Önceki hafta ikinci yayın yılına adım atan Özgün Duruş gazetesinin yazarlarıyla bir istişare toplantısı gerçekleştirildi. Yıldız Ramazanoğlu o toplantıda gazetede “ayda bir” yazan arkadaşların fonksiyonellik açısından konumuna dikkat çekti. Ben de ayda bir yazanlardanım; ama bizim camiada kimliksel duruş, eylemsel istişari örneklik, fiili ilişki ve diyalog ağlarının yazıdan ve sözden çok daha muteber görüldüğü bir dönemde gazetede zaman oluşturup “ayda bir” yazı yazmanın ne kadar karşılık bulduğu, biraz ucu açık bir konu. Yapılan işin öncelikle genel okuyucu kitlesi yanında, yazan ve yazanlar, gündemle ilgili farklı bakış açılarına ulaşmak isteyenler arasında bir karşılığı olduğu üzerinde duranlar da bulunuyor.
Haftalık bir gazete yaşam alanlarıyla ilgilenmek zorundadır. Bu zorunluluk, gazeteye emek verenleri ister istemez yaşadığımız sosyal ve siyasal gündem ile ilgili daha tutarlı tespitler yapmaya sevk etmektedir. Bu tür çabalar camiamızın rüşt gücünü artırmak bakımından önemli imkânlar sağlamaktadır. Bu bağlamda ikinci yayın yılında daha iyi bir Özgün Duruş için Rabbimizin yazar, çalışan ve okuyanlarını daha hikmetli kılmasını, gazetedeki her türlü müspet fikri ve fiziki gelişmeye karşılık bulunması için yardımcı olmasını niyaz ederim.
İkinci yayın yılının başında gazete yazarları ve çalışanlarıyla yapılan toplantının açış konuşmasını, katılım açısından cesaretlendiren ve ön açan vurgularıyla Davut Güler yaptı. Ümit Aktaş’ın oturum yöneticisi olarak katılanları “aynı inancın ailesi” olarak zikretmesi vakıaya uyan bir başlangıçtı. Çünkü bu gazete belki farklı kesimlere hitap etmektedir; ama 1970’li yıllardan beri sistemin sağcı, devletçi, milliyetçi kirlerinden arınmaya ve İslam’ın temel referanslarıyla buluşmaya çalışan bir kitleye ve bu sürecin entelektüel birikimine dayanmaktadır.
Toplantıda gazetenin dağıtım, mizanpaj, iç düzen ve kullanılan dil tarzıyla ilgili teknik değerlendirmeler yapıldı. Aslında içinde yaşadığımız medya ve iletişim çağında, Özgün Duruş’un basıldığı ilk aylara nispetle tirajının artmış olması ve bu konuda arzu edilen sınırlara gelinemese de bir “istikrar grafiği”nin yakalanmış olması önemliydi. Ama mevcudun aşılması, ulaşılmamış insanlarımıza gidilmesi ve gazeteye yeni muhatapların dokunması gerekliydi. Yapılacak hamlenin maddi ve fiziki boyutu mu öncelikliydi; yoksa onunla beraber güçlü bir çekim alanı oluşturacak ve yeni halimizi izah edebilecek tutarlı bir perspektif imkânı mı? Bu konuda ilk açılım Esan Gül’den geldi. Ona göre, ihtiyacımız olan güçlü bir “İslamcı dil” idi.
“Türkiye toplumu”nda Müslümanlar arasında en tutarlı ve çözümleyici düşünen ve tanıklık gayreti gösterenler, 1970’li yıllardan bu yana gelişen tevhidi uyanış süreci içinde yer alan; eğitim, tebliğ ve yapılanma konusunda ter ve gözyaşı döken, gerektiğinde bedel ödeyen insanlarımızdır. Resmi sistem, oryantalistler ve milliyetçi-mukaddesatçı gelenekçiler tevhidi uyanış sürecine dâhil olan insanları her daim “Siyasal İslamcı”, “Radikal İslamcı” ya da “İslamcı” olarak tanımladılar. O zaman bu ithamların yaymak istediği psikolojik olumsuzluğa rağmen niçin güçlü bir “İslamcı dil”?
Çünkü İslamcılık veya muslihun olmak, İslami ilke ve ölçüleri gayb alanından, siyaset ve sosyal yaşam alanlarına kadar bir dünya görüşü bütünlüğünde takdim edip dönüştürme hedefli tanıklaşma ibadeti ve keyfiyetidir. Modern hayat ve modernitenin kuşatması karşısında yenilenebilme ve aşma imkânını da ancak bu keyfiyet sağlayabilir. Bu dili kullanmaya çalışan insanlarımızın yaşadığı süreçlerde gerek metodolojik gerek metodik ve stratejik yanlışlar yapılmadı değil. Sürecin yeniliği dolayısıyla bu defolar tahkik temelinde tolere edilebilirdi, ama tabii ki meşrulaştırılamazdı.
Temel referanslarımıza yönelen tevhidi uyanış sürecinin Türkiye topraklarında asırlardan sonra “yeniden mayalanma”sı çok önemliydi. Ama yeniliğin getirdiği acemilikler yapıldı. İslam coğrafyasındaki İslami hareketlerimizin hedef yanlışlığı, bu süreçte iktibas edildi. İçinde yaşadığı toplumu gereğince vahiyle uyarmadan, bu nitelikte bir uyarıcı sosyal model üretemeden, iktidar ve devlet hedefine yönelen stratejik yanlışlık hem metod, hem hedef, hem metodoloji bağlamında İslamcıların dilinde önemli yanlışlar ve acelecilikler oluşturdu. Sürecimiz günümüze gelen kazanımlar kadar, zaaflar da üretti. Güçlü bir İslamcı dili, ancak bu süreci doğru tahlil ederek kazanabiliriz. Ancak bu süreç kapsamında İslamcıların veya eski İslamcıların aşması gereken iki dil tarzıyla karşı karşıyayız:
“Eski dil” ve “çözülmüş dil”. Arzu ettiğimiz dil ise, muhkem referanslarımız temelinde usûli ve içtihadi yenilenmemizle alakalıdır.
İslamcıların aşması gereken birinci dil, kendi döneminde yetersizlikleri yanında ileri özellikler de taşıyan birikim ve içtihatlarının, günümüz şartlarında dondurulmasıyla oluşmaktadır. Bu eskiyen, eskimiş veya eski dildir. “Eski dil”, bu donukluğu veya şura içtihadına yönelen dinamik keyfiyetimizi dondurma işlemini ilke ve akidevi netlik olarak sunmaya çalışmaktadır. Tasfiye edilmesi gereken ikinci dil ise, eski yanlışları aşmak adına sosyal ve kültürel alanda daha modernist veya konformist hayat süren muhalif kesimlerle ilişkisini bazı kere sınırlarını unutarak güçlendirmeye çalışan ve çoğu zaman tıkanan düşünsel ve metodik sorunlarından kurtulmak için post-modern söylemin değişkenleriyle paralellik kuran “çözülmüş dil”dir. İlki gelenekçileşen, diğeri modernistleşen eğilimi ifade etmektedir. Bu her iki yanlış dil kullanımı da “istişare ve paylaşma üslubu”ndan çok, “vaaz ve dikte üslubu”na tutunmaya çalışmaktadır.
Oysa İslami çabalarımızda eski veya çözülmüş dilleri aşan bir “inşa ve ıslah dili”ne ve üslubuna ihtiyacımız bulunmaktadır. Küresel kapitalizmin bireyselleştiren, yalnızlaştıran ve yabancılaştıran dairesinden kurtulmak isteyen tüm insanları yeniden fıtrat ve vahiyle buluşturacak olan bu dili inşa edebilirsek, o zaman gazetemiz veya dergimiz de, yapımız veya ekolümüz de cazibe ve çekim merkezi olacaktır. Birikimi, donanımı ve üslubu uygun olan bir dili yakalamak, düşüncede ve sosyal yapıda yeniden inşa hedefi için bizlere yeni ufuklar açacaktır. İnşa ve ıslah dili Batılı paradigmaya ait günübirlik sivil toplumcu, STK’cı, ben-merkezci, anarşist veya emansipasyoncu söylemleri aşan, sahih referanslara dayanan ve sorunları nesnel olarak kavramaya çalışan bir hikmet, basiret ve rahmet dilidir.
Toplantıda Ali Bulaç, gazete başlıklarında ve değerlendirdiğimiz konularda İslami referansları dikkate almayan acemiliklerden arınmak gerekliliğini, son referandum tartışmalarını örnekleyerek belirtmek ihtiyacını hissetti. Bu hatırlatma, yeni bir İslamcı dil için olmazsa olmazlarımıza bir vurgu sadedindeydi.
Ali Bulaç’la beraber diğer randevularımıza yetişmek için toplantıyı yarıda bırakmak zorunda kaldığımızda Ramazan Kayan bizi uğurladı; ama bu arada hem onu hem geriye kalan diğer katılımcıların katkılarını dinleme fırsatını da kaçırmış olduk. İnşaallah bu fırsatı daha yapıcı ve kazanıcı katılımlar olarak Özgür Duruş’un yeni yayın yılında hep beraber takip etme imkânı buluruz.
Not: Bu makale 8 Ekim 2010 tarihli Özgün Duruş gazetesinde de yayınlanmıştır.