MAZLUMDER İstanbul Şube Başkanı Av. Cihat Gökdemir 10 Aralık Dünya İnsan Hakları Günü münasebetiyle aşağıdaki açıklamayı yaptı:
İNSAN HAKLARI GÜNÜ, EVRENSEL BİLDİRGE VE İNSAN HAK(SIZLIK)LARI
1948'de kabul edilen İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, "insan haklarının anayasası" olarak tanımlanmaktadır. Bildirge, her insanın kanunlar önünde eşit olduğunu, işkenceye, kötü muameleye ve onur kırıcı cezalara tabi tutulamayacağını ilan eder.
2010 yılında 62. Yıldönümünü kutlayacağımız Evrensel bildirgenin kabul edilmesinin ardından geçen 62 yılda ülkemizde ve dünyada yaşananlar bildirgenin siyasal ve gündelik hayatta halen kağıt üzerinde kalmaya devam ettiğini görmekteyiz.
2010 yılında Dünya'da artarak, Türkiye'de ise nisbi iyileşmelere rağmen insan hakları halen devam etmektedir.
Türkiye'de bu yıl içerisinde Ceylan Önkol, Şerzan Kurt, Sedat Özevin, Salih, Sadi ve Sıddık Özdemir örnekleriyle 'yaşam hakkı' ihlallerinin halen ve kasten uygulandığına şahit olduk.
Bütün bir Cumhuriyet tarihinde olduğu gibi Ceza Hukuku yine, muhalifleri sindirmek için bir araç olarak kullanılmaya devam etmektedir. Tutuklu sayıları hükümlü sayılarının üzerinde seyretmeye devam etmekte ve tutuklama müessesesi bizzat cezalandırma aracı olarak kullanılmaktadır. Ergenekon adıyla maruf dava silsilesinin gölgesinde kaldığından diğer bir çok davadaki ihlaller de siyasetçiler, aydınlar ve toplum tarafından görmezden gelinmektedir. 'Bu tür illegal yapılarla başka türlü başedilemez' gerekçesiyle Ergenekon davası adeta hukukun çiğnenmesinin meşruiyet kaynağını oluşturmaktadır.
Cezaevleri de yaşanılmaz mekanlar olmaya devam etmektedir. Fiziki şartlardaki küçük düzenlemelerle tatmin duygusu yaratılmaya çalışılsa da, köklü bir sorunun bu şekilde çözülemeyeceğini MAZLUMDER 20 senedir Cezaevi Raporlarıyla vurgulamaktadır. Cezaevleri, kapasitelerinin 2-3 katına çıktığından, tutuklu ve hükümlüler vardiya usulü uyumak zorunda bırakılmaktadır.
Kürt sorunundaki kısmi iyileştirmelere rağmen sorunun nihai çözümü noktasında sunulduğu iddia edilen çözüm önerileri yüzeysel olmanın ötesine geçememiş, Diyarbakır'da yargılanan Kürt siyasetçilerin, anadilde savunma haklarının tanınması talepleri, "bilinmeyen yabancı bir dil" nitelendirilmesi ile devletin resmi bir hakaretine maruz bırakılmıştır. Resmi kurumların ve siyasetçilerin Kürt sorunundaki milliyetçi söylemleri nedeniyle bir çok bölgede Kürt asıllı Türkiye vatandaşlarına dönük 'linç' girişimleri görülmüştür.
Başörtülü bayanlarla ilgili ihlaller kısmi olarak bazı üniversitelerde azalmaya başlasa da, özellikle sınav dönemlerinde en katı haliyle uygulanmaya devam edilmektedir. İlköğretimden üniversiteye kadar tüm eğitim kurumlarının her alanında ihlal kendini göstermekte, özellikle ilköğretimde başörtüsü takmak isteyen ilköğretim öğrencileri okullarından, sınıflarından ve arkadaşlarından tecrit edilerek tam anlamıyla insanlık suçu işlenmeye devam edilmektedir. İktidar partisinin siyasetçileri de 'bu çocukların gerekirse ailelerinden alınabileceğini' dillendirerek ihlallerin fiili saldırıya dönüşmesine zemin oluşturmuşlardır.
Çalışan başörtülü bayanlara dönük ihlaller ise tahmin dahi edilemeyecek boyutta olduğundan, kamuda çalışan başörtülü bayan görmek ise neredeyse imkansız haldedir.
Milli Güvenlik dersi adı altında kışla düzeninin liselere taşınmasının önüne geçilememiştir.
Kur'an eğitiminde 12 yaş altındaki kız ve erkek çocukların eğitimine engel olunmaya devam edilmiş, eğitim veren aile ve eğiticiler zorla derdest edilerek karakollarda süründürülmüş, haklarında açılan davalardan sonra da para ve hapis cezalarına çarptırılmışlardır. Onlarca aile ve eğitici yanında binlerce 12 yaş altı çocuk evlerine, kurslarına yapılan baskınlarla derdest edilerek Jandarma ve Polis karakollarında baskı altında tutulmuş, bu çocukların yaşadığı ihlalleri de hiçbir basın-yayın organı görmek istememiştir.
8 yıllık kesintisiz eğitim nedeniyle özellikle kız çocuklarını resmi eğitim kurumlarına göndermek istemeyen dindar aileler yakın takibe alınarak çok ağır idari para cezalarına çarptırılmışlardır.
Gayrimüslim azınlıkların haklarına ilişkin vaatlerin ötesine geçen bir gelişme kaydedilememiş, İnsan hakları savunucularına karşı açılan davalar, ifade hürriyeti açısından ülkedeki olumsuz gelişmelerin göstergesi olmuştur.
Polis Vazife ve Salahiyetleri Kanunundan ve Terörle Mücadele Kanunundan aldığı güçle kolluk memurları birçok olayda yetki sınırlarının dışına çıkmış, polis dayağına muhatap olan vatandaş, bir de hakkında 'polise mukavemet' iddiası ileri sürülerek yargı takibine maruz bırakılmıştır.
Toplumsal gösterilerin dava ve ceza tehdidiyle karşılanması, üniversite öğrencilerinin okullarını lise formatının ötesinde kullanmalarına müsaade edilmemesi, en sıradan protestoların orantısız kolluk gücüne muhatap olması gündemin hep merkezinde yer almıştır.
Yeni çıkarılan bir yasayla devlet memurlarının kişisel kusurlarının faturası topluma kesilerek toplum ikinci kez fatura ödemeye mahkum edilmiştir.
Kontrolsüz özel hastanelerin sayısındaki artışla ve sağlığın ticarileşmesiyle doktor hataları ve hasta ölümleri artmıştır.
2010 yılında ülkemizde çözüm bekleyen başlıca insan hakları sorunları şunlardır:
• Boşaltılan köylere geri dönüşlerin, korucu baskısı –terörü– nedeniyle yeterince gerçekleşememiş olması,
• Diaspora Kürtlerinin dönüşünün sağlanamamış olması,
• Anadil öğretimi ve anadilde eğitimin önündeki hukuki ve fiili engellerin kaldırılmaması,
• Başörtüsü yasağının hem çalışma hem de eğitim hayatında hak kaybına sebep olması,
• Mülteci mevzuatının uluslararası standartlara uygun olmaması,
• Kur'an ve din eğitimi önünde 12 yaş engelinin bulunması,
• Müslümanların görünürlülüklerinin hizmet veren alanlardan dışlanması,
• Azınlıkların dini eğitim ve vatandaşlık haklarının önünde engellerin bulunması,
• Cuma namazı saati ayarlamasında olduğu gibi devletin kendi çalışanlarının ibadet gerekliliklerine göre kendini tanzim etmemesi,
• Askeri yargının halen kaldırılmaması ve bu nedenle yaşanan bir çok mağduriyet yanında yargıda çift başlılığa neden olması,
• Yüksek Askeri Şura kararlarının yargı denetimi dışında tutulması,
• TSK İç Hizmet Kanunu 35. madde gibi ordunun siyasal alana müdahalesinin meşruiyet gerekçesini oluşturan kanuni düzenlemelerin değiştirilmemesi,
• Vicdani ret hakkının tanınmaması,
• Basın ve ifade özgürlüğünün yargısal kararlarla kısıtlanması,
• Toplantı ve gösterilerde güvenlik güçlerinin orantısız güç kullanımı,
• Etnik ayrımcılığa karşı etkin müdahalenin yapılmaması,
• Alevilere ait dini ve kültürel kurumlarının statüsünün halen belirsiz olması,
• Anayasa ve Siyasi Partiler Yasası'nda, ifade ve örgütlenme özgürlüğünü engelleyici hükümlerin varlığı,
• İstisnai uygulanması gereken tutukluluğun infaz gibi uygulanması,
• Çocuk yargılamalarında BM Çocuk Hakları Sözleşmesi'ne ve Türkiye'nin taraf olduğu uluslararası sözleşmelere aykırılıkların bulunması,
• Cezaevlerinin fiziki koşullarının mevcut tutuklu-hükümlü kapasitesinin altında olması,
• Yargı süreçlerinin çok uzun sürmesi sonucu adil yargılanma hakkının ihlali,
• Suça karışan memurların yargılanabilmelerini engelleyen bürokratik himayenin varlığı,
• F-Tipi cezaevleri uygulamasının yumuşatılmamış/kaldırılmamış olması,
• Yurtiçi kara mayınlarının imhasının yapılamamış olması.
2010 Dünya…
2010'da Dünya, savaşların ve acıların yaşandığı bir yıl olmuştur. Batının ürettiğini iddia ettiği 'İnsan Hakları' adına işgal ettiği bölgelerdeki İnsan Hakları ihlalleri, bu güne dek barış ve hukuk adına üretilmiş tüm değerleri de tehdit etmektedir.
Bu yıl Afganistan'da işgalin 9. yılında devam eden insanlık trajedisine yaşanmıştır. Afganistan, sivillerin sistematik bir biçimde 'yaşam haklarının' ihlal edildiği bir ülke haline gelmiştir. Yanan bu ateşten en çok etkilenen diğer bir ülke Pakistan'da ise zaman zaman Pakistan ordu güçlerinin zaman zaman ise çokuluslu gücün camileri, medreseleri, düğünleri ve cenazeleri vurarak yaptıkları katliamlar için 'ihlal' kelimesi bile yeterli olmamıştır.
Keşmir'de yaşanan protestolarda Hindistan güçlerinin katlettiği yüzlerce sivile ve Hint alt kıtasında artan İslam düşmanlığına, Bangladeş'te 4 bin muhalifin keyfi olarak tutuklanmasına, Çin'de basın ve ifade özgürlüğünün önündeki engellerin yanı sıra değişmeyen Doğu Türkistan gerçeğine, Burma'da devam eden askeri diktatörlük ve Müslümanlara yönelik ayrımcı politikalar nedeniyle yüzbinlerce Arakan'lının mülteci durumuna düşmesine, Kamboçya'da milyonların öldüğü iç savaş sonrası yargılamalara ve zorunlu tahliyeler sonucu binlerce insanın yerinden edilmesine, Endonezya'da kolluk kuvvetlerinin karıştığı işkence vakalarına ve mültecilerle dolu teknelerin Hint okyanusunda batan umutlarına şahit olduk.
Kırgızistan'da yaşanan etnik çatışmalarda ölen yüzlerce Özbek ve Kırgız ve bir haftalık süre içerisinde 200 bin insanın mülteci durumuna düşmesini, Özbekistan'da dini gruplara uygulanan baskıları, ülkede sayısız insanın inancından dolayı mahkum olmasına ve insanların ülkelerini terk etmek zorunda kaldıklarını gördük.
Azerbaycan'da gazete ve televizyonculara ve muhalefete yönelik baskıları, Kafkaslarda sivillerin ve insan hakları savunucularının infaz edildiğini, Rusya'da sayıları 20 milyona ulaşan Müslümanlara ve diğer dini gruplara yönelik ayrımcı politikaları, Irak'ta bitmeyen savaşa ve savaşın bıraktığı milyonlarca yetim ve dul insanın mağduriyetine rağmen uluslararası arenada meselenin halen bir suç olarak ele alınmayışı ve katillerin de halen sorgulanmadığını gördük.
Tüm Dünya'dan izole edilen küçük bir coğrafyaya hapsedilmiş Gazze'lilerin yaşadığı dramları izledik. Bu ablukayı kaldırmak için 2009'da söz veren BM'nin ve dünya devletlerinin kılını kıpırdatmadığını, ablukaya dikkat çekmek için yine Sivil Toplumun gemilerle harekete geçtiğini ve 31 Mayıs günü Akdeniz'de Mavi Marmara gemisi başta olmak üzere filoya yapılan saldırıda İsrail'in 'yaşam hakkı' başta olmak üzere onlarca hakkı BM İnsan Hakları Komisyonu'nun tabiriyle 'gaddarca' ihlal ettiğini ve bu ihlallere ABD başta olmak üzere Batılı devletlerin sessiz kalarak adeta onay verdiğini gördük.
Mısır'da otuz yıldır sürmekte olan olağanüstü hal, hileli seçimler ve yıllardır haksız olarak tutulmakta olan siyasi mahkumlar. Darfur'da yaşanan çatışmalar ve Güney Sudan'da başlayan ayrılma sürecinin oluşturduğu endişeler, kara kıtanın gülmeyen ülkesi Somali'de iç savaş ve trajedi, Nijerya'da yaşanan dini çatışmalar, Tunus'ta örgütlenme ve inanç özgürlüğü önündeki engeller 2010'dan aklımızda kalanlardandı.
Avrupa'da 11 Eylül bakiyesi politikaların sonucu olarak yükselmeye başlayan aşırı sağ ve muhafazakarlık kıta genelinde başta Müslümanlar olmak üzere tüm yabancıları her geçen yıl daha fazla tehdit etmekte. Peçe, örtü ve birçok sembolün parlamentolarda tartışılması ve yasaklanması kıta genelindeki milyonlarca insana karşı etnik ve dini ayrımcılık örneği olarak karşımızda durmaktadır.
Amerika'da ise Amerika'nın Irak ve Afganistan gibi dünyanın diğer bölgelerinde yaptığı ihlallere ek olarak ülke içinde ırkçı politikalar ve ayrımcılık, Guantanamo ve Bagram'da alıkonan ve işkence yapılan insanlar ve bir zorbalık örneği olarak Afiyet Sıddıki kaldı aklımızda 2010'da.
Birleşmiş Milletler Evrensel İnsan Hakları Bildirgesinin ilan edilmesinin ardından geçen 62 yıllık süreçte tarihin ve insanlığın ilerlemiş yaşına rağmen ülkemiz ve dünya katliamlara, savaşlara ve haksızlıklara tanıklık etmiştir.
MAZLUMDER daha adil ve yaşanabilir bir dünya için başta bildirgeyi hazırlayan ve onaylayan özne unsurların bildirgenin gereğine uygun adil ve yaşanabilir bir dünya kurmaları için çağrıda bulunuyor.
Av. Cihat Gökdemir
MAZLUMDER İstanbul Şube Başkanı