito ergo sum) motto cümlesindeki, düşünen varlık olarak burada “ben”, ister istemez batılı düşünen insan tipine denk düşmektedir. Bu durum yani yeni bir merkezin kâmil kılınması zaruri olarak merkez dışına itilen bir öteki’yi de var kılmıştır. Bu öteki aslında düşünen batılı özne dışındaki her şeydir. Merkez tanrı iken batı açısından sorun yoktur. Bundan sonra her şey batıda üretilmekte ve geri kalan dünyada tüketilmektedir. Bu husus kavramlar için de geçerlidir. Ötekileştirilenler açısından bu kavramlar beğeni öznesi olmak durumundadır. Yoksa 3. Dünya olmakla, gerilikle, çağ dışı olmakla eş tutulup “tarihin dışına” itilmekle ilişkilendirileceklerdir. Bu bağlamda insan hakları kavramsallaştırmasının yukarıdaki çerçeve unutulmadan yani taşıdığı handikaplar/bagajlar göz ardı edilmeden değerlendirilmesi gerekmektedir.

Bu noktalar unutulmadan, insan haklarının öncelikle insanın, insan olmak sebebiyle doğuştan elde ettiği haklara vurgu yapması bu tanımlamanın bir müzakere ve uzlaşı zemini sunması ihtimalinden dolayı göz ardı edilmemesi gerektiğinin en açık işaretidir. Tüm bunların üstüne dünyada var olan adaletsizlikler düşünüldüğünde bugün insanların hak arayışı için batı ülkelerini tercih etmeleri de bazı önemli detaylar taşımaktadır. Demek ki batı tüm handikaplarına karşın bugün kulak arkası edilemeyecek bir tecrübeye sahiptir. Bu tecrübenin üzerine -eleştirelliği elden bırakmadan- düşünmenin/akıl yürütmenin önemli ve değerli bir çaba olacağı kanaatindeyiz. Öncelikle ırk, din, dil, coğrafya, kültür farkı tanımaksızın herkesin faydalanabileceği haklar olması, insan onuruna vurgu yapması, ulus devlet deneyiminin acı tecrübelerine karşı devlet ve vatandaş ilişkilerini düzenlenmeye çalışması günümüzde insan hakları terkibini gerekli kılmaktadır. Bu hususların bir açıdan, insanlığın ortak tecrübesinden de kaynaklı olarak modern dönem öncesi dine dayalı veya seküler hukuk ve düşünme biçimlerinin deneyimi olduğu unutulmamalıdır. Belki de bu nokta insan hakları tanımlamasını ortak ve meşru bir konuma koyulabilmesinin en önemli aracı olacaktır. Bu zeminden hareketle bir tanıma gitmek gerekirse: İnsan hakları; hayat hakkı (öldürülmeme, işkence görmeme ve sakat bırakılmama), ifade özgürlüğü, âdil şekilde elde edilen mülke sahip olma hakkı, hareket özgürlüğü ve din özgürlüğünü esas alan[1] doğuştan, insan onurunu merkeze alan, devlet-birey ilişkisini düzenleyen vazgeçilemez-feshedilemez haklardır.

İnsan haklarına yaklaşım tarzları

Batı düşünce geleneği içerisinde Aydınlanma ile birlikte insanın başat rolü daha da merkezileşmiştir. Bu dönemin mottosu “kendi aklını kullanmaya cesaret et!” şeklindeki  Kant’a ait sözdür. Buradaki öznelik ilişkisi hukuk açısından düşünüldüğünde bireye yönelik yaşanacak olan eğilim anlaşılabilir hale gelecektir. Batı dünyasında yaşanan gelişmelere bağlı olarak özellikle Amerika’da yaşanan anayasallaşma süreçleri ve ekonomik büyüme, büyümeyi elinde tutan kesimleri kendilerini devlet karşısında korumaya dönük çabalara yöneltmiştir.

Liberal düşüncenin önemli isimleri bu çabalara ön ayak olmuş ve bireysel hakların korunmasına dönük hukuki bir perspektifin geliştirilmesi için fikri mücadele vermişlerdir. John Locke ve Thomas Hobbes tarafından temelleri atılan bireysel hakların içeriğinin; mülkiyet hakkı, yaşam hakkı, hukuk önünde eşitlik hakkı ve politik katılım hakkı ile sınırlandırılmış şekilde oluşturulduğunu görmekteyiz. Ancak her şeye rağmen devletin vatandaşı üzerine girişebileceği otoriterleşme eğilimlerine karşı liberal düşünürlerin ortaya attığı tezler bugün dahi önemini korumaktadır. Belirli bir sosyo-politik tabanın hukukunu öncelediği yönünde özellikle sosyalist düşünürler tarafından eleştiriye tabi tutulan bireysel haklar söylemi muarızları tarafından ekonomik gelişmeyi elinde tutan burjuva kesiminin hakları olarak da isimlendirilmiştir.

 Marksizm’e göre birey maddi bir varlık olarak kendinde özünü gerçekleştirme gücüne sahiptir.[2] Buradan çıkan sonuç Marksizm ilahi olarak verilen haklardan değil somut-maddi gerçeklere dayalı olarak kazanılan haklar söz konusudur. Marksist bazı düşünürler bu bağlamda insan haklarının doğuştan oluşunu dahi eleştirmektedirler. Bu sebeple bireyin sosyal varlık olarak özüne dönmesi ve ilerlemeci bir anlayış ile bu aşamadan sonra devlet tarafından insana verilen kolektif haklar merkezli bir düşünme biçimi geliştirmesi gerekir. Özellikle Thomas Paine ile başlayan ve Karl Marx tarafından teorize edilen kolektif haklar teorisi insanı sosyal yaşamın içinde bir varlık olarak toplumsal ilişkiler bağlamında ele almıştır. Bu bağlamda özellikle İngiltere’de yaşanan gelişmelerle ilişkili olarak –kadın ve çocuk hakları başta olmak üzere- adil uygun çalışma koşulları hakkı, sendikal haklar ve çocuk işçilerin çalışma koşulları üzerine verilen mücadele Marksist teorinin kolektif haklar anlayışının insan haklarına katkıları arasında gösterilebilir. Mülkiyet hakkı üzerine yoğunlaşan Marksist teorisyenler sosyo-ekonomik zaviyeden yola çıkarak mülkiyet hakkının mülksüz insanlar üzerinde bir egemenlik iddiası olduğu varsayımını öne sürdüler.

Egemenlik kavramı hukuk merkezli olarak düşünüldüğünde iki yaklaşımın farklılıkları da açıkça ortaya çıkmaktadır. Bu bağlamda birey ve devlet arasındaki ilişki üzerine düşünmek insan hakları kavramsallaştırmasının serencamını anlamak açısından önemli hale gelmektedir. Toplum hakkı ile birey hakkı arasındaki ilişki ya birbirinden bağımsız ya da birbiriyle ilişkili olarak ele alınacaktır. Burada evrensellik tartışması belirleyici olmaktadır. Bireysel veya topluluk haklarının evrenselliği onları var eden veya bu hakların söz konusu edileceği kültürün kökenleri bağlamında nasıl bir şekil alacaklardır. Bu tartışmalar günümüzde de devam eden sorunların kökenlerini oluşturmaktadır. Farklı cenahlardan düşünürler entelektüel faaliyetlerle çözüm önerileri aramaktadırlar ancak bu esnada dünyada devam eden savaşlar ve hak mağduriyetleri problemi daha fazla içinden çıkılmaz hale getirmektedir.

Sosyalist teorinin, liberal teorinin belli bir toplumsal kesime dönük inisiyatif öngören hukuk anlayışına karşı geliştirdiği  eleştirileri, sosyalizmin uygulamasında ise bireyin yok sayılması ve insanlık tarihinin en korkunç otokratik devlet anlayışının ortaya çıkması ile neticelenmiştir. Liberalizmin ise uygulamada gelir dağılımındaki eşitsizlik ve sosyal adaletsizlikle karşı karşıya bıraktığı milyonlarca insandan söz etmek mümkündür. Ancak tüm bu yaşanan tecrübelerin bir hulasası olarak, bugün bireyin devlet karşısında ki konumunu güçlendirmeye çalışan bireysel ve aynı zamanda özellikle işçi-işveren ilişkisine yönelik eleştirel yaklaşımıyla bir kolektif haklar bütününe ulaşılmaya çalışılmaktadır denilebilir. Batının kendi pratiği içerisinde anlamlı olabilecek olan bu tartışmanın batı-dışı dünya için sömürü, işgal ve zulümlerle dolu bir mazi anlamına geldiği unutulmamalıdır. Liberal veya sosyalist fark etmeksizin bugün içerisinde yaşadığımız dünyayı inşa eden ideolojilerin insan hakkı söz konusu olduğunda ortaya koydukları resmin çok kısa özeti bu şekildedir. Öncelikle insanın yaratıcıyla ardından âlemle, insanın insan ile (öteki) ve tabi ki kendisiyle ilişkisinin yeniden tanzimi şart gibi gözükmektedir. Paradigmanın sunduğu alternatifler bu şekildeyken çok daha esaslı, paradigma dışı bir değişime ihtiyaç olduğu gerçeği ortaya çıkmaktadır…

 

[1] Özgür Toplumun İlkeleri, Nigel Ashford, İstanbul 2015, Liberte Yayınları, s. 70

[2] Jerome Shestack, İnsan Haklarının Felsefi Temelleri, Liberal Düşünce Cilt: 11, No: 43, Yaz 2006, s.87-119 

İslam Düşüncesi Haberleri

Felah; fıtrat ve vahiyle yeniden buluşmamızda!...
Diyanetten hatırlatma: Tüm kumarlar haramdır!
Kemalistlerin cehaleti uçsuz bucaksız saçmalama özgürlüğü sunuyor!
İ’tizâl ile itidal arasında Allah nerededir?
Mutlak kötüye karşı el-Kassam’ın özgürleştirici ribatı ve cihadı