İktidarın son bir yılda her türden muhalif için baskı politikası izlediğini iddia eden Ali Bayramoğlu’nun, Al-Monitor’da yayınlanan ve yargı kararları üzerine otoriter siyasetin gölgesinin düştüğünü belirten yazısından geniş bir bölümü ilginize sunuyoruz:
“…İnsan hakları temsilcilerinin tutuklanmalarının öyküsü Türkiye’de kimi adli süreçlerdeki “keyfiliği” gözler önüne serecek nitelikte. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan Almanya’daki G20 toplantısında gözaltında bulunan bu kişilerle ilgili bir gazetecinin sorusu üzerine şunları söyledi: “Bunlar Büyükada'da bir otelde niçin toplanmışlardı? Adeta 15 Temmuz mahiyetindeki bir toplantı için bir araya gelmişlerdi. Şu anda istihbaratın aldığı bir duyum üzerine polis teşkilatı baskın yapmış ve bu kişileri gözaltına almıştır. Onların (15 Temmuz darbecilerini kastediyor) yapmış oldukları çağrıyı, şu anda bunlar yapıyorlar. Siz de bu soruyu sorarak bu çağrıya destek veriyorsunuz. Kararı yargı verecektir…”
Yargıçtan önce Erdoğan’ın kararı zihninde verdiği ortadaydı. Hüküm verip, bunu dünya basınına açıklar ve soru soran gazeteciyi itham ederken doğruluk kriteri olarak yargıyı değil istihbaratı alması hukuk devleti açısından pek çok soru içeriyor. Verilen tutuklama kararının bu açıklamadan nasıl etkilendiği de bu açıdan başka bir sorun oluşturuyor.
AF Örgütü Belçika direktörü Philippe Hensmans'ın Brüksel'deki Türkiye elçiliği önündeki protesto eylemi (10 Temmuz 2017)
Peki tutuklanmanın öyküsü ne? Nisan ayında İnsan Hakları Platformu’nun inisiyatifiyle farklı derneklerden gelen 25-30 kişi Antalya’da Türkiye’deki insan hakları ihlalleri ve bu bakımdan siyasi durumla ilgili değerlendirme toplantısı yaparlar. Bu esnada, ülkenin mevcut koşullarında insan hakları aktivistlerinin de takibata uğrayabileceği, böyle bir durumdan birbirlerini haberdar etme imkânları, web sitelerinin ve dijital verilerin güvenliğinin önemi dile getirilir. Ve bununla ilgili ayrı bir toplantı yapılmasına karar verilir. Büyükada’da polis tarafından basılan grup işte bu amaçla toplanmıştı. Bilgi güvenliği danışmanları olan Alman vatandaşı Peter Steudtner ile İsveç vatandaşı Ali Gharavi’nin toplantıya katılma nedenleri de buydu.
Toplantının dördüncü ve son günü sabah saatlerinde polis bir baskınla tüm katılımcıları gözaltına aldı. Bir süre sonra bir kişinin karakola gidip ihbarda bulunduğu anlaşılacaktı. İhbarcı ve polisi hareket geçiren husus muhtemelen dijital bilgilerin korunması, şifrelenmesi gibi konulara verdikleri anlamdı. Gazetelerde yer alan haberlere göre 12 günlük gözaltı süresinin sonunda savcılık da onlarla aynı kanıdaydı. Savcı mahkemeye sevk yazısında, “Şüphelilerin terör örgütlerinin gizlilik kurallarına riayet ettikleri, cep telefonlarını polislerin alacağından, bu telefonların içerisinde bulunan bilgilerin nasıl saklanacağından, bu bilgilerin telefonlar yakalansa bile nasıl gizli tutulabileceğinden, bilgilerin polis veya başka şahıslar tarafından ele geçirilmesinin nasıl engellenebileceğinden, şifrelemeden bahsettikleri” belirtiyordu.
Aktivistler için ilk anda bir şakayı andıran bu yorumun hızla bir kâbus senaryosuna dönüştüğüne şüphe yok. Ancak daha vahimi, savcılığın mahkemeye sunduğu tutuklama gerekçeleriyle basılan toplantının doğrudan ilgisinin olmamasıydı. Sanık avukatlarından Meriç Eyüboğlu, “Toplantının bir suç oluşturduğu iddia edildiği halde tutuklanma gerekçelerine baktığımızda toplantıyla ilgili tek kelime görmüyoruz” dedi.
Deliller toplantıdan çok gözaltı sırasında el konulan bilgisayarlar ve telefonlardan edinilen bilgilerin yorumlanmasından oluşuyordu. Avukatının açıklamasına göre sanıklardan birisine hakkında Gülenci olma ithamıyla adli bir süreç bulanan bir başka kişiyle neden telefonla görüştüğü sorulacaktı. Bir başkası evinde yasak kitap bulunduğu için PKK’yla bağlantılı olarak zan altında kalacaktı.
Adli soruşturma, ihbar veya istihbaratı esas almış, bunu kanıtlayacak bilgi parçalarının peşine düşmüştü. Delilden suça ulaşmak yerine zanlıdan yola çıkarak delil aranmıştı. Öylesine ki 10 aktivistten altısı tutuklanırken kimisi PKK’yla, kimisi DKCP-C’yle, bir diğeri Gülencilerle ilişkilendirilmişti.
Muhtemelen istihbarat fişleri de devreye girmişti. Sözcü gazetesinde yer alan şu satırlar bu açıdan ilginçtir: “Sevk yazısında, şüphelilerin çoğunun, terör örgütleri ve mensupları ile olan irtibatları, faaliyet alanları itibariyle sivil toplumu etki güçlerini bulunduğu belirtilerek, ‘şüphelilerin terör örgütlerinin amaçları doğrultusunda toplumsal kaosa dönüşen hareketlenmeler yaratmak amacıyla toplantı düzenlemelerine göre yardım kastıyla hareket ederek, eylemde bulunarak atılı suçu işledikleri’ ifade edildi.”
Sanık avukatlarından Murat Dinçer de şunu söylüyor: “Söz bitti, hukuk bitti. Bu taleple buraya gelen irade başka bir ‘şey’in peşinde.”
Bu “şey”, insan hakları örgütlerinin hak ihlallerine tepki göstermesi, hakkı ihlal edilenlerle ilişki kurması gibi faaliyetleri tehlikeli ilan etme, bunlara kalkışanları uyarma işi olabilir mi?
Tutuklu aktivistlerden Özlem Dalkıran 2008-2015 yılları arası Uluslararası Hrant Dink Ödül Komitesi başkanlığını yaptığım sürece, şiddet karşıtı duruşu birlikte savunduğum, en yakın çalışma arkadaşlarımdandı. 2001-2004 arası İnsan Haklarında Yeni Taktikler ve Stratejiler başlıklı büyük uluslararası projeyi de birlikte yönettik. 2004 yılında Ankara’da yedi kıtadan 400 insan hakkı savunucusunu toplayan büyük sempozyuma o dönem Erdoğan’ın başbakan olduğu Türk hükümeti 400 bin dolar katkıda bulunmuştu. Sempozyumun açılış konuşmasında Başbakan Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Abdullah Gül insan hakları savunucularını selamlıyor ve yeni Türkiye’yi onlarla anıyorlardı. Bu konuşmaları Dalkıran ve diğer arkadaşlarla dinlemiş ve alkışlamıştık.
Şimdi o sempozyumda tanıdığımız Ali Gharavi ve diğerleri insan hakkı savunucusu oldukları için tutuklu. Nereden nereye...”